|
|
Vehbi HORASANLI |
Dünyanın en önemli mesleği |
|
Bir çocuğa “en çok hoşuna giden şey nedir?” diye sorulsa, “annemin şefkatli kucağına sığındığım an” diye cevap verecektir. Birkaç gün önce gazetemizde mülakatı yayınlanan Doç. Dr. Kemal Sayar da bir yazısında aynı noktaya dikkat çekerek “Kutlu bir söz, cenneti annelerin ayağı altına seriyor. Çocuğun cenneti de, gözleri şefkatle ışıldayan bir annedir. Selâm olsun ona” diyerek yazısını bitiriyor.
Bence dünyanın en önemli mesleği anneliktir. Bu iddiama delil olarak Bediüzzaman’ın kasemle söylediği en büyük öğretmeninin annesi olduğu ifadesidir. Ayrıca bu konuda Sayın Sayar’dan istifade ederek iddiamı geliştirmek istiyorum.
İnsan olarak temel psikolojik örgütlenmemiz, hayatın ilk ay ve yıllarındaki yaygın deneyimler ile meydana gelmektedir. Bebek, ilişki kurdukça diğer insanlardan ne beklemesi gerektiğini öğrenir. “İnsanlar duygu ve ihtiyaçlarıma cevap veriyor mu? Yoksa onları saklamam mı daha iyidir. Bana duygularımı düzenlemek konusunda yardım mı edecekler? Yoksa beni hayal kırıklığına mı uğratacaklar?” şeklinde hayatı öğrenen bir bebek, annesinden aldığı ilk ve önemli hayat derslerini, ömrünün sonuna kadar kullanmaktadır. Yukarıda örneğini verdiğimiz sorgulama şekli yenilendikçe “öğrenme” adını verdiğimiz olay meydana gelmektedir.
Ebeveynler bebekle kurdukları iletişim sayesinde yeni sinir hücrelerinin ve yeni sinir yollarının oluşmasına katkıda bulunurlar. İşte kişiliğin oluşmasında en temel etki bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Bebek ağladığında hemen yanına giden anne veya çayını bitirip sonra onun yanına giden bir anne, çocukların gelişimine çok farklı bir biçimde etki etmektedirler. Keza bebeğinden sevgi ile bahseden ve konuşan bir anne ile ondan bir baş ağrısı gibi yakınan annenin etkisi de farklı olmaktadır.
Saldırgan, ihmalkâr anne ve babaların çocukları veya ağladığında yanında annesini bulamayan çocuklar, duygusal gelişmelerinde tutukluk göstermekte hayatın birçok safhasında problemlerle karşılaşmaktadırlar. Hatta bu konu uzman kişilerin ortak görüşü haline gelmiştir. Belki zekâ seviyeleri üstün ve bir çok konuda yetenekli olabilirler, fakat duygusal açıdan kötürümdür bu çocuklar.
Çok şikâyet edilen okullardaki şiddet, uyuşturucu, depresyon, anti sosyal davranış ve intihar eğilimlerinin temelinde o bebeklik dönemindeki gerekli iletişimin sağlanamamış olması yatmaktadır. Başka insanlarla anlamlı bir bağlanma ilişkisi kuramayan gençler onlarında duyguları olabileceğini fark edememektedirler. Bazen ölçüsüz saldırgan da sebepleri arasında yeterli anne şefkatinin olmamasını söyleyebiliriz.
Son yıllarda sinir bilimi konusunda büyük gelişmeler meydana gelmiştir. Beynin sağ ve sol lopları ile bu loplar arasındaki iletişim ile gözlemlenen bilgiler birçok davranışın kaynağının tespitine yol açmıştır. Eğer anne ve babalar çocukları ile yakınlaşıp onlarla oyun oynadıkları takdirde beynin ön bölgesi gelişmekte, çocukların sinir sistemleri aşırı stres yaşamayacak şekilde düzenlenmektedir.
Bu kadar söze anneliğin ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için yer verdim. Zira ben ne kadar annelik önemlidir dersem diyeyim, medyadaki kadın simsarlarının olağanüstü gayretleri sonucunda ortaya çıkan şartlanmaların önüne geçemiyorum. Öyle bir şartlanmışlık söz konusu ki dindar insanların birçoğu saplantı haline gelmiş olan “Kadın iş hayatında aktif bir biçimde yer almalıdır” sözüne inanmışlardır. Onlara göre kadın çalışmalı ve aile bütçesine katkı yapmalıdır.
Peki, çalışan kadın, nasıl anne olacak? Cevap hazırdır, ne olacak canım çocuk doğurmasın olur biter veya bir tane çocuk yeter de artar bile…
Kadınların özgürlüğü adı altında ortaya çıkan fakat onların modern köleler haline gelmesine çalışan o kadar çok komite var ki, bunlarla nasıl başa çıkılacağını çok merak ediyorum. Bu ifsat komiteleri kadınları yuvalarından koparmak ve iş hayatına sokmak için ellerinden gelen her şeyi kullanıyorlar. Sanki memlekette erkek bitti de istihdam edilmek için insan aranıyor. İşsizlik sadece bizim ülkemizde değil dünyanın hemen hemen her yerinde birinci sorun haline gelmiş. Erkekler işsiz güçsüz dolaşırken kadınların çocuklarını kreşlere bırakıp iş peşinde koşmaları ne kadar doğrudur.
Atalarımız olanda hayır var derler. Kur’ân’da “Umulur ki sizin kerih, kötü gördüğünüzde hayır vardır” mealinde âyet bulunmaktadır. Bu başörtüsü yasağı sebebiyle yapılan zulme bir de bu gözle bakmak gerekir. Zira diyelim ki okulunu bitirip diploma almış bir kıza hemen şunu diyecekler “Ne? Çalışmıyor musun? Evde mi oturacaksın? Verdiğin bunca emeğe yazık değil mi? vesaire” Güya vatana millete iyilik yapmaya çalışıyorlar.
Sevgili okuyucular, ilim kadın ve erkek her mümine farzdır. İlimlerin şahı da din ilmidir. Bunun için diploma almak mecburiyeti yoktur. Diploma sadece işe girmek için istenen bir dokümandır. İnsanın farz olan ilmi öğrendiğini göstermez. O halde dinimizin açıkça emrettiği başörtüsünden niçin taviz verelim ki…
Dünyanın en önemli mesleği olan annelik ihmal edildiği için bu kadar sorun yaşıyoruz. Şefkatten nasibi olmamış bir genç, nasıl şefkat edebilir. Ona empati kurmayı nasıl öğreteceğiz. Sevgi saygı ancak anne sayesinde mümkündür. Anaokulları, kreşler anneliğin olmaması ile açılan boşluğu dolduramaz. Eğer bana inanmıyorsanız gidin konunun uzmanlarına sorun. Doktorlar beyin loplarından sinir gelişmelerine kadar her şeyi o kadar güzel açıklıyor ki…
Antidepresan ilaçlara o kadar para veriliyor. Oysa sorunun kaynağında kurutulması mümkündür. Eğer her bebeğe ihtiyaç duyduğu ilgi ve dikkat gösterilse pek çok ruhsal sorun önlenmiş olacaktır.
Modern dünyanın değersizleştirdiği anneliği bir parça övebilmiş isem ne mutlu bana…
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Var mı, yok mu tartışması |
|
Günlerden beri merakla beklenen, ama sadece ne gibi değişiklik ve üslubla sunulacağı merakla beklenen—çünkü anafikri önceden ilân edilmiş—Büyükanıt Paşa’nın konuşması irtica konusunda varsayılan problemin çözümü olmak yerine, problemin bir parçasını teşkil etmiştir. Yani asker cephesinde yeni bir şey yok. Bildik şeylerdi.
Türkiye’de irtica tehlikesi var mı, yok mu? Paşanın açıklamaları zaten irtica ve AB eksenliydi. İlk dikkati çeken irtica var mıydı, yok muydu meselesi oldu. Tabiî paşaya göre irtica vardı. Tâ Amerika’dan seslenen Başbakan Erdoğan’a göre ise irtica tehlikesi yoktu. Bu tip demeçler piyasayı karıştırmak içindi. (Ekonomistlerin açıkladığına göre Pazartesi günü borçlanma 5.6 milyar dolar daha fazlaya patladı.)
Var mı, yok mu tartışmaları kamuoyu önünde sivil toplum kuruluşlarınca ve sade vatandaşlarca tartışılabilir, ama meselâ hükümet üyeleri, özellikle MGK üyeleri alenen bunları tartışamaz. Hele hele birbirlerine cevap verme yarışına giremez. Birbirlerine göndermelerde bulunamaz. Devletin statüsü de, strüktürel pozisyonu da buna müsait değildir.
Birileri kalkıp Türkiye’de demokrasi var mı yok mu, tartışmasını açabilir ve bunu alenen gerekçeleriyle sıralayabilir. Söz gelimi “Demokrasiyle idare edilen ülkelerde askerler, sivil iradeye özellikle seçimlerde halktan vekalet alarak Meclisi dolduran millî iradeye karşı gelemez, tavır koyamaz, alternatif olamaz. Türkiye’de maalesef askerler ikinci bir hükümet gibi, ikinci bir bütçe ile, ikinci bir iç hizmet kanunuyla, ikinci bir anayasa ile, ikinci bir sistem ve anlayışla her alanda kanaatini belirleyerek icraat yapmaktadır. Asker gölgesinde bir demokrasi vardır. Askerî vesayet altında demokrasi olmaz. Militer demokrasi belki olabilir” dese inanın içinden kırk akıllı zor çıkacaktır.
İç hizmet kanunu gereği ileri sürülen askerin “Cumhuriyeti korur ve kollar” yetkisi nerede, ne zaman, hangi şartlarda başlar? Hangi “harekât, muhtıra, ihtilal” cumhuriyeti koruma ve kollama harekâtı, muhtırası ve ihtilâlidir. Cumhuriyet idaresinde askerler silâhını kendi milletinin iradesiyle gelen hükümete ve kendi vatandaşına çevirebilir mi? Buradaki cumhuriyetin tanımının netleşmesi gerekir, dense acaba üst düzey yetkililerimiz net ve kesin bir tanım getirerek sorunun cevabını verebilecekler mi?
Bir başka kademede Türkiye’nin laik olduğu her fırsatta vurgulanır. Laiklik en temel vazgeçilmez unsurlardandır. Ancak bir taraf sürekli karşı tarafı laikliğe ihanet, saldırı ya da muhalefet içinde olmakla suçlarken birisi sahneye çıkıp da “Önce Türkiye’de laiklik var mı, yok mu bunu belirginleştirelim” diye teklifte bulunsa nasıl bir yaklaşım sergileyeceğiz. Var veya yok diye bağırıp çağırarak, sert konuşarak mı? İkinci adımda “Bu sizin bahsettiğiniz laiklik, Avrupa’daki demokrasiyle idare edilen ülkelerdeki gibi bir laiklik mi yoksa, laisizm ve laikliğin şu veya bu ideolojiye göre anlam kaymasına uğratılmış halindeki laiklik m?” diye sorarsa ne tür bir laikliğin uygulamasını yaptığımızı nasıl meşru biçimde ve mukni delillerle açıklayacağız acaba?
Çağdaş ve muasır bir medeniyete taraftar olduğumuzu söylememize rağmen çağdaş medeniyet ve muasır teknoloji konusunda acaba nereye kadar sözlerimizin arkasındayız, nereden sonra bir takım kurumları ve kişileri hıyanet, aymazlık, sinsilik, saldırganlık ve bölücülükle suçlayacağız bunun da tanımı, tarifi, konumu ve sınırları kısaca çerçevesi çizilmemiştir.
Kısaca Türkiye’de bir çok kavram ve terim tartışmaya açılabilir. Var mı yok mu diye. Hukuk var mı yok mu; din ve vicdan özgürlüğü var mı yok mu; demokrasi var mı yok mu; yargının bağımsızlığı, bilimin özerkliği var mı yok mu? Demirel’in meşhur deyimiyle bitirelim “Varsa vardır, yoksa yoktur” diye geçiştiremeyiz.
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Cemaatleşme zaruridir |
|
Bir Hadis-i Şerifte Peygamberimiz “Cemaatte rahmet vardır” buyurmaktadır. Topluma hizmet etmeyi düşünen ve medenî vasfını hayatın içinde yaşamak isteyen her birey; kendini cemaat olarak görür ve cemaatleşme sürecine dahil olur.
Batının 16. yüzyılla başlayan toplum bilimi olarak sosyoloji, Türkiye’nin gündemine gecikerek girdiyse de, endüstri toplumlarında toplumsallaşmanın ürünü olan bir bilimdir.
İslâm inancıyla beslenmiş Müslüman topluluklarında ise, cemaat kavramı istişarî mekanizmalardan kuruludur. Bağlılık esasına dayanır. Ortak hizmet düşüncesinden hareketle, sınırlı beraberlikler bile, süresi içinde cemaatî bir karakter taşır.
Cemaat, “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” deyiminin hayat bulmasıdır. İnsanî düşünmenin ötekide yaşama iradesi, cevaplaşma ihtiyacı ve yardımlaşma sistemi ancak topluluk olma, topluca organize etme ve iş bölümü ile mümkündür.
Cemaat, yakın zaman tahlillere tabi tutulduğunda görülecektir ki, birbiri ile dayanışma gayretidir. Şehirlerdeki yalnızlaşma sonucunda kendi değerlerini kaybetme riski taşıyan insanlar, oksijen çadırı gibi yanlış davranışlardan koruyucu bir özellik arz eden cemaatî ortamlara rağbet etmektedirler.
Toplumun talepleri doğrultusunda kültürel ihtiyacın sonucu olan cemaatî oluşumları, ideolojik rekabetin parçası görenler de bir toplulaşmanın parçasıdırlar. Bir topluluk olarak kendilerini tanımladıklarına göre, ideolojik cephe farkıyla karşı yapılanmayla benzer özellikleri taşıdıklarını görmezden gelmemelidirler.
Cemaatleşme, sivil toplum örgütlenmesidir. Demokratik katılım ve toplumsal uzlaşma zeminlerinin disipline olabileceği platformlardır. Meslekî teşkilatlar, gönüllü kuruluşlar, ortak amaç güden ve kendini deklare etmeyen topluluklar, toplumun taleplerine duyarlı girişimler ve benzeri kurumlar da birer cemaat niteliğindedir.
Bediüzzaman’a göre “Zaman, cemaat zamanıdır.” Örgütlü toplumun olmazsa olmazı cemaat ruhudur. Kurum değeri taşıyan organizeli her gayret, bir cemaat anlayışıdır.
Ortak akıl, müşavere sistemi, uzmanlık ve iş birlikleri; toplumlaşma ile mümkündür. Bu nüveyi oluşturan her teşebbüs, bir inisiyatiftir ve cemaatî hususiyetler taşır.
Sivil inisiyatif şuuru, sosyal ve siyasî hakların savunuculuğunu da beraberinde getirmektedir. Sivil örgütlenme, birey taleplerini karşılama ve özelini tatmin etme ihtiyacından doğmaktadır.
Bu anlamda cemaatleşme, bir zarurettir. Kimsenin bu yapıları tahdit ve tezyif etmeye hakkı yoktur. Topluluklar/cemaatler; sosyalleşmedeki vazgeçilmezlikleri ve birliğin omurgası olan dayanışmaları ile her türlü faaliyeti yaparken kamu kaynaklarından destek aldıkları halde, dinî muhtevası olan cemaatlere hazımsızlık göstermek, bir talihsizliktir.
Dinî hususiyet taşıyan veya dinî duyarlılık içinde olan sosyal hareketleri, diğerlerinden ayrı tutmak, dışlamak ve orduyu bu konuda taraf yapmak, kurumsal sorumlulukla bağdaşmaz.
Acaba cemaatlerin ekonomik kaynakları, bu ülkenin alın teri olan gönüllü destekler değil midir? Bu insanlar, ülkenin bütün yasal sorumluluklarına tabi değiller mi? Vergilerini vermiyorlar mı?
Cemaatlerin çocukları, askere gitmiyorlar mı? Savunma harcamaları onların cebinden çıkmıyor mu?
Lionslar, Rotaryenler veya düşünce ve sosyal dernekler, bir anlamda cemaatleşmiş grup ya da topluluklar da aynı eleştirel bakışla değerlendiriliyorlar mı?
“Topyekun mücadele” tabirini, seferberlik hali gibi cemaatler ve sözde irtica için sarf etmek, ne kadar sağduyulu bir yaklaşımdır?
Giyilen resmî üniforma, kurumun ve onun da ait olduğu milletindir. O temsille bu millete kuşku ile bakılamaz.
İyi ki beşeriyet var, yardımlaşma var ve cemaatleşme var.
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Rızık taahhüt altında |
|
İmanı güçlü bir mü’min rızık konusunda endişelenmez; aç mı, açık mı kalacağım diye telâşa kapılmaz, tevekkülle rızık peşinde koşar. Çünkü bilir ki, “Rızkı veren Allah’tır.”
Ölmeyecek kadar rızkı Allah her hâlükârda verir. Ancak el âleme muhtaç olmamak, izzetle yaşamak için çalışmalı, rızkı yine Ondan istemelidir. Bu konuda Hz. Ali’nin (ra) güzel sözleri var.
O, rızık için gayret göstermeyi tavsiye eder, “Sen rızkını nasıl ararsan, rızkın da seni öyle arar” der. Sallana sallana rızık arayana rızkı sallanarak gelir. Ciddiyeti hayat prensibi edinenlere de rızkı öyle gelir.
Onun, rızkı kumlar içine saçılmış darılara benzettiğini görürüz. Der ki: “Onu toplamaya çalışmazsan kahabat kimde?”
Allah’ın, bizi tembelliğe sevk etmemek, yaratılışımızdaki hareketliliği, dinamizmi devamlı canlı tutmak için bu yola sevk ettiğini anlamak zor olmasa gerek. Çalışma insana hem bir hareket verir, hem onu ataletten, miskinlikten, can sıkıntısından kurtarır, rahatlatır, hem de rızkını elde ettirir.
O ilim kutbunun rızkı aramada güzel bir öğüdü daha var. Rızkı sabahın erken vakitlerinde aramayı tavsiye ediyor: “Erken kalkan rızkını erken bulur” diyor ve mutluluğun bunda olduğunu söylüyor: “Her sabah erken kalkarak işinle uğraşmaya başla, mutlu olursun.”
Güneşi üzerine doğduran, sabahın bereketinden, feyzinden mahrum kalan, öğleye doğru kalkan bir insanın rızkı da kendine davranışları gibi gelecektir. Bıkkın, karamsar, üşengeç ve ümitsiz böyle tiplerin işlerinden de, hayatlarından da zevk almaları mümkün değildir.
Geçimini üzerine aldığı kimselerin çokluğu insanı ümitsizliğe, telâşa sevk etmemelidir. Evdeki yaşlı anne baba rızık vesilesidir. Çocuklar da öyle. “Çocuk çokluğu da rızık bolluğuna alâmettir.” Yeter ki sen çalış, Allah rızkını verecektir.
Nice helâl dairede çalışan gayretli insan vardır ki ekmeğini taştan çıkarmakta, baktığı insanların çokluğuna göre de rızka kavuşmaktadır. Tembel tembel kalıp da kabahati başkalarında aramak ise kendine yazık etmekten başka bir işe yaramaz.
Çalışan, yaptığı işi iyi ve sağlam yapan, güvenli, dürüst insan her zaman kazanır. Çünkü doğruların yardımcısı Hz. Allah’tır.
Tevekkülle rızka yönelene Allah rızık kapılarını açar. Allah Resûlü (asm) bize öylesine teminat verir ki, “Kim Allah’a hakkıyla tevekkül ederse, sabahleyin yuvalarından aç olarak çıkıp da akşam tok olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır”1 buyurur.
Tevekkül Allah’a güvenip sebeplere sarılmak olduğuna göre böyle insanın kazanmaması için ne gibi bir gerekçe gösterilebilir?
Dipnotlar:
1. Tirmizî, Zühd: 33; İbni Mâce, Zühd: 14; Müsned, 1:30, 52.
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Terâvih namazı |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Teravih namazı hakkında bilgi verir misiniz? Şafî mezhebinde olan bir kişi teravih namazını ikişer rekât halinde mi kılmak zorundadır? Dört rekât halinde kılan bir imama uyabilir mi?”
Teravih namazları, Ramazan gecelerinin feyiz kaynağı, nur tufanı ve sevap fırtınasıdır. Allah Resûlü (asm) Ramazan ayı orucu ve teravih namazı hakkında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerindeki namazı (teravih namazını) sünnet kıldım. Öyle ise, kim inanarak ve sevabını kesin şekilde Allah’tan umarak Ramazan ayının gündüzünde oruç tutar, gecesinde de namaz kılarsa, bu geçmiş günahlarına kefaret olur (günahları bağışlanır.)”1
Hz. Âişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) bir gece mescidde nafile namaz kılmıştı. Birçok kimse de ona uyarak namaz kıldı. Sabah olunca ‘Resûlullah geceleyin mescidde namaz kıldı’ diye konuştular. Ertesi gece de Efendimiz (asm) namaz kıldı. Halk yine olanları konuştu, katılanların sayısı iyice arttı. Üçüncü veya dördüncü gece halk yine toplandı. Öyle ki mescid, insanları almayacak hâle gelmişti. Ancak Peygamberimiz (asm) bu dördüncü gecede mescide çıkmadı. Sabah olunca Efendimiz (asm): ‘Yaptığınızı gördüm. Aranıza çıkmamdan beni alıkoyan şey, namazın sizlere farz oluvermesinden korkmamdır’ buyurdu. Bu hadise Ramazanda cereyan etmişti.”2
Ramazan gecelerinde, teravih namazı kılmak sünnet-i müekkededir, yani kuvvetli sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) kılmış ve kılınmasını tavsiye buyurmuştur. Her dört rek’atte bir dinlenmek üzere oturulduğundan “teravih” adıyla anılan bu gece namazı cemaatle kılınabileceği gibi, tek başına da kılınabilir.
Ramazan gecelerinde ayrı bir ibadet hazzı veren teravih namazı orucun değil, Ramazan ayının sünnetidir. Dolayısıyla bu namaz, ister özürlü, isterse özürsüz olsun, oruç tutmayanlar için de sünnet-i müekkede hükmündedir.
Teravih namazı yatsı namazından sonra, vitir namazından önce kılınır ve yirmi rek’attir. Teravih namazında her iki rekâtta bir oturmak ve selâm vermek sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) böyle kılmıştır. Böylece teravihi yirmi rekâtta on selâmla tamamlamak, üzerinde ittifak edilen en faziletli kılınış biçimidir.
Sünnetteki bu şekil, Şafiîlerde vücub emri şeklinde anlaşılmış; diğer mezheplerde ise, normal sünnet olarak algılanmıştır. Bundandır ki, Şafiîlerde teravih namazında “iki rek’âtte bir selâm vermek” vaciptir.
Hanefîlerde iki rekâtta bir selâm vererek kılmak daha faziletli olmakla beraber; dört rekâtta bir selâm vermek de, iki rekâtta bir selâm vermek gibidir. Selâmı dört rekâttan fazla geciktirmek ise mekruhtur. Hanbelîlere ve Malikîlere göre ise, yirmi rekât tek selâmla kılınırsa bile namaz sahihtir; fakat her iki rekâtta bir “selâm sünneti” terk edildiği için, böyle yapmak mekruhtur.
Aslında dikkat edilirse, dört mezhep de aynı nokta üzerinde birleşmiştir. O da şu ki: Teravihte iki rekâtta bir selâm vermek sünnettir ve efdal olan budur.
Cemaatle kılınan namazlarda cevaz verilende değil; efdal olanda birleşmelidir. Fakat eğer imam dört rekâtta bir selâm vermeyi tercih etmişse, arkasındaki Şafiî cemaati de imama uyarak dört rekâtta bir selâm verir. Şafiî cemaatin, imamdan ayrılarak ikinci rekâtta selâm vermelerine gerek yoktur. İmama uydukları için dört rekâtta bir selâm vermek kendileri için mekruh olmaz. Teravih namazı iki rekâtta bir selâm verilince akşam namazının sünneti gibi kılınır. Dört rekâtta bir selâm verilerek kılınırsa yatsı namazının ilk sünneti gibi kılınır. Yani ilk oturuşta “et-Tahıyyâtü” ile birlikte “Salâvatlar” da okunur. Üçüncü rekâta kalkıldığında ise “Sübhâneke” okunur ve “Eûzü Besmele” çekilir.
Terâvih namazının bir kısmı kılındıktan sonra camie gelen bir kimse önce kendisi yatsı namazını kılar; sonra imama, bulunduğu rekâtta uyar. İmamdan sonra teravih namazının kalan rekâtlarını kendisi tamamlar. Vitir namazını en son kılar.
Terâvih namazını çok yavaş kıldırarak cemaati yormak ve sıkmak uygun olmadığı gibi, tadil-i erkâna riayet etmeyecek derecede çok acele de kıldırmamalıdır.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 2/460 2- Buhârî, Salâtu’t-Teravih 1, Cuma 29, 5; Müslim, Müsâfirîn, 177, (761); Muvatta, Salât-fi’r Ramazan 1, (1, 113); Ebû Dâvud, Salât 318, (1373, 1374); Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 4, (3, 202)
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Bu mekânlar müstesna mekânlar...
İbadet yerlerimiz...
Cıvıl cıvıl insanların dolup-boşaldığı yerler...
Onu bu hafta değil, hergün ve her hafta yaşıyoruz.
Ne zaman ruhumuz sıkılsa ona koşuyoruz. Semaya yükselen nârin minareleri, bize kucak açan mihrabı, İlâhî niyazların seslendirildiği minberi, nasihatların yankılandığı vaaz kürsileri ve şarıl şarıl akan suyuyla mü’minlerin kirlerini temizleyen şadırvanları ile camilerimiz...
Burada saf ayrımı yok. Hep yanyana. Hep omuz omuza... Hepimizin istikameti Kâbe-i Muazzama...
Dünyada her mü’min Kâbe’ye yöneliyor. Oradan Allah’a. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, O’nun yüce peygamberine, O’nun kitabına...
Mekke bir mihrap, Medine bir minber... O sultanlar sultanı, bütün mü’minlere bir imam... Muhteşem bir manzara, muhteşem bir dünya.
Camilere böyle baktık, böyle bakacağız...
Bu mekânlar Allah’ın mekânları. Ne karar, ne yönetmelik, bu mekânları mü’minler yapar ve yaptırırlar.
Minarelerinden ezanlar yükselir beş vakitte. Kimi doğudan, kimi batıdan, kimi güneyden, kimi kuzeyden, hiç fark etmez. Oradan niyazlarımız Âlemlerin Rabbine ulaşır. “Affet bizi. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini teslim edinceye kadar bizi emanette emin kıl. Sen affı çok seversin, benim de günahlarımı affet” der, niyaz ederiz.
Bir beldenin Müslümanlığı, minarelerinden ve camilerinden anlaşılır.
Masraflarını halkımız karşılar camilerin. Onun iç ve dış tezyinâtını yine mü’minler yapar. Ecdadımız bu anlamda, Kâbe’yi, Mescid-i Nebevîyi, Mescid-i Aksa’yı, Şam-ı Şerif’i, Bağdat’ı, Anadolu’yu, Balkanları ve Akdeniz’i, cami ve mescidler ile doldurdu. Yaşasın camilerimiz!
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Hayat tecrübelerinden elde edilen bazı hakikatler |
|
Hayat ne güzel bir nimettir. Bu nimeti onu verenin yolunda sarf edebilmek de daha büyük bir nimet olsa gerektir. Gel gör ki, maalesef çoğu zaman insanoğlu kendi iradesiyle bunun tam tersini yapabilmekte, hem kendine, hem de çevresine zarar verebilmektedir.
Bugünkü yazımızda kısa kısa hayat tecrübelerinden elde edilen bazı hakikatleri beraberce mütalaa edip hiç olmazsa birkaçını günlük hayatımıza tatbik edebilmek için hatırlatma gayretine çalışalım.
* Bizden aşağıdakilerin haline bakarak, halimizden “şikâyet” etmeyelim.
* Her ne sebeple olursa olsun “büyüğümüze emretmeyelim.”
* Boş şeylerde “ısrar” etmeyelim. Bazı konularda nefesimizi “boşa tüketmeyelim.”
* Prensip olarak insanları “bekletmeyelim.”
* Katiyen etrafımızı “kirletmeyelim.”
* Üstümüze vazife olmayan şeyleri “merak” etmeyelim.
* Kusurlu ve suçlu isek bunu “inkâr” etmeyelim.
* Birilerine “iyilik” yapmaya “niyet” edelim.
* Bir büyüğü “ziyaret” edip “hürmet” edelim.
* Bu günlük olsun sıkıntıya sabredip, aza “kanaat” edelim.
* Verdiğimiz bir sözümüzde “sebat” edelim.
* Bugün bir şeylerden “tasarruf” edelim.
* Gelin bu gün bir âlimle veya bilge kişiyle Allah rızası için “sohbet” edelim.
* Bugün nefsimizin dünyevî bir isteğine karşı “inat” edelim.
* Bugün veya bu hafta “Soframıza birisini davet” edelim.
* Var olan “sevgimizi” güzel bir lisan ile “ifade” edelim.
* Bugün bir “kalbi fethedelim.”
* Bilsek de birisiyle bir konuyu “istişare” edelim.
* Geçmişte de olsa vicdanımızı rahatsız eden bir “hakkı” gelin bugün teslim edelim.
* Unutulmamak ve daha iyi netice alabilmek için, unutacaksak önemli şeyleri “kaydedelim.”
* Bugün gerçek mânâda her sahada alın teri ile kazanıp çalışanı “takdir” edelim.
* Geçmişte veya bugün başaranın başarısını yürekten bir “tebrik” edelim.
* Meşru olana öncelik vererek bir gün de olsa “mazereti” kabul edelim.
* Tevekkülün, inanan insanın en büyük kaynak veya silâhı olduğunu bilip “tevekküle” devam edelim.
* Bugün veya bu hafta bir “hastayı” ziyaret edelim.
* Bu günden başlayarak çocuğumuza, torunumuza, yeğenimize veya komşu çocuklarına—az da olsa—bir zaman ayırıp, onları “terbiye” etmeye gayret edelim.
* Tebessüm ne güzeldir. Peygamber sünnetidir. Her gün, her yerde, herkese “tebessüm” etme gayreti içerisinde olalım.
* Doğru ve net netice almak için, güvensek de her işi “kontrol” edelim.
* Katiyen ve asla, “emanete ihanet” etmeyelim. Buna müsaade etmeyelim.
* Mutlu bir hayat, şaşmaz ölçü ve prensiplere sahip olmak ve ömür boyu bunları kullanabilmek dilek ve temennisiyle...
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İrtica ve bölücülük tableti |
|
Türkiye için ne irtica tehlikesi var, ne de bölücülük tehlikesi.
Ama Türkiye'de pekâla darbe tehlikesi var.
Hiç kimse ve hiçbir zümre Türkiye'yi ne geriye götürebilir, ne de bu ülkeyi bölebilir. Asla güç yetiremezler.
Ama, son bir asırda bu ülkede tam dört kez kanlı darbe hadisesi yaşandı.
Bunu hiç kimse inkâr edemez.
İşte, kanlı darbe çetelesi:
1909: 31 Mart Vak'ası bahanesiyle Hareket Ordusunca yapılan darbe. Hükümet devrildi, 70–80 kadar münevver vatanperver darağacında sallandırıldı.
1913: Kanlı Bâbıâli Baskını. Hükümet devrildi, hükümet binası içinde devlet adamları katledildi.
1960: 27 Mayıs Darbesi. Hükümet devrildi. Dört devlet adamı katledildi. Dört yüz kadar Demokrat Parti mensubu siyasî çeşitli cezalara çarptırıldı.
1980: 12 Eylül İhtilâli. Hükümet devrildi. Partiler kapatıldı. Sayısız idam kararı infaz edildi. Tarihimizin en büyük terör dalgası, bu süreç içinde ortaya çıktı.
Gariptir, bu darbelerin tamamında, gerekçe olarak hep irtica veya bölücülük tehlikesi dillendirildi.
Bu da gösteriyor ki, bu iki maddeli gerekçe, darbeciler için birer velinimettir. Yahut, iştah açıcı birer tablettir.
Zira, irtica yaygarası yoksa, bölücülük velvelesi yoksa, cuntacılar darbe yapamaz.
Darbe başarıya ulaşmadığı zaman, derbeciler hainlikle suçlanır ve en ağır cezalara çarptırılır. Tıpkı, albay Talat Aydemir ve Fethi Gürcan gibi...
Darbe başarıya ulaştığında ise, darbeciler bir süre baş tacı edilir, sonra da ayağa düşürülür. Tıpkı, başlangıçta "Evren"selleştirilen "Netekim Paşa" misâlinde olduğu gibi...
Şimdi, yeniden irtica ve bölücülük çığırtkanlığı yapanlar var. Bunları iki tablet gibi darbe heveslilere takdim ederek iştihalarını açmaya çalışıyorlar.
Ne var ki, bu kez çığırtkanların sesleri çok zayıf, çok cılız çıkıyor. Demek ki, artık dermanları kesildi.
Anlaşılan o ki, içerden ve dışardan yeterince güç, kuvvet, destek alamıyorlar, taraftar bulamıyorlar.
Doğrusu, sevindirici bir gelişme...
Dileriz, son yüz yıllık tarihimizin darbeler ve darbe teşebbüsleri, hatta niyetleri dahi büsbütün sona ermiş olsun.
Günün Tarihi
Bosna üzerinden büyük savaş provası
5 Ekim 1908: Avusturya, Bosna–Hersek'i ilhak ederek, bu Osmanlı eyaletini topraklarına kattığını resmen ilân etti. Bu ilhak kararı, aslında Osmanlı'yı bitirmeye yönelik bir büyük savaşın provasıydı.
Dönemin Osmanlı hükümeti şayet dikkatli ve itidalli davranmasaydı, 6–7 yıl sonra başlayacak olan Birinci Dünya Harbi, daha o gün patlak verecekti.
Başta Rusya ve İngiltere gibi büyük devletler planlarını buna göre yapacaktı. Onların tahminine göre, Osmanlı devleti bu ilhakı kabul etmeyecek ve Avusturya'nın üzerine kuvvet gönderecekti. Bu da, Osmanlı'nın en zayıf ve iç işlerinde en meşguliyetli olduğu bir zamanda kendi sonunu hazırlamak demekti.
Ne var ki, II. Meşrûtiyetin (ve de hürriyetin) ilânıyla birlikte üç ay evvel iş başına gelen yeni hükümet çok dikkatli davrandı. Askerî kuvvet yerine diplomasi silâhını kullandı. En azından Bosna–Hersek'teki Müslüman nüfusa zulüm ve baskı yapılmamasını sağlamış oldu.
Bu dönemde iş başında olan hükümeti, ağırlıklı olarak Jön Türkler'nin Ahrar (liberal/hürriyetçi) kanadı teşkil ediyordu. Sadrazam Kâmil Paşanın kendisi de Ahrar'a yakın bir devlet adamıydı. Yaptığı diplomatik manevralarla, devletin başına sarılmak istenen bir büyük belâyı en az hasarla savuşturmayı başardı.
Ne var ki, aynı belânın küçüğü 1912 ve 13'te Balkan Savaşları, belânın en büyüğü ise 1914'te başlayan Birinci Dünya Harbi olarak yeniden nüksetti.
Projeksiyon
Tarihin bu kesitine Kur'ân'ın projektörüyle bakan Bediüzzaman Said Nursî, Birinci Şuâ'daki "Yirmi Sekizinci Âyet"in tefsirinde şu tahlili yapıyor: "...1324'te Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir sûikast plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti ’24’te (1908) ilânıyla o plânı akîm bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf, altı-yedi sene sonra, Harb-i Umumî neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr Muahedesinde Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek olan plânlarını akîm bırakmak için, ...(sırasıyla hamiyetperver, milliyetperver ve fedakâr şâkirdlerin) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor." (Şuâlar, s. 619)
Not: Parantez içindeki ifadeler, mânâya mutabık olarak tarafımızdan konuldu. (MLS)
Kritik dönem
Bosna–Hersek eyaletinin Avusturya tarafından ilhakı, Osmanlı'nın en hassas, en kritik dönemine rastlar.
Daha üç ay evvel Meşrûtiyet ilân edilmiş, parlamento yeniden açılmış, Kànun–u Esasî tekrar yürürlüğe konmuş idi. Kezâ, Sultan Abdülhamid'in re'sen atamış olduğu eski kabine gitmiş, yerine Yeni Osmanlılar'ın (Jön Türkler) tasvip ettiği yeni bir hükümet gelmişti. Yani, Osmanlının kendi iç işleriyle alabildiğine meşgul olduğu bir zaman dilimiydi, o günler.
İngiltere ve bilhassa Rusya'nın desteğini arkasına alan Avusturya ise, işte böyle bir zamanda tam bir fırsatçılık örneği sergileyerek Bosna–Hersek'i topraklarına kattığını ilân etti.
Osmanlı hükümetinin o günün şartlarında bölgeye asker gönderme imkânı yoktu. Zira, siyasete bulaşan ordunun âhengi büyük çapta bozulmuştu. Ayrıca, eski kuvveti de kalmamıştı.
Neticede, 1463 yılında Osmanlı idaresi altına geçen Müslüman Boşnaklar, 1878'de kısmen, 1908'de ise tamamıyla Osmanlı idaresinden ayrılmış oldu. Bu tarihten sonra yaklaşık on yıllık bir süre içinde nisbî bir rahatlığa kavuşan Boşnaklar, ne yazık ki 1918'den itibaren giderek artan bir zulüm ve istibdadın pençesine düştüler.
Bu vaziyet, değişen yönetimlere rağmen değişmedi. 1992'deki bağımsızlık hareketi de onlara çok pahalıya mal oldu. Üç yıl süren çok ağır bir savaş ortamının içine düştüler. 240 bin can kaybına uğradılar. Halen, savaşın acı izlerini silmekle meşguller. Bir yandan da Müslüman din kardeşleriyle münasebetlerini sıklaştırmaya gayret ediyorlar. Bu da, gelecek adına ümit vâdeden bir durum olarak görünüyor.
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Kedi katili sorular |
|
Yakınlarımızı da vuran bir deprem olduğunda ilk olarak ne düşünüyoruz? “Acaba onlara bir şey oldu mu? Yaşıyorlarsa şimdi ne yapıyorlardır? Havalar da soğuk, dışarıda üşüyorlar mıdır?” mı?
Bizimle ve yakınlarımızla en ufak bir ilgisi bile olmayan bir depremde ne düşünüyoruz? “Acaba kaç şiddetinde? Bu, başka depremleri de tetikler mi? Şimdi televizyonlar normal yayın akışlarını da keserler. Bizim dizi ne zaman yayınlanacak?” mı?
Tanımadığımız biri öldüğünde ne düşünüyoruz? “Son zamanlarda ölümler ne kadar da arttı? Aman canım kurtulmuş. Kimse ölmese dünyada yaşayacak yer kalmazdı” mı?
Peki ya bir yakınımız öldüğünde? “Hayata beraber başladığımız, dostlarla da yollar ayrıldı bir bir. Gittikçe artıyor yalnızlığımız” mı?
Bir uçak kaçırıldığında, birileri rehin alındığında, silahlı bir terörist etrafa dehşet saçtığında…? Arasında bir yakınımız varken duyduğunuz kaygıyı, isimlerini bilmediğimiz insanlar için de duyuyor muyuz? Yoksa “yaşasın macera” diye mi geçiyor içimizden? Farklı kanalları açıp, her bir tv kanalının farklı yorumlarıyla olayı değişik açılardan inceleme gereği duyuyor muyuz? Yoksa kumandayı bırakıp, o insanlar için endişeleniyor muyuz? Bir film gibi mi izliyoruz, bir hayat dersi alır gibi mi?
Sohbetlere hiç yansımayan, dışarıya hiç vurulmayan, dışarıdan anlaşılmayan bir umursamazlık, bir bananecilik, bir yabancılık var mı?
İçimizi bir endişe, bir korku, bir ürperti sarmıyor mu? Dilimizden gayri ihtiyarî bir duâ dökülmüyor mu? Allah’ım bir an önce bitsin diye geçirmiyor muyuz?
Bu sorulara vereceğimiz samîmî cevaplar anlatıyor bizi. Kimsenin bilemeyeceği bu korku ya da heyecanlar, bu bencil ya da diğergam endişeler, bu hayatı kendinden ibaret bilen ya da empati kurabilen düşünceler çiziyor resmimizi.
Kimse bilmese de, kimseye hissettirmesek de, kimseye zararı dokunmasa da, kimsenin umrunda olmasa da… Biz biraz da buyuz.
Ne kadar içimize kapanık olsak da, kendi alemimizde yaşasak da, modern dünyaya kapılarımızı sonuna kadar kapatsak da… çoktan teslim olmuşuz.
Çoktan…
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İsrotin ve Eurabia |
|
Üç alıntı ile taşlar yerli yerine otursun. Bunlardan birisi Milliyet yazarlarından Semih İdiz’in 23 Eylül 2006 tarihli ‘Sürükleniyoruz’ başlıklı köşe yazısından: “Papa 16’ıncı Benedictus ile birkaç gün önce ölen tanınmış İtalyan gazeteci Oriana Fallaci’nin aynı kefede olmaları elbette ki garip. Zira, Fallaci her fırsatta ‘ateist’ olduğunu vurgulayan biriydi. Buna karşılık, özellikle son mülâkatlarında, Papa’ya hayranlık duyduğunu da sık sık açıklamıştı. Ölümünden kısa bir süre önce Papa tarafından büyük bir sevgi gösterisiyle kabul edilen Fallaci, bu hayranlığını böylece bizzat iletme fırsatını da bulmuştu. Peki neden? Katoliklerin ruhanî lideri ile bir ‘azılı ateist’ arasındaki bu sevgi bağı neye dayanıyordu? Sorunun cevabı basit. Papa ile Fallaci İslamın Avrupa’nın önündeki en büyük tehdit olduğu konusunda mutabakat içindeydiler. Papa elbette ki konuya ‘Hıristiyan Avrupa’ gözlüklerinden bakarken, Fallaci ‘Post-Hıristiyan ve laik Avrupa’ açısından bakıyordu. Ancak, her iki bakış açısına göre, İslamın ne Hıristiyan, ne de laik Avrupa’da yeri var...” Makyavelce ifadesiyle, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ dayanışması. Bu gayri ahlaki tavır Papa’ya yakışır mı, o da bahse değer. Aslı Aydıntaşbaş tanışıklığı sonucu tarihe tanıklık ederek Fallaci’nin de Papa gibi iflah olmaz bir Türkiye muhalifi olduğunu not düşmüştü. Papa ile Fallaci arasındaki dayanışmanın ayaklarından birisini arz edilen bu tablo (Müslümanların kıtadan dışlanması) oluşturuyor.
TARİHİ AYAK: Papa ile Fallaci arasındaki ikinci ortak nokta da tarihî ayak. Bu ortak noktaya önce bir alıntı ile Fallaci zaviyesinden bakalım. Reha Erus Hürriyet gazetesinde 16 Eylül 2006’da yayınlanan bir haberinde bunun ipuçlarını veriyor. ‘İslâm tehlikelidir diyen Fallaci öldü’ başlıklı haberden bu yönde bir kesit: “11 Eylül sonrasında ise İslâm dünyasına savaş açan Fallaci, Batı’nın İslâm tehlikesini, 1453’te İstanbul’un fethi ile yaşamaya başladığını iddia eden kitaplar da kaleme aldı. Fallaci, Papa 16. Benedikt’in Türkiye ile ilgili ‘AB’ye girmemesi gerekir’ sözlerinin de koyu bir destekçisi oldu...”
Bir başka alıntı ile de Papa’nın zaviyesine bakalım: “Joseph Ratzinger, henüz Papa adayı bir kardinalken, 12 Ağustos 2004’te Fransız gazetesi Le Figaro’ya verdiği söyleşide, Avrupa-Türkiye ilişkilerinin geleceğine ilişkin görüşlerini de dile getiriyordu. ‘Türkiye’nin adaylığının incelenmesi daha fazla vurgulanır oldu. Sizce Türkiye’nin AB’ye katılımı, kültürel zenginleşme mi, getirir yoksa kültürel şok mu?’ yolundaki soruya şu cevabı veriyordu Ratzinger: ‘Biz, Avrupa’dan coğrafî değil, kültürel bir kıta olarak bahsettik hep. Bu anlamda Türkiye tarih boyunca Avrupa’ya zıt ve daima farklı bir başka kıtayı temsil etmiştir. Bizans İmparatorluğu ile savaşlar oldu. Ayrıca Konstantinopolis’in düşüşünü, Balkan Savaşlarını, Viyana ve Avusturya’ya yönelik tehditi anımsayınız (Vatikan’da tehdit, Erdal Güven, 24 Eylül 2006 Radikal).”
Görüldüğü gibi Falalci ile Papa İstanbul fethi takıntısıyla tarihî ayakta da buluşuyorlar.
***
Üçüncü ayak da İslâma düşmanlık noktasında aklı referans vermeleri veya aklı dayanak almaları. Bu konuda aklın onların yanında mı yoksa karşısında mı olduğunu akillere havale ediyoruz. Bu durum akiller nezdinde malumdur. Bu hususa girmiyoruz. Zaten gazetecilik günlerinden Kaddafi ile sorunlu bir görüşmesi olan Fallaci’nin akıl sağlığı veya ruh sağlığı noktasında veya kışkırtıcılıkta ve provokatörlükte Kaddafi’den hiç de geri kalır yönü yok. ‘The Strength of Reason’ yani aklın gücü adlı kitabında Avrupalıları İslam’ın işgaline göz yummakla suçluyor. Ya da başka bir ifadeyle, Avrupalı liderleri Avrupa’yı İslama peşkeş çekmekle suçluyor. O kadar ki düşmanı olduğu Katolik Kilisesini bile imdada çağırıyor ve onu, İslam karşısında eli kolu ve aciz bir surette tasvir ediyor yani kışkırtıyor. Bunun sonucu da, Papa ile ortak zeminde buluşma gerçekleşmiştir. Hatta daha da ileri giderek kıtanın kendisini bir fahişe gibi düşmanına (İslam) sattığını ileri sürmüştür (Has sold itself and sells itself to the enemy like a prostitute/15, Eylül 2006, NYTimes) Bu kadın ölümünden önce ateist bir zeminden Nasık Petros gibi Haçlı kışkırtıcılığına başlamıştır. Ölmeden önceki en büyük arzusu Bush’un işgal ettiği Irak’ı görmekmiş. Nasip olmamış. Bin Ladin’le bir mülâkat peşinde koşsaydı gazetecilik geçmişine daha fazla yakışırdı. Ve Fallaci, Avrupa’nın İslam kolonisi ve sömürgesi haline geldiğini ileri sürmüştür. Kaddafi ve Bernard Lewis gibi o da Türkiye’nin üyeliğinin bu süreci pekiştireceğini öngörmüştür. Avrupa’nın altlarına kırmızı halılar serilen teröristlerce ve Müslüman göçmenlerle işgal edildiği tezi en sevdiği tezdi. Yeni Mcchartismin borazanlarından olan ve çılgınlığı müsellem olan Fallaci’nin garip olan kendisini dinleyecek Papa gibi bir kulak da bulmuş olmasıdır. Papa gibi kıtanın en sağduyulusu olması beklenen birisi yangına böyle körükle giderse sokaktaki vatandaşa ne anlatabilirsiniz? Fallaci Avrupa’nın İslâm sömürgecisi haline geldiğini bir de Eurabia kavramıyla remzetmiş yani simgeleştirmişti. Bu Eurabia (Avrupa Arabistanı) bana Kaddafi’nin müşterek Arap—İsrail ortak devletiyle ilgili ortaya attığı tezi ve kavramı hatırlattı: İsrotin. ‘Delidir ne etse yeridir’ demek kolay, ama çıldırmış dünya da bu çılgınları dinliyor.
Kaddafi, Fallaci, Bernard Lewis ve 16’ncı Benedict’i buluşturan ortak nokta veya şeytan üçgeni işte bu aklı karartan çılgınca düşmanlık ve husumettir.
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
A(h)fganistan! |
|
İHH’nın (İnsani Yardım Vakfı) daveti üzerine bir hafta süren bir Afganistan seyahatimiz oldu. 26 Eylül’de başlayan Afganistan seyahatimiz, başşehir Kabil ve kuzeyindeki illeri kapsadı ve İHH ekibiyle birlikte 3 Ekim’de Türkiye’ye döndük.
Türkiye ve Afganistan’ın gündemleri o kadar farklı ki, ‘İki ülke de aynı dünyada mı?” sorusu bile sorulabilir. Birinde ‘irtica’ —sun’i de olsa— gündemin bir parçası yapılmak istenirken, diğerinde; açlık, sefalet, yolsuzluk ve terör gündemi meşgul ediyor.
Tabiî ki, Afganistan’a ‘gezmeye’ değil, İstanbul merkezli olarak pek çok ülkede yardım faaliyetlerini yürüten İHH’nın çalışmalarını yerinde görmeye gittik. Ramazan ayı sebebiyle fakir Afgan halkına yapılan gıda ve eğitim yardımları takdire şayan. Ancak hemen ifade etmek gerekir ki, Afganistan’ın içine sürüklendiği ‘fakr-u zaruret’ halinden, sadece bir iki dernek ya da ülkenin desteğiyle çıkması mümkün değil.
Bir hafta süren gezilerimiz esnasında şahit olduğumuz fakirliği anlatabilmek bile zor. Akla yakınlaştırmak için, Türkiye’de şahit olduğumuz ‘fakir’liğin, 20-30, belki de daha fazla ‘katı’nı düşünmek gerekir.
Bölgede yaşanan en büyük problem susuzluk, yolsuzluk ve buna bağlı olarak ortaya çıkan fukaralık. ‘Yolsuzluk’ iki anlamıyla da Afganistan’a hakim. Hem ulaşım için ‘yol’ yok, hem de çalma/çırpma anlamında ‘yolsuzluk’ had safhada. Ülkeye gönderilen yardımların büyük ölçüde yerine ulaşmadığı söyleniyor, ki görülen manzara da bunun delili. Pek çok ‘tesis’ yarım kalmış vaziyette. Küçük küçük ‘mescid’ler bile bazı yerlerde tamamlanamamış. Oysa böyle hayır ‘iş’lerini yapanların, ‘proje’nin bütün masrafını bir anda karşıladığı bilinir.
‘Yetki’sini kötüye kullanan bazı yöneticilerin, ülkeye gönderilen yardımlardan bile ‘pay’ aldığı iddia ediliyor ki, bunları ‘vuku/’undan beter ‘şuyu/söylenti’ler olarak kabul etmek lazım.
Afganistan’da ‘güven’ ortamı olmadığı için, huzur da yok. ‘Yok’ların listesi, ‘var’ları çok aşıyor. Başkent Kabil’de bile bir altyapı olmadığı ve elektriğin de 3-5 saat verilebildiğini söylemek, durumu anlatmak için yeterli olur mu?
Eğitim konusundaki sıkıntıları anlatmak için de, pek çok okulda çocukların tabanı toprak/beton olan sınıflarda, yerlere oturarak ders yaptıklarını hatırlatmak, yeterli olur mu? Evet, pek çok okulda yeterli sınıf yok, sınıf olanlarda da sıra yok. Sınıf yerine ağaçların gölgesinde ders yapılıyor. Yaşları 40’ın üzerinde olan kadın/erkek milyonlarca kişi (bilhassa köylerde yaşayanlar) okuma yazma bilmiyor. Ayaklarda terlik, toz-toprak içinde kalmış vaziyetteler. Dağlar arasında düz ovalar var, ancak sulama imkânı olmadığı için yapılan tarım da verimsiz. Traktör, ancak bazı ‘zengin’lerin kullanabildiği bir tarım aracı.
Bütün bunların üstüne tuz/biber olarak da ‘terör’ yaşanıyor. Bilhassa ülkenin güney illerinde ‘canlı bomba’lar hayatı alt/üst ediyor. Başkent Kabil ve kuzeyi, bu hususta kısmen rahat. Gerçi Kabil’de de canlı bombalar patlıyor, ama daha kuzeyine ‘terör’ ulaşamamış.
Kısacası Afganistan’da “Cehalet, zaruret ve ihtilaf” yaşanıyor. Çaresi ise belli: Bu düşmanlara “san’at, marifet ve ittihad” silahlarıyla cevep vermek. İnşaallah, bütün dünyanın da yardımıyla Afganistan sıkıntıları aşar ve AHGANİSTAN olmaktan kurtulur.
Dünyanın huzur ve sükunu için de buna ihtiyaç var...
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Gerginlik değil, diyalogu seçiyor |
|
İspanya’da kendilerine, “dört kediler” adını veren kafadarların parlamento binasına girip, başbakanın koltuğunu çaldığını öğrenince, Erdoğan’ın koltuğunun yerinde olup, olmadığını görmek üzere bi koşu başbakanlığa gittim.
Erdoğan’ın koltuğu yerinde duruyordu da, uçak yoktu.
Hangi uçak mı?
THY’nin uçağı elbette ki. Hakan Ekinci tarafından İtalya’ya kaçırılmıştı. Uçak yerinde duruyor mu, durmuyor mu gidip onu da kontrol et demeyin bana. O bölgeler Ağca’nın ilgi alanına girdiği için uzak durmakta fayda var.
Ama şunu kontrol etmedim değil. Uçak kaçırıldı haberinin ta ilk başından, korsanın görüntülerine ulaşabildiğimiz ana kadar hep o soruyu sordum.
Hatta öyle ki, gece gelişmeleri takip eden meslektaşlarımla konuşurken, iki de bir kıyafeti nasılmış, diye sorduğum olmuş.
Ancak bu korsan hayal kırıklığına uğrattı beni.
Üzerine kurduğum tüm komplo teorilerinin çökmesine sebep oldu.
Sen git sakalsız, bıyıksız ol. Başında sarık, sırtında cüppe bulunup, bacağında şalvar olmasın.
Hadi bunu yaptın, be adam “radikal dinci-minci” de mi olamazdın, gittin bir de Hıristiyan çıktın.
Memleketin makus talihi ile oynamaya ne hakkın var senin.
Şöyle güzel bir cüppeli, şalvarlı, tercihan İsmailağa cemaati mensubu çıksan da, irtica tehdidi diye yeri göğü inletenler, “İşte bakın, irtica gökyüzüne bile sızdı” diye ortalığı inletselerdi.
Biz senden yeni 28 Şubatlara vesile olmanı beklerken, gittin bir de Hıristiyan çıkıp tüm planlarımızı alt üst ettin.
Yaptığın affedilecek gibi değil, Hakan...
Ama üzülme.
Bize ilk Hıristiyan tokadı vuran sen değilsin.
Aktaracağım olay ABD’nin Pensilvanya eyaletinde meydana geldi.
Bir okulu basan saldırgan, erkek çocukları serbest bıraktıktan sonra, kız çocuklarını sıraya dizip, teker teker vurmaya başladı.
Başlarına ateş edilen 3 kız çocuğu orada hayatını kaybetti.
Saldırgan polisin müdahalesi karşısında ise silahı kendine sıkarak intihar etti.
Okul, Hıristiyanlığın bir kolu olan Amish azınlığın gittiği bir okuldu.
Muhtemelen saldırgan da aynı inancı taşıyordu.
Yani modern hayatın her türlü teknolojik yeniliğini reddeden Amish inancına mensuptu.
Bizimkilerin ballandıra ballandıra kullandığı, “kökten dinci” takımından.
Erkekler at arabasıyla tarlada çalışıp, kadınlar kıyafetlerinde metal düğme kullanmayacak kadar, medeniyetin imkânlarına uzak duruyorlar.
Modern hayatın dini bozduğu inancını taşıyorlardı.
Zaten kendisi de bir Amish olan saldırgan, modern hayatın imkânlarını kullanarak kirlendiğini düşündüğü çocukları cennete göndermek için bu yolu seçmişti.
Tüyler ürpertici bir olay.
Ancak buna rağmen Amishlerin varlığı ABD yönetimini tedirgin etmiyor.
Hatta Amishlere, turizme vesile olan kültürel bir öğe olarak bakıyorlar.
Allah muhafaza benzer bir durum bizde olsa ne olurdu?
Genelkurmay Başkanı mı, yoksa Kara Kuvvetleri Komutanı mı açıklama yapar tartışması çoktan başlar, CHP grubu olağanüstü toplanır, üst üste açıklamalar yapılır, Anıtkabir’e yürüyüşler eşliğinde, kalemini askerin hizmetine veren tipler ekran ekran gezip darbe davetiyeli yorumlar yapardı.
Ancak ne korsan Hakan, ne de Amish patentli katil bizi bu imkândan mahrum ettiler.
Hadi olmadı en azından Müslüman olsalardı, o kadar bir açık kapı dahi bırakmadılar.
İçinde bulunduğumuz durum, Mac Carthy tipi bir cadı avcılığı...
Birileri ekranda gerdan kırarak, “türbülansa girdik” yorumları yapıp, askeri kışkırtmaya çalışsa da, hükümet cephesinden farklı sinyaller geliyor.
Başbakan Erdoğan’ın ABD gezisi dönüşünde uçakta bu konuda geniş değerlendirmeler yaptığı ve askerle diyalog içinde bu konunun krize dönüşmesini önleme düşüncesinde olduğu belirtiliyor.
Ertuğrul Özkök’ün deyimi ile, hükümet, askerle bir “detant” başlatmak için adım atacak.
Geçmişte, askerin tavrı ve hazırlanan süreçler karşısında sivillerden şöyle ya da böyle başarılı bir liderlik göremedik.
Birkaç istisna dışında uçağı türbülanstan çıkarıp, hava limanına indirmeyi başaramadılar.
Erdoğan’ın askerle görüşerek kuşkularını giderme ve onlarla işbirliği içinde Türkiye’yi gerilimden çıkarma planı çok önemli.
Gerginlik yerine sağduyu, kriz yerine diyalogu esas alan bu sürecin çok özenle oluşturulup, dikkatle yürütülmesi gerekiyor.
Bu süreçte Türkiye’nin rotasını Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın liderliği belirleyecek.
Çoktandır çağırdığımız sağduyu sanıyorum geliyor. Ey sağduyu geldinse, üç kez de masaya vur da geldiğinden emin olalım...
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bu defa niye tutmadı? |
|
Durduk yere irticayı gündeme taşımak için yapılan ilk ataklar, şu aşamada pek sonuç vermişe benzemiyor. Bunu medyanın “iki arada bir derede” görüntüsü veren şaşkın tavrına bakarak görmek mümkün.
Org. Büyükanıt’tan yeri göğü sarsacak çok sert ve keskin bir çıkış bekleyen bazıları ise “Hayal kırıklığına uğradık, konuşma fazla mülâyimdi” şeklinde yorumlar yapıyorlar.
Keza, “Komutanların irtica vurgusu toplumsal destek bulmuyor” diyenler mevcut.
Bunun pek çok sebebi var. Bazılarını birlikte tahlil edip değerlendirmeye çalışırsak:
Bir defa, bu söylemler artık bu konuda titiz ve duyarlı kesimlerde bile kanıksanır hale geldi. Bu yüzden etkisini kaybetti.
Bunda, AB sürecinde alınan mesafenin de rolü büyük.
Bir başka önemli faktör, irtica tartışmalarının başlatılmasındaki zamanlama hatası. Bu konuşmaların, insanların dinî duygularının zirveye çıktığı Ramazan ayında yapılması ters tepti.
Konuşmaların içeriğinde de dindarları incitecek ve rahatsız edecek çok vahim hatalar yapıldı. Özellikle Org. Başbuğ’un doğrudan cemaatlerle tarikatları hedef alan sözleriyle Ora. Karahanoğlu’nun Türkçe ezanı savunan ve Arapça ezana dönülmesini “karşıdevrimcilere verilmiş bir taviz” olarak niteleyen konuşması bu noktada son derece talihsiz beyanlardı.
Bu bağlamda bir diğer talihsizlik de, Büyükanıt’ın konuştuğu Harp Akademileri’nde ilk dersin, Prof. Dr. Celal Şengör gibi problemli ve tartışmalı bir isme verdirilmesi oldu.
Kamuoyunun daha çok depreme ilişkin beyanlarıyla tanıdığı Şengör’ün, hassas dinî konulardaki “aykırı” fikirleri pek bilinmiyor.
Nitekim akademideki “Atatürk ve eğitim” konulu dersinde de bunun bir işaretini vermiş: Atatürk’ün, ön yüzbaşı olduğu dönemde General Litzman’dan çevirdiği “Takımın Muhabere Talimi” adlı kitabı, aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim için kullanılan bir tamlama olan “Kitab-ı Mübîn” olarak da nitelendirdiğini söylemiş. (Cumhuriyet, 3.10.2006)
Atatürk’ün Kur’ân için ne düşündüğünü gösteren yeni bir belge olarak, 1932-33 yıllarında Ankara’da görev yapan ABD Büyükelçisinin raporu yakınlarda yayınlanmıştı.
Şengör’ün sözleri, bu belgede anlatılanları teyid eder nitelikte. Ve bu, işin bir ciheti.
Diğer cihetinde ise, Şengör’ün Kur’ân’la ilgili—Atatürk’le örtüşse de—milletin inançlarıyla çelişen kendi görüşleri yer almakta.
Şengör, uzmanlık alanına hiç girmediği halde Kur’ân yorumu ve tefsir tarihi bahsinde de kalem oynatan, bu çerçevede “Kur’ân metni, bize din derslerimizde öğretildiği gibi, Peygamberden günümüze kadar hiç değişikliğe uğramadan gelmiş kanonik bir metin değildir” iddiasında bulunabilen bir kişi. (Cumhuriyet Bilim Teknik eki, 1.9.2006)
Şengör’ün, “Emrettiler geldim” diye başladığı dersi “Arz ederim” diye bitirmesi gibi “şirinlik”leri ve birçok yazısıyla askere verdiği ateşli destek komutanların hoşuna gitmiş olabilir.
Ama fikir yapısı bu olan bir kişiye gösterdiği itibar, TSK’yı milletten biraz daha uzaklaştırır.
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|