Bilindiği gibi UNESCO, her yılı kültürel bir programa ayırıyor ve dünya çapında kutlanmasını sağlayacak faaliyetlere imkân sağlıyor.
Bu çerçevede 2007 yılının “Mevlânâ yılı” ilân edilmesiyle birlikte gerçekleştirilecek faaliyetler sebebiyle her yönüyle bir hareketliliğin olacağı kuşkusuz. Olacağı kuşkusuz olmaya kuşkusuz da… Nasıl olacağı son derece kuşkulu!
Sizce de öyle değil mi?
Daha önce de benzer bir faaliyet Yunus Emre adına yapılmıştı… Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanlığının, resmî ve özel kültür kurumlarının, kültür adamlarının elinden gele gele; “Yunus Divanı”nın, matbaacılık açısından farklı kalitelerde baskıları yapmak, “Yunus Emre Oratoryosu’nu” hatırlatmak gelmişti… Bir de en geniş katılımlısı Eskişehir’de olmak üzere, Yunus Emre adına, çeşitli çapta toplantılar, paneller, konferanslar düzenlenmişti…
Çağımızın en temel tanıtım araçlarından olan sinema / TV ise hiçbir biçimde kullanılamamıştı, kullanılmamıştı.
Evet… 2007’de UNESCO tarafından Mevlânâ yılı olarak ilân edildi…
Şu anda duyabildiğimiz tek ciddî çalışma, Konya Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından yürütülen “Mevlânâ filmi” projesi… Yine Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından Mesnevî’nin, 20 dilde basılıp dağıtılmakta olduğunu biliyoruz… Bir de kitapçı vitrinlerini “Mesnevî’den seçme hikâyeler” ortak adıyla dolduran farklı kalınlıktaki kitaplarda artış olduğunu görüyoruz… Kalitesini gündeme getirmeden…
Tabiî bu durumdan istifade edip, yıllardır Mevlânâ’nın adı etrafından farklı çabalarını sürdürme gayreti içinde olan gruplar da içinde “Mevlânâ” adı geçen kitapları aralara sıkıştırıp “kuş” avlama gayreti içindeler…
Eeee… Daha 2007’ye çooook var!
Bekleyip görelim, o ulu gönül ustasına lâyık olacak neler yapacağız yıl boyunca!
“Sema” kime yakışır?
Elbette Mevlânâ’dan bahsedince “Mevlevîlik” ve “sema” kavramları da peşpeşe geliyor gündeme…
Mevlânâ’nın “Gel…” dâvetine uyduğunu belirtip, ona bağlı olduğunu söylemekle yetinmeyip, “Mevlevî’yim” diyenlere sıkça rastlamak mümkün! Tabiî her fırsatta “sema” dönenlere, dönülmesini isteyenlere de… Bu konuda 3 yıl önce bu sütunlarda sizinle şu satırları paylaşmıştım. Hatırlamanın tam sırası:
“Semazenlik yapan kadınlar ve uluorta her fırsatta dönen semazenlerle ilgili yakınmalar üzerine az da olsa uyarılarda bulunanlar, fikirler ileri sürenler de oluyor elbette. Ama sanırım bu konuda en ehil kişiye kulak vermemiz daha doğru olacak.
Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, “Maarif” (Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1949- Meliha Tarıkâhya tercümesi) isimli eserinin 3’üncü faslına başlarken; ‘Bir adam: diye sordu.’ diyor.
Semayı kimlerin yapabileceğinin, ya da sorudaki biçimiyle, semanın kimlere yakışacağının cevabını Sultan Veled’den, ana kaynaktan alalım da uluorta sema edenler bir düşünsünler ettiklerini…
Söz Sultan Veled’de: ‘Bunun cevabı mufassaldır, dedik. Sadık ve her türlü mücahedeyi yapmış, namaz, oruç, zikir gibi ibadetlerle senelerce Tanrıyı talep etmiş, ondan hâsıl olmuş olan halet ve zevki iç terazisiyle tartmış, eksiğini, fazlasını bilmiş olan bir dervişin döndüğünü ve sazın, rebabın, ‘ney’in sesini işittiği zaman, ilâhî hali ziyadeleşir. Aşk ve fakr müftüleri, derviş için bunları reva görürler. Çünkü onun, bunlardan maksadı zevk, eğlence değil, Tanrıya yaklaşmaktır.
“Eğer bu ilâhî hal kendisinde namaz, oruç, zikir ile hâsıl oluyorsa, bu maksat daha iyi bir şekilde elde edildiğinden, eğlenceye, saza ve sema’a izin vermezler.
“Bununla beraber bu derviş, sema ve eğlenceyle meşgul olsa bile onun bu halini başkalarının haline benzetmek doğru değildir. Çünkü görünüşte onun bu hali küfür ise de bu küfürde bir din gizlidir.
“O derviş, mânen tamamiyle imana gark olmuştur. Başkalarının eğlencesi ise, küfür içinde küfür, zulmet içinde zulmet olur. Bundan başka fakr yolu, şeraitin özü ve içidir. Bir şeyin özü ve içi ise o şeyden başka bir şey değildir.’”
“Neme gerek!”
Günümüze pusula olabilecek bir olayı da paylaşmak istedim sizinle… Sözüm meclisten dışarı efendim… Yarası olanlar gocunsun!
Kanunî Sultan Süleyman ile büyük İslâm âlimlerinden Yahya Efendi sütkardeştirler.
Yahya Efendi, duâsı kabul olan, kerâmet ehli bir zâttır. Bir gün Kanunî Sultan Süleyman, Osmanoğullarının sonunun nasıl olacağını Yahya Efendi’ye sormak ister. Bu isteğini de bir kâğıda şu şekilde yazarak kendisine gönderir:
“Ağabey! Sen İlâhî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de biz Osmanoğullarının akıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak? Eğer öyle olacaksa bunun sebebi ne ola?”
Soruyu okuyan Yahya Efendi sadece şu cevabı yazar ve padişaha gönderir:
“Kardeşim! Neme gerek!
Cevabı okuyan Kanunî hayretler içerisinde kalır ve hemen kayığa binerek bugünkü Yıldız Parkı’nın yanında bulunan dergâha gider. Soru sorup da cevap alamamanın üzüntüsüyle süt ağabeyinin yanına çıkan Kanunî Sultan Süleyman üzüntü içerisinde;
“Ağabey, bu ne iştir? Sualimize cevap vermediniz. Yoksa bir kusur mu işledik?” der.
Yahya Efendi;
“Biz cevap verdik! Ancak bunu sizin anlayamamanıza şaşarız” deyince, Kanunî hayretle yine sorar;
“Nasıl cevap verdiniz?”
Yahya Efendi verdiği cevapla ilgili şunları söyler Kanunî Sultan Süleyman’a:
“Bak kardeşim! Bir devlette haksızlık ve zulüm yayılır, bunu işitip görenler de derlerse, mâni olmazlarsa; bir koyunu kurt değil de çoban yerse, bunu bilenler de hakikati söylemezse; fakirlerin, muhtaçların, gariplerin feryâdı göklere çıkıp, bunları taşlardan başkası işitmezse, işte o zaman neslinin yok olmasını bekle. Hazineler boşalır, asker itaat etmez, işte o zaman yok olmak zamanıdır.”
Padişah, işittiklerinin hüznü, ağabeyinin duasını almış olmanın huzuru içerisinde oradan ayrılır.
03.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|