Resmî ideolojinin stratejik sorunları (2)
dünden devam
Kimlik krizi, toplumu meydana getiren fertlerin, mensubiyet duygusunu azami ölçüde yitirmesi veya yanlış tavırlar geliştirmesidir. Kimlik ikilemi ise, iç entegrasyonu, millî dayanışmayı bozmaya yönelik olarak, toplumda kendini farklı kimliklerle tanımlayan ve birbirine yabancılaşmış kesimler oluşmasıdır.
Batı’nın çıkarlarına hizmet eden politika seçeneklerini uygulayabilmek için Batı’nın ihtiyaç duyduğu en stratejik ve en fonksiyonel unsur, sözünü ettiğimiz kimlik krizinin tahakkuk ettirildiği çevrelerdir.
Kimlik krizinin yol açacağı buhranlar, toplumda bu buhranlardan çıkış yolları arama çabalarını besleyecektir. İşte, bu arayışta, en kapsayıcı kimlik olan millî ve manevî değerlerin uyanıp alternatif olarak ortaya çıkma ihtimali son derece güçlüdür. Nitekim, sömürgeciliğe muhatap olan toplumlarda, millî ve manevî değerlere dönüş hareketleri baş göstermektedir. Mevcut sistemden mağdur olmuş kitlelerin, bu dönüşüm içinde yer alması, bu kitlelerin yaşadığı ekonomik ve siyasî istismarlardan ders alarak çözümü de aslî kimliğine dönüşte bulması tarihte sık rastlanan sosyolojik bir gerçektir. Sömürgeci güçler tarafından yapılması gereken, bu tür dönüşüm sürecini mümkün olduğunca yavaşlatmak ve önünü kesmek için, buhranlardan kurtarıcı rolünde yeni fikir akımlarını yaymak, toplumu ideolojik barikatlar tarafından birbirinden ayrılmış kitlelere bölmek ve oluşturulan bu ideolojik grupları provake ederek çatıştırmaktan ibarettir.
Maalesef, teknolojik araçların ve gelişmelerin manivelasını ellerinde tutmak, batılı güçlere siyaset, toplum, ekonomi, kültür ve ahlâk gibi bütün alanlarda sözünü ettiğimiz kontrol etme, yönlendirme ve baskı uygulama imkânını fazlasıyla vermektedir. Batı misyonerlik faaliyetleri ile yaptığı yüz yıllık eğitim ve kültür yatırımlarının sunduğu imkânları, uzun vadeli politikalarında ortaya çıkan şartlara yeniden uyarlayarak, çıkarlarına hizmet eden yepyeni süreçler oluşturmakta kullanmaya devam etmektedir.
Yukarıda misâl olarak sıraladığımız bu müdahalelerin karakteri dikkatle incelenirse görülecektir ki, bu müdahalelerin bir topluma yapılabilmesi için, öncelikle o toplumun kültürel dinamiklerinin bertaraf edilmesi zorunludur. Meselâ, bir toplum düşünün ki, yöneticileri ve aydınları nazarında o toplumun kendi öz kültürel dinamikleri “irtica” olarak algılanmaktadır. Buna mukabil; bu kültürel dinamiklerden kopmak ve kültürel batılılaşma, bir çağdaşlaşma anlayışı haline gelmiştir. Elbette, o toplumda böyle bir şaşkınlığın arka planında, bu öz kültürel dinamikler aleyhine oluşturulmuş bir dizi şartlanmalar, peşin hükümler bulunmaktadır.
Bugün, İslâm coğrafyasındaki siyasî rejimlerin yapısı, etnik, dinî ve kültürel farklılıklar, ülkelerin sınırları bir bütün olarak incelendiğinde görülecektir ki, bu bölge adeta bir tezatlar dünyasına dönüştürülmüştür ve bu durum da Batı’nın, bu bölge zenginliklerini adeta yağmalamasına imkân tanımaktadır. Elbette, bölgede halk seviyesindeki millî ve manevî dayanışmanın siyasî bir faaliyete dönüşmesi Batı politikalarının çanına ot tıkayacaktır. İşte Batı için, bu gelişmenin önünü kesmekte en fonksiyonel araç, yerli bünyelerde gelişen millî ve manevî değerler karşıtlığıdır. Bunun her zaman kötü niyetli bir tavır olması da gerekmez. Çünkü, zekânın karşıtı, zannedildiği gibi her zaman gerizekâlılık değil, çoğu zaman şartlanmışlıktır. Bu sebeple de Batı, İslâm ülkelerindeki çıkar mekanizmalarını ayakta tutabilmek için, elbette, bu ülkelerin aydın ve yöneticileri ile açık bir “kendi ülke ve halkına ihanet ilişkisi” kurmamaktadır. Batının, sözünü ettiğimiz bu şartlandırmaları sayesinde, meselâ Tanzimat’tan itibaren ve hatta günümüzde ülkemizde vatanseverlik ve memlekete hizmet duyguları ile öyle icraatlar yapılmaktadır ki bu icraatlar, gerçekte Batı siyasetinin toplumumuzdaki bir açılımından ibarettir.
Toplumların dönüşüm dinamizmi, sadece bilim ve teknoloji ile sınırlı değildir. Zaman içinde kendi hastalıklarını teşhis eden toplumlar, kültürel yönelişler ve dolayısıyla da dönüşümler içine de girebilmektedirler. Türk-İslâm coğrafyasında uç veren kültürel yönelişler, bölgede Batı hegemonyasını tehdit eden ve sınırlayan yeni jeopolitik oluşumların habercisi olarak algılanmaktadır. Bu sebeple, Batı’nın, devletler arası hiyerarşik sisteme kafa tutan kültürel yönelişlerden endişe duyması ve bu toplumları uluslar arası toplumdan dışlayarak, aynı kültür dünyasının diğer üyeleri açısından kötü birer örnek durumuna dönüştürmeye çalışması boşuna değil... Sisteme itaat ve boyun eğmişliği ihlâl eden bir cephe oluşması ve bu cephenin genişlemesinin önlenmesi, Türk-İslâm coğrafyasındaki eğitimde, ekonomide ve siyasette belirleyici güçlerin Batıcı kimliğinin muhafaza edilmesi ile mümkün... Bu coğrafyanın ortak paydası olan İslâmın toplumda olumlu olarak ifade edilmesi için bütün kanalların kapatılarak olumsuz ifade biçimlerine kanalize edilmesi, terör olayları ile irtibatlandırma çabaları, irtica kavramı, laikliğin, toplumun değişik kesimlerinin karşılıklı hoşgörüsü anlamından uzak tutularak, toplumda laik olarak tanımlanan ayrı bir toplumsal kesim oluşturulması ve bu kesim dışındaki toplumsal kesimlerin rejim açısından gayri meşrû bir statüye itilmesi, İslâm ile yapılan mücadelenin meşrûlaştırma araçları ve İslâm kaynaklı kültürel yönelişlerin kontrol altına alınmasında kullanılan mekanizmalardan sadece birkaçı... Bütün bu mekanizmaların temelinde kültürel batılılaşma ve arkasında da Batı desteği bulunmaktadır. Neden?
İçte karşı karşıya bulunduğumuz buhranlar ile dışarıdaki gelişmelerin bize tayin ettiği liderlik rolü, gerek milletimizin ve gerekse tabiî lideri konumunda olduğumuz coğrafyanın ortak paydası olan tarihî ve kültürel değerlere olan bu sağlıksız siyasî yaklaşımı gözden geçirmemizi ve düzeltmemizi artık zarurî kılmaktadır.
—SON—
|
Yusuf Çağlayan
23.08.2006
|