|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Ey insanlar, hepiniz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir ve her türlü övgüye lâyıktır.
Fâtır Sûresi: 15
|
23.08.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
İlim öğrenmeye çalışan, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3692
|
23.08.2006
|
|
Bediüzzaman’ın savaş ahlâkı -6-
“Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyonlar kadar arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”
Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır. Meselâ, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine ‘Defteri çıkar’ diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin, bir nüktesini düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.”
O kardeşimize sorduk: “Bu acip ihlâsı nereden ders almışsın?”
Demiş: İki noktadan...
Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acip harbi olan Bedir Harbinde, namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumuyla beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rek’ât sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hadise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı mutlakın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh ve canımızla ittibâ ediyoruz.
İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelûtiyenin* çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânâsı hâtırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mâni olunmamak için, bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhîden niyaz etmiş.
İşte bu biçare, ömrü bu zamanda hodfüruşluk içinde yuvarlanan biçare kardeşiniz de, hem Sebeb-i Hilkat-ı Âlem’den, hem Kahraman-ı İslâm’dan bu iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’ân’ın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.
Said Nursî
Emirdağ Lâhikası, s. 460
* Celcelûtiye: Peygamber Efendimizin (asm) derslerine dayanarak, cifir ve ebced hesabı ile alâkalı, Hz. Ali tarafından telif edilen Süryanice bir kasidedir.
Lügatçe:
ifrit: Cin taifesinden çok zararlı, şerli ve korkunç bir cins.
Sebeb-i Hilkat-ı Âlem: Âlemin yaratılış sebebi olan Peygamber Efendimiz (asm).
|
23.08.2006
|
|
Kendime konuşmalar
Zahirin zırhını çıkar, bâtının derinliğini ara.
Sevmeyi sev, düşmanlığa düşman ol..
Hakikat aşkıyla yan küllerin kâinat toprağına karışsın.
Nefse nefret et, kalbe şefkat.
Nefsini kır, kalpleri kırma.
Nefsini alçalt ki şerefin yücelsin.
Ağlarken gülmeyi bil, gülerken ağlamayı öğren.
Hüzün bahçesinden sevinç çiçekleri devşir.
Vefayı dost bil, dostlara vefasızlık etme.
Sözünün eri olmak istiyorsan konuşurken er gibi konuş.
Kem sözden, kem gözden sakın.
Hayattan aldığını hayata akıt ki kalıcı olasın.
Kimse beni anlamıyor, ben kimseyi anlayamıyorum karamsarlığını kır.
Hayatında ölümü diri tut ki ölümsüzlüğe hizmet edebilesin.
Sırrına sahip ol yoksa sırrının esiri olursun.
Sıhhat, sıhhatin kıymetini bilmek, hastalık ise bilmemek.
Hayat denizinde ümidin ve korkunun balık sırtında yüzdüğünü unutma.
Derdini anlamayana dert anlatmak yeni bir dert getirir.
Çile ile evlenmeden sağlıklı saadet doğmaz.
Zafer, sıkıntılara sabredebildiğin kadardır.
Kendini küçük görme sen bir kâinatsın.
Kur’ân’ı kâinatla beraber oku, kâinatı Kur’ân’la tanı.
Kur’ân’ı yaşıyorsan okumanın bir anlamı var.
Kalbin temizlenmedikçe, aklın nurlanmadıkça hakikate eremezsin.
Nur Risâleleri rehberliğinde gidersen Kur’ânî caddeye ulaşırsın.
Nefsini ikna edemezsen başkalarına hitap edemezsin.
Kalp bir aynadır, aynayı ışığın kaynağına tut.
Tefekkürü zikirle süsle, tevekkülü gayretle beze.
Zandan, gıybetten kaçabildiğin en hızla kaç.
Cevşen, Celcelutiye, Tesbihat, Tahmidiye’yi hayatının kabul olmuş duâsı ümidiyle oku.
Namazı hayatın merkezine koy ki hayat saatin hakikatle aksın.
En büyük kariyer Kâinatın Sultanına kul olmak.
Vazgeçebildiğin hatalar seni yücelten bir basamaktır.
İhlâs düsturlarını öncelikle evinde uygula ki iyi bir hizmet eri olasın.
Aile bireylerine karşı, sinen sevgi ile dolsun, nazarın şefkat…
En büyük başarı, en büyük mutluluk uzaklarda değil evdedir.
Evi iyi idare edebiliyorsan şirketleri, devletleri idare etmek kolaydır.
Kendinle barışıksan ailenle barışıksın, ailenle barışıksan toplumla barışıksındır.
Kalp dairesinden sonra hane dairesinin geldiğini hiç unutma.
Konuşmaların birkaç satırla kalmasın, kalbin aklınla beraber nefsine karşı daima konuşsun yoksa boş kalan nefsin şeytanı dinler. Şeytandan kaçıp kurtulmak istiyorsan nefis bineğini iyi kullanmasını bilmelisin… Kullanmak için de onu iyi tanımalısın… Tanıdığında göreceksin ki her şey aydınlık olacak… İkna edebildiğin binek, seni Nur âlemlerine götüren Burak olacak…
Hadi başla onunla konuşmaya…
|
Hüseyin EREN
23.08.2006
|
|
Yağmursuzluk, yağmur duâsı ve namazının vaktidir
Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergah-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.
Hem böyle umumi musibetler, ekser nasın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.
(Bediüzzaman,
Emirdağ Lâhikası, s. 33)
***
Sual: Üstadım, yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?
Elcevap: Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir. İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlahidir, faydası uhrevidir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevî ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.
Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakiki, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur.
(Bediüzzaman,
Emirdağ Lâhikası, s. 31)
***
Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gàyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.
Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkàt-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, “Duâ kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duânın vakti, kazâ olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref’ etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.
Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.
(Bediüzzaman, Sözler, s. 287)
|
23.08.2006
|
|
Delâli'n-Nur
Allah’ım!
Seçilmiş Muhammed’e (asm) ve onun bütün âline yeryüzünün bitkileri ve esen rüzgârları sayısınca salât eyle!
Ona yer ve göğü dolduracak kadar ve parıldayan şimşeklerle birlikte bulutlardan akan sağanaklar gibi salât eyle!
Bizzat Allah’ın ve meleklerinin ona salât ve selâm getirmeleri yetmez mi?
Allah en büyüktür.
|
23.08.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden
Risâle-i Nur, uzun yolu kısaltıyor
Risâle-i Nur’un bir hususiyeti de, Mektubât’ın birinci cildinin yüz yirmi dokuzuncu sayfasındaki şu bahistir:
“Bâzı Sözlerde, ulemâ-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki, meselâ, bir su getirmek için, bâzıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat, her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz, herbir yerde suyu buldukları gibi; aynen öyle de, ulemâ-i ilm-i kelâm, esbâbı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Ammâ, Kur’ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-i Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. ‘Ve fî külli şey’in lehû âyetün tedüllü alâ ennehû vahid’ düsturunu her şeye okutturuyor.
“Hem, imân yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir sûrette inkısam edip tevzî olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.”
İşte, Risâle-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakîm ve selâmetli yapıyor.
Eski hükemâ, ahkâm-ı şer'iyeden ve akàid-i imâniyeden bâzıları için, "Bu nakildir, imân ederiz, akıl buna yetişmez" demişler. Halbuki, bu asırda akıl hükmediyor. Bediüzzaman Said Nursî ise, "Bütün ahkâm-ı şer'iye ve hakàik-ı imâniye aklîdir. Aklî olduğunu ispata hazırım" demiş ve Risâle-i Nur'da ispat etmiştir.
|
23.08.2006
|
|
|
|