İnsanı süzer imiş hayat. İmbiklere koyar imiş, üstte kalmaya takat mi var? Nefes almayı zorlar imiş.
Hayat hakkında ne çok cümlemiz vardır. Hepimiz kendi yaşam deneyimlerimizle şekillendirir ve isim koyarız ona. Hangimizin yüreğinde ne şekil alıyorsa o olur.
Elleri nasırlı, gün görmüş geçirmiş bilge bir ihtiyar gibi devamlı bir şeyler okutturur. Onun yanında pek söz düşmez bize. Ya da cümlelerimiz çok değer taşımaz. Kendi okutturmak istediklerini getirir kor önümüze. Bize de onu yaşamak düşer sadece…
Bazen yaşadığımız olaylar hayatla ve kendimizle bağlantımızı koparır. Bir silüetin içerisindeyizdir sanki. Yoldan geçenler vardır, ama onlar bizim dışımızdadır. Hatta en yakınlarımız dahi böyledir. Onlar bile bize ulaşamazlar, bizim onlara ulaşamadığımız gibi. Loş bir koridorda, dağılan yüreğimizin zerrelerini toparlamakla meşgulüzdür. Kalbimizin labirentleri her zamankinden daha karmaşıktır. Ormanımızın derinliklerinde kaybolmuş bir yolcu gibi şaşkın ve korkulu izleriz olanı biteni.
Etrafımızda bir sürü insan vardır, ama sanki biz her şeyden soyutlanmış cam bir odadayızdır ve bizimle konuşanlar o camın arkasından konuşuyor gibidir. Sesler yok, sadece dudak kıpırdamaları ve bazı bedensel hareketler vardır. O kadar. Ne konuştuklarını anlamaya çalışırız sadece. Anlayabildiğimiz bir iki cümleyi geçmez. O da içimizden kopan parçaları birleştirmeye yetmez. O kadar yoğundur ki hisler, dağılan her zerrenin ayrı ayrı duygularını yeniden devşiririz.
Aslında bu dönemler varlığımızla karşı karşıya geldiğimiz ruhumuzun tüm çıplaklığıyla bize açıldığı dönemlerdir. En çıplak ve saf haliyle buluşuruz kendimizle hayatın tam orta yerinde. Belki de hayat okulundan öğreneceği bir çift cümlenin peşindedir yürek. Onca yaşananlar bu iki cümle içindir. Hani der ya Bediüzzaman; “Kırk yaşımda dört kelime öğrendim” diye. Ama kırk yaşına kadar o dört kelimenin bedelini ödemiştir. Hayat cümlelerini ağır bedellerle öğretir bize. Ama o bedeli ödemeden de öğrenemez işte insan ve dolayısıyla var olamaz. Var olmasının sırrıdır adeta acılardan geçmek. Yüreğindeki sonsuz hislerin, duyguların, latifelerin, duyuşların, dokunuşların ayrı ayrı acılarını çekerek keşfeder kendini ve bu keşifle lezzete ulaşır. Yani lezzetin varlığı, pişmekte gizlidir.
Şimdi desem ki size, acı da bir tür serinlemedir. Eminim çok saçma gelecek ve beni mazoşizmle suçlayacaksınız. Ama inanın öyledir. Başımıza gelen her bir acı verici olayın arkasından rahmet yağmurlarıyla yıkanır duygularımız. İşte tam burada başlar serinlik. Daha önce tatmadığımız kadar lezzetlidir bu duygu. Hüzün vardır, ama o hüznün içinde gizli olan huşu, farklı âlemlerin kapılarında yıkar ruhun acılarını.
31.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|