Üç alıntı ile taşlar yerli yerine otursun. Bunlardan birisi Milliyet yazarlarından Semih İdiz’in 23 Eylül 2006 tarihli ‘Sürükleniyoruz’ başlıklı köşe yazısından: “Papa 16’ıncı Benedictus ile birkaç gün önce ölen tanınmış İtalyan gazeteci Oriana Fallaci’nin aynı kefede olmaları elbette ki garip. Zira, Fallaci her fırsatta ‘ateist’ olduğunu vurgulayan biriydi. Buna karşılık, özellikle son mülâkatlarında, Papa’ya hayranlık duyduğunu da sık sık açıklamıştı. Ölümünden kısa bir süre önce Papa tarafından büyük bir sevgi gösterisiyle kabul edilen Fallaci, bu hayranlığını böylece bizzat iletme fırsatını da bulmuştu. Peki neden? Katoliklerin ruhanî lideri ile bir ‘azılı ateist’ arasındaki bu sevgi bağı neye dayanıyordu? Sorunun cevabı basit. Papa ile Fallaci İslamın Avrupa’nın önündeki en büyük tehdit olduğu konusunda mutabakat içindeydiler. Papa elbette ki konuya ‘Hıristiyan Avrupa’ gözlüklerinden bakarken, Fallaci ‘Post-Hıristiyan ve laik Avrupa’ açısından bakıyordu. Ancak, her iki bakış açısına göre, İslamın ne Hıristiyan, ne de laik Avrupa’da yeri var...” Makyavelce ifadesiyle, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ dayanışması. Bu gayri ahlaki tavır Papa’ya yakışır mı, o da bahse değer. Aslı Aydıntaşbaş tanışıklığı sonucu tarihe tanıklık ederek Fallaci’nin de Papa gibi iflah olmaz bir Türkiye muhalifi olduğunu not düşmüştü. Papa ile Fallaci arasındaki dayanışmanın ayaklarından birisini arz edilen bu tablo (Müslümanların kıtadan dışlanması) oluşturuyor.
TARİHİ AYAK: Papa ile Fallaci arasındaki ikinci ortak nokta da tarihî ayak. Bu ortak noktaya önce bir alıntı ile Fallaci zaviyesinden bakalım. Reha Erus Hürriyet gazetesinde 16 Eylül 2006’da yayınlanan bir haberinde bunun ipuçlarını veriyor. ‘İslâm tehlikelidir diyen Fallaci öldü’ başlıklı haberden bu yönde bir kesit: “11 Eylül sonrasında ise İslâm dünyasına savaş açan Fallaci, Batı’nın İslâm tehlikesini, 1453’te İstanbul’un fethi ile yaşamaya başladığını iddia eden kitaplar da kaleme aldı. Fallaci, Papa 16. Benedikt’in Türkiye ile ilgili ‘AB’ye girmemesi gerekir’ sözlerinin de koyu bir destekçisi oldu...”
Bir başka alıntı ile de Papa’nın zaviyesine bakalım: “Joseph Ratzinger, henüz Papa adayı bir kardinalken, 12 Ağustos 2004’te Fransız gazetesi Le Figaro’ya verdiği söyleşide, Avrupa-Türkiye ilişkilerinin geleceğine ilişkin görüşlerini de dile getiriyordu. ‘Türkiye’nin adaylığının incelenmesi daha fazla vurgulanır oldu. Sizce Türkiye’nin AB’ye katılımı, kültürel zenginleşme mi, getirir yoksa kültürel şok mu?’ yolundaki soruya şu cevabı veriyordu Ratzinger: ‘Biz, Avrupa’dan coğrafî değil, kültürel bir kıta olarak bahsettik hep. Bu anlamda Türkiye tarih boyunca Avrupa’ya zıt ve daima farklı bir başka kıtayı temsil etmiştir. Bizans İmparatorluğu ile savaşlar oldu. Ayrıca Konstantinopolis’in düşüşünü, Balkan Savaşlarını, Viyana ve Avusturya’ya yönelik tehditi anımsayınız (Vatikan’da tehdit, Erdal Güven, 24 Eylül 2006 Radikal).”
Görüldüğü gibi Falalci ile Papa İstanbul fethi takıntısıyla tarihî ayakta da buluşuyorlar.
***
Üçüncü ayak da İslâma düşmanlık noktasında aklı referans vermeleri veya aklı dayanak almaları. Bu konuda aklın onların yanında mı yoksa karşısında mı olduğunu akillere havale ediyoruz. Bu durum akiller nezdinde malumdur. Bu hususa girmiyoruz. Zaten gazetecilik günlerinden Kaddafi ile sorunlu bir görüşmesi olan Fallaci’nin akıl sağlığı veya ruh sağlığı noktasında veya kışkırtıcılıkta ve provokatörlükte Kaddafi’den hiç de geri kalır yönü yok. ‘The Strength of Reason’ yani aklın gücü adlı kitabında Avrupalıları İslam’ın işgaline göz yummakla suçluyor. Ya da başka bir ifadeyle, Avrupalı liderleri Avrupa’yı İslama peşkeş çekmekle suçluyor. O kadar ki düşmanı olduğu Katolik Kilisesini bile imdada çağırıyor ve onu, İslam karşısında eli kolu ve aciz bir surette tasvir ediyor yani kışkırtıyor. Bunun sonucu da, Papa ile ortak zeminde buluşma gerçekleşmiştir. Hatta daha da ileri giderek kıtanın kendisini bir fahişe gibi düşmanına (İslam) sattığını ileri sürmüştür (Has sold itself and sells itself to the enemy like a prostitute/15, Eylül 2006, NYTimes) Bu kadın ölümünden önce ateist bir zeminden Nasık Petros gibi Haçlı kışkırtıcılığına başlamıştır. Ölmeden önceki en büyük arzusu Bush’un işgal ettiği Irak’ı görmekmiş. Nasip olmamış. Bin Ladin’le bir mülâkat peşinde koşsaydı gazetecilik geçmişine daha fazla yakışırdı. Ve Fallaci, Avrupa’nın İslam kolonisi ve sömürgesi haline geldiğini ileri sürmüştür. Kaddafi ve Bernard Lewis gibi o da Türkiye’nin üyeliğinin bu süreci pekiştireceğini öngörmüştür. Avrupa’nın altlarına kırmızı halılar serilen teröristlerce ve Müslüman göçmenlerle işgal edildiği tezi en sevdiği tezdi. Yeni Mcchartismin borazanlarından olan ve çılgınlığı müsellem olan Fallaci’nin garip olan kendisini dinleyecek Papa gibi bir kulak da bulmuş olmasıdır. Papa gibi kıtanın en sağduyulusu olması beklenen birisi yangına böyle körükle giderse sokaktaki vatandaşa ne anlatabilirsiniz? Fallaci Avrupa’nın İslâm sömürgecisi haline geldiğini bir de Eurabia kavramıyla remzetmiş yani simgeleştirmişti. Bu Eurabia (Avrupa Arabistanı) bana Kaddafi’nin müşterek Arap—İsrail ortak devletiyle ilgili ortaya attığı tezi ve kavramı hatırlattı: İsrotin. ‘Delidir ne etse yeridir’ demek kolay, ama çıldırmış dünya da bu çılgınları dinliyor.
Kaddafi, Fallaci, Bernard Lewis ve 16’ncı Benedict’i buluşturan ortak nokta veya şeytan üçgeni işte bu aklı karartan çılgınca düşmanlık ve husumettir.
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|