Hızlı adımlarla yürürken, önümde giden 4-5 yaşlarında iki kafadarın konuşmalarını duyuyor, yavaşlıyorum:
"Yavru kedi bulmalıyız. Aramaya gidelim…"
"Tamam."
Acımasız çocuklar yüzünden kuyruğu koparılmış ya da ip takılmış, gözü çıkarılmış kedileri içi sızlayarak izleyenlerden biri olan ben, küçüklerin sohbetlerine dâvetsiz iştirak ediyorum:
"Demek yavru kedi arayacaksınız?"
"Evet" diyor, gülümseyerek bir tanesi.
"Kediye eziyet etmeye giderken, gülümseyecek kadar da bozulmadı bu çocuklar herhalde" diye düşünürken,
"Ne yapacaksınız yavru kediyle bakalım?" diye soruyorum.
"Onu bulunca seveceğiz…"
"Seveceksiniz ha…"
"Evet. Çünkü Peygamberimizin de kedileri çok sevdiğini öğrendik. Onun için biz de seveceğiz."
"Hııı!!!"
"Ama çok sevmeyeceğiz."
"Çok sevmeyecek misiniz?.."
"Çok sevince sıkılır, canı yanar belki…"
"Hııı!!!"
Aceleyle, bu çok soru soran, meraklı teyzelerinden uzaklaşıyorlar.
İçimde büyük bir sevinçle, şaşkın vaziyette arkalarından onları izlerken, kedileri seven çocuklardan ne şimdi, ne de büyüdüklerinde kimseye hiçbir zarar gelmeyeceğini biliyorum.
Şiddetin şahıs bazından, aileye, topluma, dünya coğrafyasına hızla yayıldığı günümüzde, bu minik kalpler, sizce de güzel bir gelecek vaad etmiyor mu?
“Duygu”suzluk...
Geçen günlerde vefat eden Duygu Asena, ülkemizin hemen her alanda büyük bir toplumsal dönüşüm yaşadığı 1980'li yılların kadın hakları savunucusu öncülerindendi… Asena, kadının ekonomik, cinsel özgürlüğü, kız-erkek arkadaşlığı, kadının siyasetteki yeri ve daha bir çok konuyu feminist bir bakış açısıyla ele alarak bu konuda ülkemizde bir devir açtı.
Duygu Asena'nın yönetimindeki "Kadınca" dergisi, 80'li yılların feminist kalelerinden bir tanesiydi. Gelecek nesiller "Türk toplumunda kadın çalışmaları" konusunu incelediklerinde, onu büyük ihtimalle bu kimliğiyle tanımlayacaklar.
O dönemde, Bizim Aile dergisinin çalışan hanımları olarak yayın toplantılarımızda, Kadınca ve Elele dergilerindeki hemcinslerimizin tüm fikrî ürünlerini okuyup tartışıyor, neticede kadın problemlerine sundukları çözümlerde samimi olmadıkları neticesine ulaşıyorduk.
Sözgelimi Kadınca dergisinin ilginç tezatları vardı:
Kadınların her alanda özgürlüğünden bahsediyor, ama yayın politikasıyla kadını tüketim, moda, cinsellik kavramlarına hapsediyordu. Çünkü dergide müstehcen yazılar ve kadın resimleri, alış veriş tutkusu en yaldızlı sahte halleriyle sunulmaktaydı.
Sonra, kadınlarla, aileyle ilgili her türlü cinsiyet ayrımcılığını en ince noktasına kadar feminist açıdan eleştirdikleri halde, başörtüsü yasağı, sanki hiç yaşanmıyormuş gibi, bu konudan hiç mi hiç bahsetmiyorlardı.
Derginin yayın politikasında, gerçekten ülkemiz kadınlarının çoğunun adı yoktu!!!
Zaten, her olayı en doğru şekilde açıklayan zaman da, kadın özgürlüğü hareketi hakkındaki yorumunu yaptı: Aşı tutmadı!
****
Yıllar sonra Asena'nın bir gazete yazısını okuduğumda çok şaşırdım. Sanırım tarih, 1999 ya da 2000'di. Almanya'da kadınlarla ilgili dâvetli olduğu bir programda, dünyanın dört bir yanından gelen kadın hakları savunucularıyla konuştukları problemleri anlatıyordu... Yazısında, Türkiye'deki "türban problemi" hakkında ne düşündüğü kendisine sorulduğunda, baş-örtüsü yasağıyla kadına karşı cinsiyet ayrımcılığı yapıldığını, eğitim hakkının engellendiğini ifade ettiğini aktarıyordu.
"Acaba okuduğumu yanlış mı anladım?" diye yazıyı ikinci kez gözden geçirdiğimi hatırlıyorum… Evet, Asena örtü yasağını cinsiyet ayrımcılığı yapılması açısından Türkiye'de değil, ama Almanya'da eleştirmişti. Açıkcası kendisi adına sevinmiştim bu tesbitine… Demek ki, zaman içinde bu konudaki hatasını fark etmişti… Kabul edersiniz ya da etmezsiniz, ama hak bildiği dâvâsında samimiydi demek ki.
Sonra uzun bir sessizlik dönemi… Beyninde oluşan tümör, ameliyat ve akabinde zaman zaman gazete resimlerinde ibretle seyrettiğim hastalıklı boş bakışlar…
Kadınca'nın 80'li yıllarda en çok işlediği mesajlardan birisi şuydu: "Vücudunuzun sahibi sizsiniz. Onu istediğiniz gibi kullanabilirsiniz, kimse karışamaz, karışmamalı…"
Vücudumuzun gerçek sahibi olsaydık, hastalıkları kim isterdi ki?
Neticede, o da hatalarıyla, güzellikleriyle bakî olan Zâtın yanına gitti. Tüm fanîler gibi…
Vursun davullar...
Yaz mevsimi düğün mevsimi. Hem köylerimizde, hem şehirlerimizde bu gerçek değişmiyor.
Allah mesut etsin, herkes geleneğine, gelir seviyesine göre düğününü derneğini kuruyor. Lâkin, dinimizdeki "nikâhı ilân edin!" tavsiyesindeki "ilân" ifadesini anlama şeklinden olsa gerek, düğünlerimiz biraz gürültülü gerçekleştiriliyor…
Hele de büyük şehirlerde son zamanlarda sık rastlanır olan sokak düğünü modası var ki, tam bir kargaşa… Mantığını tam anlayabilmiş değilim, ama sanırım sıcakta salona hapis olmak yerine, açık havada, düğün salonu kirasından kâr etme hesabı da var işin içinde… Belki de şehirde köy havasını yaşamak isteği!!!
Bu iş için, trafik akışının fazla olmadığı bir sokak, koltuklarla doldurularak trafiğe kapatılıyor. Ardından başlıyor düğün eğlencesi. Düğün sahibinin ve dâvetlilerin zevkine göre arabesk müzik, zılgıtlar… Dayanabilirseniz…
Köyde ya da küçük bir kasabada, herkes birbirini tanıdığı için, son derece normal karşılanabilen böyle bir düğün organizasyonu, büyükşehirde tam bir kargaşa ve hoşnutsuzluk sebebi.
Bu konu sosyologlarımızın araştırmaları için de bulunmaz bir malzeme aslında: Büyük şehirlerimiz, artık hızla köyleşmeye başlıyor. Sadece düğünleri incelesinler yeterli.
İlgililere duyurulur…
Not: Aslında, düğün dâvetlerimiz konusunda söylenecek o kadar çok şey var ki… Belki başka yazılarda değiniriz…
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|