Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Seni yalanlıyorlarsa, senden önceki peygamberler de yalanlanmışlardı. Bütün işler ancak Allah'a döndürülür.

Fâtır Sûresi: 4

16.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki kendisine veya başkasına ait bir yetimi, başının çaresine bakacak yaşa gelinceye kadar bağrına basar, büyütürse kendisine Cennet vacip olur.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3685

16.08.2006


Vefat eden masumlar şehit hükmündedir

[Gayet ehemmiyetlidir.]

Bismihî sübhanehû...

Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:

Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfât vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfât-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlûm ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlûmları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenâb-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten teselli buldum.

Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felâketi çekenler mazlûmların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.

Kastamonu Lâhikası, s. 79

Lügatçe:

fetret: Uyuşukluk, zayıflık. * Vahiy ve semavî hükümlerin kesilme zamanı olduğu için, iki peygamber-i zîşan devirleri arasındaki zaman. * Vukuu âdet halinde olan şeyin kesilme zamanı veya kesilmesi. * İki vakıa arasındaki geçen zaman. Terakkî ve teâli devirleri arasındaki hareketsiz, sükûnetli geçen devir.

mukaddesat-ı semaviye: İlâhî emre ve vahye dayanan mukaddesler, değerler.

uhrevî: Ahiretle ilgili, ahirete ait, yönelik.

Bediüzzaman Said NURSİ

16.08.2006


Dostun attığı gül

“Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.”

(Uhuvvet Risalesi, s. 74)

Hallac-ı Mansur, cezbe ve sekir halinde söylediği ve mazur bulunduğu Ene’l-Hak cümlesi yüzünden idama mahkûm edilir. Onu asılacağı meydana getirdiklerinde etrafta mahşerî bir kalabalık vardır. Hallac-ı Mansur darağacını görünce güler ve kalabalık arasında gördüğü dostu Şibli’den seccade isteyerek iki rek’at namaz kılar. Ardından şöyle duâ eder: “Allah’ım burada senin dinin uğruna gayrete düşüp beni öldürmek için toplananların suçlarını affet.”

Bu esnada kalabalık içinden özellikle düşmanları, fırsat bu fırsat diye Hallac-ı Mansur’a taşlar atarlar. Hallac-ı Mansur bunlara ah bile demez hatta tebessüm eder, ama dostu Şibli ağlayarak kırmızı bir gül atınca Hallac-ı Mansur inler ve şöyle der: “Taş atanlar avam takımı, bilmiyorlar, halden anlamazlar. Onların taşı bizi incitmez ama halden anlayan bir dostun attığı gül bile bizi incitti, canımızı acıttı.”

İnsan hayata daha çok dostlarıyla, sevdikleriyle tutunur. Sevinçlerini onlarla paylaşarak arttırırken, acılarını hüzünlerini yine onlarla paylaşarak azaltır. Kişi, tanımadığı kimselerden bir kötülük, bir haksızlık gördüğünde çok incinmez, en azından hayal kırıklığına uğramaz ama dostundan gördüğü küçük bir eziyete bile katlanması çok zor olur. Başkalarının, hakkında yanlış düşünmeleri insanı fazla üzmez, yıpratmaz; ama sevdiği birisi, hakkında yanlış düşünürse, zarar verecek bir davranışta bulunursa işte bu insanı üzer, incitir. O kişi sıradan biri değildir çünkü, belki en zor günlerinde yanında olmasını beklediği insandır. Her şartta desteğini umduğu, hayatta en çok güvendiği kimselerden biridir. Hani Temel deniz kenarında yürürken elinde bir yılan taşıyormuş. “Neden elinde yılan taşıyorsun?” diye sorulunca “Denize düşersem lâzım olabilir” cevabını vermiş... İşte dostluk, denize düştüğümüzde yılana sarılmak zorunda kalmayışımızdır. Elimizden tutup bizi çıkaracak birisini her zaman yanımızda bulabilmemizdir.

Dostun gönlü, dostuna karşı hassastır, çok şeyler bekler ondan... Bu yüzden insan dostluk hukukuna çok dikkat etmelidir. Özellikle dostla hal ve harekete, konuşmaya özen göstermek gerekir. Çünkü bazı sözler, keskin kılıç gibidir, dostluğu keser, kalpte tedavisi zor yaralar açar, kalpteki muhabbet çiçeklerini kurutur. Bazen yerinde olmayan gereksiz bir istek, küçük bir tavır veya söz bile, çok büyük mutlulukların elden kaçırılmasına sebep olur.

Dostluk, fedakârlık ve emek ister. Her şeyi karşısındaki insandan bekleyerek elde edilemez hakikî dostluklar. Dostluk; mutluluk, üzüntü, hastalık, sağlık, darlık ve bollukta dostunun yanında olabilmektir. Marifet iyi gün dostu olmak değildir. Sadece iyi gününde yanında olmak dostluk da değildir zaten. Sahte dostluktur olsa olsa. Günümüzde ahlâkî bozulmanın etkisi dostluklarda da gösteriyor kendisini maalesef. Artık menfaat hesapları ortaya girince dostlar birbirlerine taş atmaktan bile çekinmiyorlar. Ve nice pırlanta yürekli insanlar, çok önemsiz basit dünyevî meseleler uğruna birbirlerinden ayrı düşüyorlar.

Bediüzzaman, kendisine en ağır haksızlıkları yapan insanlara bile bedduâ etmeyecek ve onların imanlarını kurtarmaları için duâ edebilecek seviyede gönlü büyük bir insandır. Böyle bir insanın eserlerini okuyanlar, günümüzde en ufak meseleleri gurur meselesi yaparak, amel cihetiyle bir nevî ortaklıkları da bulunan kardeşlerine küsebilirler mi, küsmeye hakları var mıdır? Evet, insan dostun attığı gülden bile incinir ama Uhuvvet Risâlesi gibi bir reçeteye sahip olanlar, kardeşi kendisine gül değil taş bile atsa, o kardeşine karşı adavet beslemez, beslememeli. Kendisine düşmanlık edenlerin, hatta kendisini zindana atanların bile ıslâhı için duâ eden ve onlara acıyan bir Üstad’ın yolundan gidenler, her ne kadar ummadıkları bir şekilde dostları veya kardeşleri tarafından haksızlığa uğrasalar da, onlara gücenmeye hakları olabilir mi? Mesleği haliliye, meşrebi hıllet olanlar, birbirleri için ‘en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş’ olmak zorundadırlar. ‘Bizler muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur’ diyen Bediüzzaman’a talebe olma arzusunda bulunanlara yakışan şey, gerçekten muhabbet fedaisi olabilmektir. Ve marifet, Uhuvvet Risâlesi’ni başkaları için değil, insanın kendisi için okuyabilmesidir. Zira uhuvvet anlayışında küsmenin yeri yoktur. Bazen içten bir tebessüm, bazen bir selâm, bazen bir ses bile dostun gönlünde sevgi çiçeklerinin yeşermesini sağlayabilir. Zaten, ne hayat birilerine adavet edecek kadar uzundur, ne de dünyevî meseleler birilerine adavet edecek kadar önemlidir... Hafız-ı Şirazî’nin de dediği gibi, ‘Dünya öyle bir metâ değil ki, bir nizâa değsin.’

Hayatımızda kaç tane güzel dostumuz var acaba? Ya da tersinden soracak olursak, şu kısa hayatta kaç kişi için gerçekten güzel bir dost, güzel bir kardeş olabildik? Dostlarımıza, kardeşlerimize karşı hareketlerimize çok dikkat edelim ve kalplerini kırdıysak hemen özür dilemeyi de asla ihmal etmeyelim. Çünkü yarın özür dilemek için çok geç olabilir.

Ne mutlu İhlâs ve Uhuvvet anlayışının gereğini yerine getirebilenlere... Ne mutlu şu kısa hayatta en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olabilenlere...

Hasan YÜKSELTEN

16.08.2006


Raûf

Allah (c.c.), Raûf’tur. Yani kullarına karşı çok re’fetli, mahlûkatına karşı çok merhametlidir. Onun re’feti bütün kâinatı kuşatmıştır. Yarattıklarına ihsân eder ve ihsânını her bir canlıya kâmilen ulaştırır. Dînde kullarına müsâmahalı ve yumuşak muâmele sahibidir.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Raûf ismi1 Kur’ân’da da zikredilen isimlerdendir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Yine insanlardan öyleleri vardır ki, karşılığında Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder. Allah kullarına karşı pek şefkatlidir.”2 Bir diğer âyette Cenâb-ı Hak, “Herkes hayır olarak ne işlemiş, kötülük olarak ne işlemişse, kıyamet gününde hepsini önünde hazır bulur. O zaman ister ki, işlediği kötülüklerle kendisi arasında büyük bir mesafe bulunsun ve onu görmesin. Allah sizi Kendisinden gelecek bir azaptan sakındırıyor. Çünkü Allah kullarına çok şefkatlidir”3 buyurur.

Bedîüzzaman’a göre, bu kâinat rahmet tarafından hadsiz antika, acîp ve kıymetli san’atlarla tezyin edilmiş bir saray hükmündedir. Bütün o saraydaki hadsiz gizli sandıkları ve esrarlı menzilleri açacak anahtarlar, insanın eline, gönlüne, kalbine ve aklına verilmiştir. İnsan fıtratına dercolunan ihtiyaçlar, duygular ve hissiyâtlar gizli sırları açan anahtarlar hükmündedir. Bu sırlı anahtarlarla anlaşılır ki, Rahmân-ı Zülcemâlin geniş ve hadsiz rahmeti ışık gibi bütün varlıkları ihâta etmiştir.4 İnsana bütün kâinatla alâkadar olabilecek bir geniş hayat verilmesi, Cenâb-ı Hakkın ehadiyetini ve her şeyin yanında hâzır ve her şeyin her şeyini yapanın O olduğunu ispat etmektedir. İnsanda bütün ihsan çeşitlerinin toplanması da, Cenâb-ı Allah’ın lütfûnu ve re’fetini göstermektedir.5

Cenâb-ı Hakkın Raûf-u Bâkî olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, zâhirî nîmet veren şefkatli varlıkların fânî oluşlarının hiçbir ehemmiyeti olmadığını, bunun gam çekmeye de, ümitsiz olmaya da değmeyeceğini, çünkü rahmeti, re’feti ve şefkati, her şeyi ihâta eden Cenâb-ı Hakkın bâkî olduğunu kaydeder.6 Bediüzzaman Saîd Nursî, ehl-i îmânı, tövbe ve istiğfâr içinde günahlardan arınmaları ve affa nâil olmaları için Raûf olan Allah’a sığınmaya çağırır.7

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavat: 86; 2- Bakara Sûresi: 207; 3- Âl-i İmran Sûresi: 30; 4- Şuâlar, s. 154; 5- A.g.e., s. 155; 6- A.g.e., s. 82; 7- Mesnevî-i Nuriye, s. 113.

16.08.2006


Kuvve-i şeheviye

Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.

İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur. İşârâtü’l-İ’câz, s. 29

***

..diyânet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum sûretini alıp, şirk ve dalâlet zulümâtını etrafına dağıtır... Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. Sözler, s. 497

***

Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi etse, ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrumiyete düşer ve o mânevî hastalığın azabını çeker. Şuâlar, s. 532

***

Kuvve-i şeheviye ile arzda fesat hasıl olur.

İşârâtü’l-İ’câz, s. 252

***

..kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa, heva-i nefse tabi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zail olur. Kendisi berbat olacağı gibi başkalarını da berbat edecektir. Bu itibarla, fasıklar hem nev’inin zararına, hem arzın fesadına çalışmış olur. İşârâtü’l-İ’câz, s. 216

16.08.2006


Delâili'n-Nur

19. Ey nurların nuru! Ey kullarına karşı sonsuz lütuf ve ihsan sahibi olan Lâtif! Ey kullarının hatâlarını örten Settâr! Peygamberlerin kandili, evliyâların yıldızı, asfiyâların ay ve şemsi, cin ve insanların güneşi, doğu ve batının ışığı olan Efendimiz Muhammed’e salât eylemeni, vücudumuzu irfan göğüne çıkarmanı, görünen varlığımızı ihsan makamında sâbit tutmanı Senden niyaz ediyoruz. Duâmızı kabul buyur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.

16.08.2006


Bediüzzaman’ın tefekkürü

Bediüzzaman, arz ve semâvâttaki mevcudâtı hayret ve istihsanla temâşâ eder, kırlarda ve dağlarda husûsan bahar mevsiminde çok gezinti yapar, o seyrangâhlarda zihnen meşguliyet ve dakîk bir tefekkür ve dâimî bir huzur hâlindedir. Ağaç ve nebâtât ve çiçekleri, Mâşâallah, Barekâllah, Fetebârekâllahu Ahsenü’l-Hâlıkîn “Ne güzel yaratılmışlar” diyerek, ibret nazarıyla onları seyreder, kâinat kitabını okur. Her âzâ ve hâsseleri gibi, gözünü de dâimâ Cenâb-ı Hak hesâbına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlâacısı ve şu âlemdeki mu’cizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübârek arısı derecesindedir.

16.08.2006


Kuyu coştu, kaynadı

Başta Buharî, Hazret-i Berâ’dan ve Müslim, Hazret-i Selemet ibni Ekvâ’dan ve sair kütüb-ü sahiha başka râvilerden müttefikan haber veriyorlar ki:

Gazve-i Hudeybiye’de bir kuyuya rast geldik. Bin dört yüz kişiydik. O kuyunun suyu elli kişiyi ancak idare ederdi. Biz suyu çektik, içinde birşey bırakmadık. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm geldi, kuyunun başına oturdu. Bir kova su istedi; getirdik. Kovanın içine mübarek ağzının suyunu bıraktı ve duâ etti, sonra o kovayı kuyuya döktü. Birden kuyu coştu ve kaynadı, ağzına kadar doldu. Bütün ordu, kendileri ve hayvânâtı doyuncaya kadar içtiler, kaplarını da doldurdular.

Mektûbât, s. 123

16.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004