İslâm dünyası son iki yüz yıldır binbir türlü badireler içinde bir çok devletlerin ve milletlerin zulmüne maruz kalmıştır. Özellikle Devlet-i Âliye-i Osmaniyye’nin inkirazı sürecinde ve bu sürecin sonrasında imâmesinden kopmuş tesbih taneleri gibi her bir yana dağılarak zayıf ve çaresiz durumda her türlü siyasî ve sosyal etkileşime ve müdaheleye maruz kalmışlardır. Milenyum çağında da maalesef bu durum daha girift ve karmaşık bir şekilde sürüp gitmektedir.
İslâm dünyası son yüz yılda ne eğitim, ne kültür ve ne de teknoloji alanında hemen hiçbir şey yapmamış, sadece önceki yüzyıllardan tevarüs eden kültürel kimlik çatışmalarını ve meslek ihtilaflarını tavizsiz bir şekilde bu günlere taşımasını başarabilmiştir.
Herkes kendini değiştirmeden ve yanlışlarından vazgeçmeden başkalarından değişim ve taviz bekleme durumunda kalmıştır. Oysa değişim isteyenler, değişimi öncelikle kendilerine uygulamalıydılar. Ve bunu yaparken başkalarının değişimini beklemeden yapmalıydılar.
Bunun içindir ki İslâm dünyasında sürekli şikâyet ve hayıflanmalar dile getirilmekte, çözüm ve uygulama konusunda ise hiçbir hareket görülmemektedir. Değişimin kendini tekzip ve inkâr; yaklaşım ve hoşgörünün de karşıyı haklı görme olarak algılandığı ve neticede bir din değiştirme gibi addedildiği bir atmosferde İslâm cephesinde yeni bir şey yok demekten başka bir ifade tarzı da kalmamaktadır.
Problemlerin dışarıdaki kaynaklarını tanımlamanın yanında, içerdeki kaynaklarını da ele almak lâzım gelirken her nedense işin kolayına kaçmak veya uğraşacak güçten ve kapasiteden aciz oluş sebebiyle hep dış kaynaklar hedef olarak gösterilmektedir. İç meseleler üstün körü geçiştirilmektedir. Söz gelimi bu gün İsrail devletinin zulmü ve gaddarlığı konusunda hemen herkes lânet okumada müttefiktir. Hemen herkes İsrail’in bir gün bu zulmün altında kalacağı ve yerle bir olacağı inancını taşımaktadır. Yapılan her saldırı ve taarruzdan sonra Yahudi milletinin durdurulması, cezalandırılması gerektiği talepleri de ortak paydamızdır. İşin garip taraflarından birisi İsrail zulmünü durdurması için başvurulan kuvvetlerin ve devletlerin İslâm dünyası dışındaki güç ve kuvvetler olması, diğeri ise gayrı müslim konumundaki bu kuvvetlerden İslâmî hassasiyetle dolu bir adalet anlayışının talep edilmesidir. Kendi inanç ve kimliğimizle, kendi dindaş, kardeş veya vatandaşımıza göstermediğimiz ince adalet anlayışını başkalarından beklememiz ve onca çaresizlik içinde yüzmemize rağmen “Durdurulsun, adalet sağlansın, cezalandırılsın!” şeklinde sağdan soldan birilerinin müdahele isteğimizi tekrarlayıp durmamızdır.
Müslümanların İsrail zulmüne karşılık adalet beklentileri hep neticesiz kalırken bunun iç plandaki sorgulaması de hep akim kalmaktadır. Başka bir deyişle Müslümanlar kendi aralarında bir Hz. Ömer (r.a) adaletinin ne kadarını gerçekleştirebilmişlerdir? Bir Müslüman, diğer bir Müslümana ne kadar şefkatli ve hoşgörülü davranabilmiştir? Ya da İslâm dünyasında Müslüman devletlerin, grupların, cemaatlerin ve fertlerin birbirlerine yaptıkları zulüm, haksızlık, kayırmacılık İsrail zulmünden ne kadar farklıdır ve ne kadar haklı gerekçelerle doludur? Son 20 yılda siyasal ve mezhepçilik eksenli iç çatışmalarda ve cepheleşmelerde İslâmın adalet anlayışıyla nerede ve ne zaman muamele ettiğimizi tam olarak hatırlayanımız var mıdır acaba?
Kendimize iğneyi unutup başkalarına çuvaldız batırmak nereye kadar sürecektir?
14.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|