|
|
İslam YAŞAR |
‘Yaşasın İslâmiyet...’ |
|
“Ey eski çağların, cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları ve şehitlerin kanlarıyla sulanan şu topraklar üzerinde, kıyamete kadar burçta bayrak, minarede ezan, kalbinde iman ve elindeki Kur’ân’ın muhafazası uğruna hayatını vakfeden fedakâr ve vefakâr kardeşlerim...”
Her konuşmasına bu hitapla başlardı Osman Demirci Hoca.
Aslında gür sesli güçlü bir vâiz, heyecanlı bir hatipti. İstese her konuşmasında farklı bir giriş yapabilirdi. İrticalen konuştuğu, elini de dili kadar maharetle kullandığı ve vurgulu heceleri, mahallî şiveyi hatırlatan tatlı bir ses tonu ile telâffuz ettiği için müessir de olabilirdi.
Fakat o, bu hususiyetini hissettiği, bazı muhataplarının öyle yapmasını beklediğini bildiği halde tavrını, tarzını değiştirmez; sakin adımlarla kürsüye çıkar ve aynı ifadeleri ilk defa söylüyormuş gibi heyecanla tekrarlayarak konuşmaya başlardı.
Bunu biraz da kast-ı mahsusla yapardı. Çünkü onun nazarında geçmişi geleceği, şiarı sembolü, şehidi gazisi, havası, suyu, toprağı ve maddî mânevî bütün mefahirleri ile Türk milletinin millî kimliğini ifade ediyordu bu cümle.
Fıtratının iktizası olan millî hislerin ve hamasi heyecanın cevelan mecraı olan o ifadeleri bilerek, hissederek, inanarak, hatta yaşayarak terennüm ettiği için de müessir olurdu.
Zira serhat şehri olması ve sık sık düşman istilâlarına maruz kalması hasebiyle her zaman hamasete muhtaç ve müheyya olan Erzurum insanı, ancak o heyecanı yaşadığı takdirde kendini güvende hisseder, huzur bulurdu.
Zaten, orada doğup büyüdüğü için ona da onlardan tevarüs etmişti.
***
1927 yılında dünyaya geldi Osman Demirci.
Doğduğu zaman ve yerin şartları birbirine oldukça zıttı.
Zaman, taunların zuhur ettiği ve tekkelerin, medreselerin kapatılıp her türlü dinî eğitimin, ahlâkî telkinin yasaklandığı netameli yıllardı. Doğduğu yerse, dinini öğrenip öğretmeyi varlığının esası sayan insanların yaşadığı Dadaşlar diyarıydı.
Bilhassa Ovacık nahiyesi ve Sırlı köyü civarı daha önce pek çok hocanın, hafızın, âlimin yetiştiği münbit bir zemindi. Mütedeyyin insanlardan müteşekkil Sırlı köyü sakinleri de katı bir şekilde uygulanan yasaklara rağmen çocuklarına gizli de olsa Kur’ân öğretmeye çalışırlardı.
Osman Demirci’nin ailesi de onlardan biriydi. Babası Celal Efendi çocuklarını hem mektebe göndermek, hem Kur’ân öğretmek isterdi. İlme müştak bir aileden gelen annesi Ayşe Hanımsa oğullarının okumasını, birinin de âlim olmasını arzu ederdi.
Bu istek zamanla iştiyak hâlini aldığı için çocuklarına her vesile ile ilim öğrenmenin faziletlerini anlatır, âlim olmalarını telkin ederdi. Osman o günlerde kundakta olduğu için ona ‘Benim gül kokulu yavrum, inşallah büyüyünce okuyup âlim olacak’ diyerek ninniler söylerdi.
Dua ve niyaz niyetiyle mırıldanılan bu ninniler müstecap olmalı ki emsâlleri arasında zekâsıyla, çalışkanlığıyla temayüz eden Osman; annesinin, babasının gayretleriyle sabî denecek yaşta Kur’ân’ı okumayı öğrendi.
Yedi yaşına gelip tahsil hayatına yön verme telâşının başladığı günlerde babası vefat edince o da annesinin teşvikiyle köydeki hocaların nezaretinde Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmeye başladı ve köyünde hıfzını tamamlayıp hâfız oldu.
O, Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemenin büyük bir mazhariyet olduğunu müdrikti. Fakat Kur’ân’ın mânâsını bilmediği ve İslâmî ilimlerle tezyin etmediği takdirde fazla tesirli olamayacağını düşünerek çevredeki hocalardan ders almaya başladı.
Bir süre kelâm, akaid, fıkıh, ilmihal gibi sahalarda kendisini yetiştirdikten sonra Erzurum’a gitti ve daha önce öğrenme fırsatı bulamadığı ilim dallarında isim yapmış hocaların derslerine de iştirak etti.
Nihayet, Erzurum’un meşhur âlimlerinden Sakıp Efendinin rahle-i tedrisinde bulundu. Onun nezaretinde öğrendiklerini tekrarlayıp eksikliğini hissettiği sahalarda kendisini yetiştirdi ve icazet alıp mürşid vasfı kazandı.
Hayatın tekâmül hamlelerini hızla geçip genç yaşta o sıfatı kazanmasında, annesinin dünya gözü ile âlim olduğunu görmesini istemesinin tesiri büyüktü. Annesi otuz üç yaşında vefat ettiği için isteği gerçekleşmedi ama bu gayret onun hizmet hayatına erken atılmasına vesile oldu.
Talebeliğinde de zaman zaman fahri olarak aynı işi yaptığından icazet alınca fazla zorluk çekmedi ve bir yandan camilerde müezzinlik, imamlık, vaizlik yaparken diğer yandan hıfzını sağlamlaştırdı, kıraatini güzelleştirdi, ilmini ilerletti.
Askere gidene kadar hayatı bu minval üzere devam etti. Askerde farklı yerler, değişik çevreler gördü. Yeni insanlar tanıdı, arkadaşlıklar kurdu, dostlar edindi ve her yönden hayat tecrübesi kazandı.
O günlerde hâl ve hareketlerini takdir ettiği İhsan adlı arkadaşı ile yaptığı sohbetler sırasında Risâle-i Nurların varlığından haberdar oldu ise de Külliyatın tamamını okuma imkânı bulamadı.
Askerliğini bitirip Erzurum’a döndüğünde, şehirde Risâle-i Nur hizmetleri ile meşgul olan Mehmed Kırkıncı Hoca, Mehmed Şergil, Sezai Postacı gibi mahallin Nur müdebbirleri ile tanışıp görüştü.
Bir ara, onların yanına gidip Risâle-i Nurlar hakkında daha fazla bilgi almayı ve Külliyatı temin etmeyi düşündüğü günlerde oldu Altmış ihtilâli. Nurcularla fazla irtibatı olmamasına rağmen ihtilâlciler pek çok Nur Talebesi ile birlikte onu da Karskapı hapishânesine hapsettiler.
İlk zamanlar hapishanenin sıkı ve zor şartlarına tahammül etmekte zorluk çekti ama kendisi ile aynı şartlarda yaşayan Nur Talebelerinin, hiçbir şey olmamış gibi ibadetlerine ve hizmetlerine devam ettiklerini görünce aralarına katıldı.
O andan itibaren hapishane onun için tam bir Medrese-i Yusufiye hüviyetine büründü. Hem mahkûmlara Kur’ân okumayı, namaz kılmayı öğretip onlarla birlikte cemaatle namaz kılmaya başladı, hem de çeşitli yollarla içeriye getirilen Risâleleri okuma imkânı buldu.
Okudukça Said Nursî’ye ve eserlerine bakış açısı değişti. “Bu eserlerde apayrı bir nakış ve câzibe var. İnşallah buradan çıkınca da bu eserleri okuyup istifade edeceğim” diyerek kendi kendine söz verdi.
Hapishaneden çıkınca ilk işi bir Külliyat temin etmek oldu. Erzurum Merkez Vaizi olması hasebiyle vaazlarının ve zarurî işlerinin dışındaki bütün vakitlerini okumaya ayırdı. Bazı bahisleri Nur Talebeleri ile müzakere etme ihtiyacı hissettiği günlerde geldi Sivas Hapishanesinden tahliye edilen Kırkıncı Hoca ve arkadaşları da.
Lâtif bir tevafuk olarak gördüğü bu hadise onun için iyi bir fırsat oldu ve hapse girmeden önce düşündüğü çalışmayı o zaman yapma imkânı buldu ve sık sık onların yanına giderek anlamakta zorlandığı bazı bahisleri onlarla uzun uzun müzakere etti.
Bu sayede Risâle-i Nur’a iyice âşina olunca, haftanın muayyen günlerinde bazı evlerde yapılan derslere iştirak ederek cemaati tanıdı. O günden sonra da kendisini Nur Talebesi olarak tavsif etmeye başladı.
Bu sıfatı taşımaktan ziyade yaşamanın makbul ve muteber olduğunu bildiği için plânlı, programlı bir şekilde Risâle okuyup derslere giderek Nur Talebeliğinin icaplarını yerine getirmeye gayret etti.
Her Nur Talebesi gibi o da Risâleleri kendi eseri imiş gibi sahiplendi ve intişarına çalıştı. Bu hususta onun diğer meslektaşlarından farkı, vaaz kürsülerinde Risâle-i Nurlardan paragraflar, Bediüzzaman’dan vecizeler okumasıydı.
Gerçi Nur Risâlelerinden istifade eden bazı hocalar da öğrendikleri bilgileri vaazlarında kullanıp ezberledikleri vecizeleri söylerlerdi ama zamanın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak Bediüzzaman Said Nursî’den ve Risâle-i Nur’dan pek söz etmezlerdi.
Demirci Hoca ise bu hassasiyetlerin hepsini bildiği ve uzun süre hapishânede yatarak Said Nursî’nin eserlerini okumanın ceremesini çektiği hâlde yeri geldiğinde onun ve eserlerinin isimlerini kürsülerde alenen söylemekten çekinmedi.
1970 yılında İstanbul Merkez Vaizliğine tayin edildi. İstanbul onun hem hitap hududunu genişletti, hem de hizmet heyecanını arttırdı. Bilhassa Eminönü’ndeki Yeni Cami’de ve Kadıköy’deki Osmanağa Camii’nde verdiği vaazlar, başta Nur Talebeleri olmak üzere her seviyeden insanın ilgisini çekti, takdirini kazandı.
Bunlar, ruhunu saran heyecan ve coşkuyu teskin etmeye yetmeyince kendisine yeni hitap sahaları bulmakta pek zorluk çekmedi. Nikâh şahitliğinden, düğün şenliğine, cenaze merasiminden hatim, mevlit duâlarına varıncaya kadar davet edildiği her toplantıyı hitap vesilesi saydı.
Onunla da kalmadı, memleketin değişik merkezlerinde çeşitli vesilelerle tertiplenen salon toplantılarında, meydan mitinglerinde ve sohbet meclislerinde hep hazır bulundu ve veciz konuşmalar yaptı.
1977 seçimlerinde, Erzurum milletvekili olarak meclise girdiği zaman da her vesile ile meclis kürsüsüne çıkarak din, vatan, millet, insanlık sevgisini anlattı ve konuşmaları herkes tarafından takdir edilip saygıyla dinlendi.
O hitap ettiği insanların azlığına, çokluğuna, sıfatına, seviyesine veya içtimâî durumuna bakmaz, her konuşmasına hususî bir şekilde hazırlanır ve binlerce insana hitap ediyormuş gibi itina gösterirdi.
Fakat muhatabı gençler olunca coştukça coşardı. Cemiyeti istilâ eden menhiyata rağmen haya ve edep timsali olan gençlerin onlara itibar etmeyerek İslâmı yaşamalarına hayran kaldığını ifade ederdi.
Konuşmalarını da genellikle onların bu hasletlerini nazara veren bir haykırışla bitirirdi:
“Yaşasın İslâmiyet!..”
***
20 Ağustos 2004’te, Erzurum’da ahirete irtihal etti Demirci Hoca.
Vefat yıldönümü münasebetiyle, Mirac gecesini de vesile ederek rahmeti mûcib olması için yazılan bu ifadeler, onun yetmiş yedi yıllık ömrünün hülâsası bile değil.
Çünkü o ihlâs, samimiyet, fedakârlık, feragat, himmeti, gayret, azim, irade, heyecan, coşku, istiğna ve takva gibi her biri ayrı bir yazı mevzuu olabilecek daha pek çok hususiyete sahipti.
Hele bir ibadet hassasiyeti, Sünnet-i Seniyyeye riayeti ve mütebessim simasına çok güzel yakışan gür sakalının bakımına gösterdiği ihtimamı vardı ki, görüp bilip de hayran kalmamak kabil değildi.
Bu itibarla Demirci Hoca, her ânı örnek alınacak müstesna bir hayat yaşamıştı.
Nitekim alındı da. Şu anda onun pek çok hâli, hareketi, hasleti ve hususiyeti; kurduğu vakıfta, açtığı dershanelerde ve yaptığı derslerde yetişmelerine vesile olduğu gençler tarafından yaşanıyor.
Onlarla birlikte sevap cihetiyle ve şahsiyet itibariyle Demirci Hoca da yaşıyor.
İnşallah nesiller boyu da yaşayacak.
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Küçük filozoflar |
|
Hızlı adımlarla yürürken, önümde giden 4-5 yaşlarında iki kafadarın konuşmalarını duyuyor, yavaşlıyorum:
"Yavru kedi bulmalıyız. Aramaya gidelim…"
"Tamam."
Acımasız çocuklar yüzünden kuyruğu koparılmış ya da ip takılmış, gözü çıkarılmış kedileri içi sızlayarak izleyenlerden biri olan ben, küçüklerin sohbetlerine dâvetsiz iştirak ediyorum:
"Demek yavru kedi arayacaksınız?"
"Evet" diyor, gülümseyerek bir tanesi.
"Kediye eziyet etmeye giderken, gülümseyecek kadar da bozulmadı bu çocuklar herhalde" diye düşünürken,
"Ne yapacaksınız yavru kediyle bakalım?" diye soruyorum.
"Onu bulunca seveceğiz…"
"Seveceksiniz ha…"
"Evet. Çünkü Peygamberimizin de kedileri çok sevdiğini öğrendik. Onun için biz de seveceğiz."
"Hııı!!!"
"Ama çok sevmeyeceğiz."
"Çok sevmeyecek misiniz?.."
"Çok sevince sıkılır, canı yanar belki…"
"Hııı!!!"
Aceleyle, bu çok soru soran, meraklı teyzelerinden uzaklaşıyorlar.
İçimde büyük bir sevinçle, şaşkın vaziyette arkalarından onları izlerken, kedileri seven çocuklardan ne şimdi, ne de büyüdüklerinde kimseye hiçbir zarar gelmeyeceğini biliyorum.
Şiddetin şahıs bazından, aileye, topluma, dünya coğrafyasına hızla yayıldığı günümüzde, bu minik kalpler, sizce de güzel bir gelecek vaad etmiyor mu?
“Duygu”suzluk...
Geçen günlerde vefat eden Duygu Asena, ülkemizin hemen her alanda büyük bir toplumsal dönüşüm yaşadığı 1980'li yılların kadın hakları savunucusu öncülerindendi… Asena, kadının ekonomik, cinsel özgürlüğü, kız-erkek arkadaşlığı, kadının siyasetteki yeri ve daha bir çok konuyu feminist bir bakış açısıyla ele alarak bu konuda ülkemizde bir devir açtı.
Duygu Asena'nın yönetimindeki "Kadınca" dergisi, 80'li yılların feminist kalelerinden bir tanesiydi. Gelecek nesiller "Türk toplumunda kadın çalışmaları" konusunu incelediklerinde, onu büyük ihtimalle bu kimliğiyle tanımlayacaklar.
O dönemde, Bizim Aile dergisinin çalışan hanımları olarak yayın toplantılarımızda, Kadınca ve Elele dergilerindeki hemcinslerimizin tüm fikrî ürünlerini okuyup tartışıyor, neticede kadın problemlerine sundukları çözümlerde samimi olmadıkları neticesine ulaşıyorduk.
Sözgelimi Kadınca dergisinin ilginç tezatları vardı:
Kadınların her alanda özgürlüğünden bahsediyor, ama yayın politikasıyla kadını tüketim, moda, cinsellik kavramlarına hapsediyordu. Çünkü dergide müstehcen yazılar ve kadın resimleri, alış veriş tutkusu en yaldızlı sahte halleriyle sunulmaktaydı.
Sonra, kadınlarla, aileyle ilgili her türlü cinsiyet ayrımcılığını en ince noktasına kadar feminist açıdan eleştirdikleri halde, başörtüsü yasağı, sanki hiç yaşanmıyormuş gibi, bu konudan hiç mi hiç bahsetmiyorlardı.
Derginin yayın politikasında, gerçekten ülkemiz kadınlarının çoğunun adı yoktu!!!
Zaten, her olayı en doğru şekilde açıklayan zaman da, kadın özgürlüğü hareketi hakkındaki yorumunu yaptı: Aşı tutmadı!
****
Yıllar sonra Asena'nın bir gazete yazısını okuduğumda çok şaşırdım. Sanırım tarih, 1999 ya da 2000'di. Almanya'da kadınlarla ilgili dâvetli olduğu bir programda, dünyanın dört bir yanından gelen kadın hakları savunucularıyla konuştukları problemleri anlatıyordu... Yazısında, Türkiye'deki "türban problemi" hakkında ne düşündüğü kendisine sorulduğunda, baş-örtüsü yasağıyla kadına karşı cinsiyet ayrımcılığı yapıldığını, eğitim hakkının engellendiğini ifade ettiğini aktarıyordu.
"Acaba okuduğumu yanlış mı anladım?" diye yazıyı ikinci kez gözden geçirdiğimi hatırlıyorum… Evet, Asena örtü yasağını cinsiyet ayrımcılığı yapılması açısından Türkiye'de değil, ama Almanya'da eleştirmişti. Açıkcası kendisi adına sevinmiştim bu tesbitine… Demek ki, zaman içinde bu konudaki hatasını fark etmişti… Kabul edersiniz ya da etmezsiniz, ama hak bildiği dâvâsında samimiydi demek ki.
Sonra uzun bir sessizlik dönemi… Beyninde oluşan tümör, ameliyat ve akabinde zaman zaman gazete resimlerinde ibretle seyrettiğim hastalıklı boş bakışlar…
Kadınca'nın 80'li yıllarda en çok işlediği mesajlardan birisi şuydu: "Vücudunuzun sahibi sizsiniz. Onu istediğiniz gibi kullanabilirsiniz, kimse karışamaz, karışmamalı…"
Vücudumuzun gerçek sahibi olsaydık, hastalıkları kim isterdi ki?
Neticede, o da hatalarıyla, güzellikleriyle bakî olan Zâtın yanına gitti. Tüm fanîler gibi…
Vursun davullar...
Yaz mevsimi düğün mevsimi. Hem köylerimizde, hem şehirlerimizde bu gerçek değişmiyor.
Allah mesut etsin, herkes geleneğine, gelir seviyesine göre düğününü derneğini kuruyor. Lâkin, dinimizdeki "nikâhı ilân edin!" tavsiyesindeki "ilân" ifadesini anlama şeklinden olsa gerek, düğünlerimiz biraz gürültülü gerçekleştiriliyor…
Hele de büyük şehirlerde son zamanlarda sık rastlanır olan sokak düğünü modası var ki, tam bir kargaşa… Mantığını tam anlayabilmiş değilim, ama sanırım sıcakta salona hapis olmak yerine, açık havada, düğün salonu kirasından kâr etme hesabı da var işin içinde… Belki de şehirde köy havasını yaşamak isteği!!!
Bu iş için, trafik akışının fazla olmadığı bir sokak, koltuklarla doldurularak trafiğe kapatılıyor. Ardından başlıyor düğün eğlencesi. Düğün sahibinin ve dâvetlilerin zevkine göre arabesk müzik, zılgıtlar… Dayanabilirseniz…
Köyde ya da küçük bir kasabada, herkes birbirini tanıdığı için, son derece normal karşılanabilen böyle bir düğün organizasyonu, büyükşehirde tam bir kargaşa ve hoşnutsuzluk sebebi.
Bu konu sosyologlarımızın araştırmaları için de bulunmaz bir malzeme aslında: Büyük şehirlerimiz, artık hızla köyleşmeye başlıyor. Sadece düğünleri incelesinler yeterli.
İlgililere duyurulur…
Not: Aslında, düğün dâvetlerimiz konusunda söylenecek o kadar çok şey var ki… Belki başka yazılarda değiniriz…
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
On iki gezegen |
|
Birkaç gün önce Çek Cumhuriyetinde bir grup ilim adamının katıldığı bir toplantı yapıldı. Toplantı, belki de dünyanın çeşitli bölgelerindeki katliâmların, ekonomik kavgaların ve yaz sezonu dolayısıyla eğlence sektörünün şamatasından pek fazla dikkat çekmedi. Halbuki ilim adamları sahalarında dünyanın en yetkili kişileriydi. Toplantıda önemli konular görüşüldü, gezegenlerin tam bir tarifi yapıldı. Karar ise diğer toplantıya ertelendi. Eğer bir karar almış olsalardı, coğrafya ve astronomi kitapları ve ansiklopedilerdeki gezegen sayısı değişecekti. Gezegen sayısı, büyük bir ihtimalle, ilim adamlarının ekseriyet olarak mutabık kaldığı ve en güçlü teklif olan on iki olarak kabul edilecekti.
Her ne kadar yüz binlerce kitap yeni baskısında değişiklik yapacak olsa da, Nur talebeleri yetmiş-seksen yıldır okudukları ve tefekkür ettikleri Risâle-i Nurlardaki münâcâtlarında ne lâfız olarak ve ne de mânâ olarak bir değişiklik yapmayacaklar. Çünkü Risâle-i Nurda gezegen sayısı zaten hep on iki olarak geçer. Malûmunuz gezegene önceden seyyâre denilirdi ve Risâle-i Nur’da da bu şekilde geçer.
Şimdi “Yâ İlâhî ve yâ Rabbî” diye başlayarak devam eden Münâcât’tan bir cümle aktaralım: “Ve on iki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin vücub-u vücuduna şehadet ve saltanat-ı ulûhiyetine işaret etmesin.”
Bunun dışında birkaç yerde daha gezegen sayısı on iki olarak geçer. Şüphesiz, Kur’ân-ı Kerim ve onun bu zamandaki tefsiri olan Risâle-i Nur bir coğrafya kitabı ya da astronomi kitabı değildir. Cenâb-ı Hakkın mülkü de sadece şu Güneş sisteminden ibaret değildir. Ancak kâinat kitabının ezelî tercümesi olan Kur’ân-ı Kerim’in ve onun tefsirinin de bu konuda, gezegenlerin kıymeti nisbetinde bir sözü olacaktır. Fakat tarzı ve maksadı farklıdır, daha âlidir, daha yücedir. Astronomi ilmiyle meşgul olanlar gibi gözleme ve uzun tecrübelere ve kısmen de tahminlere dayalı olarak tesbitlerini yapmaz. Bilgi ya da hobi olarak veya belki de ilerde maddî bir getirisi olabilir gibi maksatlara dönük değildir. Bilgiler kesin ve nettir.
Çünkü kaynak Ezelî Kelâm’dır ve en iyi Yaratan bilir. Esas maksat da, sayısı ne olursa olsun, gökyüzündeki bu muazzam küreleri sapan taşı gibi kolaylıkla ve hassas bir ölçüyle çeviren muazzam bir kudretin varlığına, birliğine ve benzersiz saltanatına dikkat çekmek, azamet ve kudretini zihinlere ve kalblere tesbit etmektir.
Bugün günlük hadiselere baktığımızda bir kargaşadır, bir mal-mülk, coğrafya ve hâkimiyet kavgasıdır gidiyor. Halbuki başımızı biraz yukarı kaldırsak uğruna nelerin feda edilmediği mülklerin toplamı olan yerkürenin bile yanında nokta kadar kaldığı sayısız küreleri fark etmek mümkün. Bizim bunca teknolojik ilerlemeye rağmen saymakta ve sınıflandırmakta zorluk çektiğimiz milyarlarca gök cismi milyarlarca yıldır şaşmaz bir hesap ile yörüngelerinde akıp gidiyor, yerküremize ve birbirlerine çarpmıyorlar. Bırakın büyük gök cisimlerini ve gezegenleri, hemen atmosferin dışındaki bin civarındaki göktaşı vaktiyle isyankâr İsrailoğullarının tepesine kaldırılmış Tur Dağı gibi başımız üstünde emir bekliyor ve küçükleri bile dünyamızı başımıza yıkmaya yeterli. Hatta ortalama bir göktaşı yeryüzüne düşecek olsa o kadar korkunç bir hızla çarpacak ki, bu gün Ortadoğu’da hazırlığı yapılan bir nükleer savaşta kullanılacak tüm silâhlardan daha büyük bir tahribat yapacaktı. Zalimlere ve inkârcılara verilen mehil ve süre biz sabırsız insanlara nedense hep uzun gelir. Halbuki mülkün büyüklüğüne, saltanattaki tecellî süresine ve bütün bunlara mukabil zâlimlerin cirmine bakıldığında sabrımızın, gayretimizin ve duâmızın ne kadar az olduğunu fark etmek mümkün.
Tartışılan gezegenlerin yörüngeleriyle beraber toplamının galaksimizde bile nokta kadar kaldığı bir kâinatta, insan madde itibarıyla bu kadar küçük olmakla birlikte, Risâle-i Nurdaki münâcâtta olduğu gibi uçsuz bucaksız koca semayı bir mescid ve “top güllesinden yetmiş defa süratle hareket eden” koca gök cisimlerini elinde bir tesbih tanesi yapabilir. Onlarla zikreder, o gök cisimlerini binek yapan sayısız ruhânî varlığın ibadet ve tesbihatlarını Âlemlerin Rabbine takdim edebilir.
Bediüzzaman Hazretlerinin tefekküründe ve münâcâtında ifade ettiği gezegenlerin sayısı onun Kur’ân nuruyla yaptığı binler müşahedelerden ve keşfiyatından sadece bir tanesidir.
Hz. Yusuf’un, Yusuf Sûresinde bahsi geçen rüyası konumuz itibariyle de ilginçtir: “Hani bir vakitler Yusuf, babasına demişti ki: ‘Babacığım, ben rüyada on bir yıldızla Güneş’i ve Ay’ı bana secde ederken gördüm.’”
Aslında “yıldız” diye meâl verilen kelime pek çok âyette de geçtiği gibi “necm” olarak değil de “kevkebe” olarak geçer ve Ay ve Güneş kelimeleri de dikkate alındığında gezegen mânâsına daha yakındır.
Görünüşte gezegenler Güneş’e tâbidir. Gerçekte ise Âlemlerin Rabbine secde ederler. Çünkü onun emir ve kudretiyle hareket ederler. Rüyanın tatbikinde gezegenlerle beraber Güneş ve Ay nasıl Rabbine secde ediyorsa, Hz. Yusuf’a da aynı şekilde vazifesi itibarıyla insanlar tâbi oldu. Şüphesiz bu hakikat ve vazife Son Peygamberde (asm) en güzel şekilde devam ediyor.
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Ali'nin yolculuğu |
|
Ruhundaki büyüme sinyallerini yaşlı adamdan alan Ali, “Büyük ruhlu küçük Ali” olmanın ve öğrenme zevkini bulmanın rüyasını yaşıyordu. Dün akşamdan beri, yaşlı adamın teşvik edici rehberliğine lâyık olması gerektiğini düşünüyordu. Rüyasında, yeni gördüğü beyazları giymiş sevimli arkadaşlarının gösterdikleri ilgiyi ve onlardan öğrendiği farklı bilgileri hatırladıkça; mutlu uyandığını anladı.
Öğrenmeye çok merak salmıştı. Nereden başlayacağını da öğrenmişti. Önce kendisini tanıyacaktı. Bunun için içerden yükselen ve bugüne kadar farkında olmadığı sesleri dinlemeye çalışacaktı. Sesler biraz tepkiliydi. Birbirini dinlemeyen farklı görüşler vardı. Münakaşaya dönüşen bir tartışma ortamı yaşanıyordu.
Bir an için huzursuz oldu. Dinlemek istemedi iç seslerini. Şimdi bunun zamanı mıydı? Bildiğini yapıyordu. Hoşuna gideni tekrarlıyordu. Fazla kurcalamadan ve iç seslerine zaman ayırmadan aklına geleni yapıyordu. Belli ki bugüne kadar dikkate alınmayan taraflar, şimdi biraz ilgi görünce seslerini yükselttiler. Dikkat çekmeye çalıştılar.
Yinede görmezlikten gelerek, iç sesleri susturabileceğini düşündü. Aslında ilgilenmediği zaman sadece günün sonunda, yatağa uzanıp “Ben ne yaptım?” huzursuzluğu ile kendini sorguladığı zamanlarda seslerini duyuruyorlardı. Onun dışında kabuklarına çekildiklerini, belki de bastırdığı için kaybolduklarını veya onları duyamaz hale geldiğini düşününce; sıkıldığını, kafasının karıştığını ve bunalımlı bir anla buluştuğunu hissetti.
“İyisi mi bunları düşünmemek” dediyse de, kaçamak ve kendini unutturmak isteyen yönelişini sürdüremedi. Mutlaka ikna edici bir cevapla yüzleşmesi gerektiğini hatırlatan bir cümle, zihnini tekrar çatışmanın içine çekti.
“Kendini bilme” sürecine girdiğinin bile farkında değildi. Ancak sorgu artıyor, sorular çoğalıyor ve merakı tahrik oluyordu. “Ben”ini keşfedecek bilgilere sahip değildi. “Neler oluyor?” muammasını yaşarcasına, daldıkça genişleyen öğrenme tabanı ve artan tereddütler yığını içinde nasıl yol alacaktı?
Kendi kendine yetemeyeceği kanaatine kapıldı. Tutunacak dal aradı. İçindeki seslerin münakaşa ederek birbirlerini bastırmaya çalıştığını görünce, onlara ne diyeceğini de bilemedi. “Herkes benim gibi bu karmaşayı yaşıyor mu?” sorusu ile çakılı taş gibi kendini ortada kalmış hissetti.
Ali, “Acaba ben mi yolumu bilmiyorum, yoksa bütün yollar böyle mi öğreniliyor? Bu yaşta büyük işlere mi girdim? Bu sorular erken mi?” diye cevaplayamadığı sorularını çoğaltırken, içindeki cevap isteği devreye girdi: “Soru sorduğuna göre, cevaplarını da bilmeye adaysın. Büyük ruhlu olmanın farkı, yaşça küçüklüğüne değil merakının ve hedefinin büyüklüğüne göre cevap bulmaktan geçiyor.”
Bütün bütün şaşırmıştı. Çözüme katkı yapan, bir o kadar da kafasını derin fikirlerle yüzleşmeye götüren yeni sese. Kendi kendine öğrenmenin bu iç karışıklığı içinde, fırtınalı gemiyle yol alırcasına ilerlediğinin farkındaydı. Önünü göremediği sisli havalar, oluşan endişe bulutları ve ufku tanımsızlaştıran uzağı görememe endişesine mukabil, merakın keşif yolculuğu ve kendine dönüş hazzı ayrı bir mutluluktu.
Bulunduğu ormanın içindeki yalnızlığı, zaman zaman görünüp kaybolan yaşlı adamın söyledikleri ve her defasında yeni bir anın yeni sonuçları ile karşılaşması, onu hem korkutuyor, hem de heyecanlandırıyordu. Sabırsızlandığını görünce, zamanın bitmeyen senfonisi olan kendine yolculuğun demini yaşıyordu.
Ormanın orta yerinde, gök kubbeyle buluşan ve gizemli atlasından kendisine gelen aydınlık tavanın hafif esintisi ile yürüyüşünü sürdürerek, misafirliğe gelen fikirlerinin aslında ev sahibi olduklarının sinyali ile hepten uyandı, etrafına hızlıca baktı. Ormanın topraktan beslenen her ağacının aynı hizada, ayrı özellikte ve farklı boylarda bir resmi geçit yaptıklarını algılamaya çalıştığında, yaşlı adamın sevimli yüzü belirmişti.
Bir an duraksadı. Saygı dolu bir sempati ile yöneldi. “Size yeni bir soru sormanın tam zamanı” diyerek söze girdi:
-Neden kendimi tanımalıyım?
-Kendini tanımadan, başkasını anlayamazsın. Sana verilmiş değerleri bilmeden değer kazanamazsın. Sahip olduğun yeteneklerini tanımlamadan, kendi yolculuğunu yapamazsın.
-Neden?
-Bu durumda başkasının yolunda ve kendine ait olmayan şartlarda yürümek zorunda kalırsın. Bu da seni mutsuz eder. Sadece ömür sermayesinin kilometrelerini doldurmuş olursun.
-Peki ne yapmalıyım?
-Çok güzel bir soru. Düşünmeye ve iç yolculuğunun seslerini sonuna kadar bütün taraflarıyla dinlemeye devam et.
-Nasıl?
-Sabırla ve sükûnetle... Devam et...
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Altın Portakal heyecanı artıyor… |
|
Türk sinemasının en uzun soluklu festivali olma özelliğini koruyan “Antalya Altın Portakal Film Festivali” 43. yaşını kutlayacağı yeni heyecanına, TÜRSAK titizliğiyle hazırlanıyor.
Antalya Büyükşehir Belediyesi ve kısa adı TÜRSAK olan Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı tarafından –bu yıl ilk olarak- Real Hipermarketler Zinciri’nin sponsorluğundaki 43. Altın Portakal Film Festivali’yle, Antalya 43. defa sinemayı kucaklamış olacak… Bu yıl 16–23 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilecek festival ilk kez Avrupalı ve Asyalı sektör temsilcilerinin bir araya geleceği “Avrasya Film Marketi”ne de ev sahipliği yapacak. TÜRSAK’ın 2 yılda damgasını vurduğu festival 16 Eylül Cumartesi akşamı Konyaaltı Amfi Tiyatrosu’nda, Yılmaz Erdoğan’ın ilk kez sergileyeceği bir stand-up’la açılacak.
Bu yıl usta yönetmen Şerif Gören’in başkanlığını üstleneceği jüri Giovanni Scognamillo, Ara Güler, Serra Yılmaz, Reha Erdem, Fatih Özgüven, Mine Vargı, Müjde Ar ve Fransız yönetmen/ yapımcı Paul Grandsard’dan oluşuyor.
Altın Portakal’ın 43.’sünde onur ödülleri Yusuf Sezgin ve Aytaç Arman’a lâyık görülürken, ilk defa verilmesi kararlaştırılan “emek ödülü” ışıkçı Recep Biçer’e, “Yıldırım Önal Anı Ödülü” ise Kartal Tibet’e değer bulundu. Festivalin tanıtım filmini ünlü reklâmcı Alinur Velidedeoğlu, afişini ise geçen yıl olduğu gibi Hollywood filmlerinin afişlerini hazırlayan Emrah Yücel yaptı.
Birçok “ilk”in gerçekleşeceği festivalde ödüller de arttırıldı.
Altın Portakal yayınlarıyla da kalıcılığını devam ettirmeyi hedefleyen bir Festival. Bu çerçevede Atilla Dorsay’ın yaklaşık 40 yıldır Türkiye’de ve dünya festivallerinde çektiği ulusal ve uluslar arası sinema dünyamızın ünlü yönetmen ve oyuncularının portrelerinden oluşan “Bir Eleştirmenin Objektifinden” kitabı, Agâh Özgüç’ün Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanan Türk Sineması’nı fotoroman tadında anlatan “1000 Karede Türk Sineması” adlı çalışması ve Burçak Evren’in hazırladığı “Türk Sineması Yönetmenleri Sözlüğü” ile yine Burçak Evren’in kaleminden çıkan Onur ödüllü sanatçılar için anı kitapları da 43. Altın Portakal’ın yayınları olarak kütüphanelerde yerini alacak. Bir başka Festival özel yayını ise Turgut Çeviker’in hazırladığı Onat Kutlar için bir bibliyografya titizliğinde “Onat Kutlar / Kırık Bir Lir İçin Divan” adlı kaynakça.
Festival’in ulusal ve uluslar arası sergileri de zengin bir programa sahip. Atilla Dorsay’ın festival kitapları içindeki yayınını tamamlayan “Dorsay’ın Objektifinden” fotoğraf sergisinin yanı sıra, festival bundan böyle set fotoğraflarının kalitesinin artırılmasına katkıda bulunmak hedefiyle “Türk Sineması Setlerinden” konulu bir sergi geleneğini başlatıyor. Bu geleneğin ilkini, hazin ölümü sebebiyle ardında çok az fotoğraf bırakmış olan Bilge Olgaç’a ayıran Altın Portakal, Rıza Baloğlu’nun objektifinden Olgaç’ın “Umut Hep Vardı” setinin kamera arkasındaki fotoğrafları sergileyecek.
İmparatorun halef seçimi
Efendiiiim… Bir zamanlar, Uzak Doğu’da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir imparator varmış. Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş. Bir gün ülkesindeki tüm gençleri çağırmış ve:
“Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim.” demiş.
Gençler şaşırmışlar, ancak o sürdürmüş:
“Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum... Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir yıl sonra büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip, içinizden birinizi imparator seçeceğim.”
Saraya çağırılan gençlerin arasında Ling adında biri de varmış. O da diğerleri gibi tohumunu almış... Evine gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş. Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış.
Yeterince zaman geçtikten sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling hayal kırıklığı içinde, kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş.
Üç hafta, dört hafta, beş hafta geçmiş... Hâlâ hiçbir gelişme yokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş. Arkadaşlarına da hiçbir şey diyemiyor, sabırla bekliyormuş.
Sonunda bir yıl bitmiş ve gençlerin yetiştirdikleri bitkileri imparatorun huzuruna götürecekleri gün gelip çatmış. Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları imparatora anlatmasını istemiş. Ling, pek istemese de, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş.
Saraya varınca arkadaşlarının yetiştirdiği bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış!
Sonra imparator gelmiş ve tüm gençleri selamlamış. Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş.
“Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak.” demiş.
İmparator aniden arkada elinde boş saksısıyla gizlenmeye çalışan Ling’i fark etmiş. Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş. Ling çok korkmuş. Beceriksizliğinden dolayı öldürüleceğini bile düşünmüş.
Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş. Ling adını söylerken diğer gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları susturmuş. Ling’e ve elindeki saksıya dikkatle bakıp kalabalığa doğru dönmüş: “-Yeni imparatorunuzu selâmlayın. Adı Ling!” demiş.
Az önce gülenler başta olmak üzere meydanı dolduranlar şaşırmış… Ling duyduklarına inanamamış. Çünkü tohumunu yeşertememiş bile, nasıl imparator olurmuş?
İmparator devam etmiş: “Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum vermiştim. Asla büyüyemeyecek olan... Ling’in dışında herkes ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz. Sadece Ling, içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi. Beklentisi gerçekleşmeyince umutsuzluğa kapılsa da, dürüstlüğünden vazgeçmedi... Onun için yeni imparatorunuz o olacak!”...
Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarına küçük bir katkı yapayım istedim bu doğu hikâyesiyle… O kadar!
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Göz pınarı |
|
Pınarların benim hayatımda özel ve önemli bir yeri vardır. Çeşmeler her ne kadar süslü taş ve desenli mermerlerden yapılmış olsalar da, bir kayanın dibinden kaynayan bir pınar kadar ruhuma serinlik ve huzur vermiyorlar. Gümüş kurnalardan ve altın musluklardan akan su yerine, yosunlu pınarların kaynağından avuç avuç su içmeyi tercih ederim.
Bu duygularla, bugün de Gönül Pınarı’ndan göz pınarına doğru bir yolculuk yapmak istedim. Göz bebeklerinden kaynayıp kirpiklerden süzülen inci tanelerinin mahiyet ve kıymetlerinden bahsedeyim dedim.
Gözyaşı, deniz suyuna benzeyen tuzlu bir sıvı olarak bilinse de, kalbin en derin noktalarından kaynayıp göz pınarlarından aktığı için, bir damlası deryalara bedeldir. Okyanusları boşaltsanız sönmeyecek olan cehennem ateşini, bir damla gözyaşı söndürüverir.
Bir damla gözyaşı, kararmış ruhların pasını siler parlatır, taşlaşmış kalplerin merkezine nüfuz eder yumuşatır. Gafletten ve dalâletten kör olan gözleri açar. Duâların kabulüne, günahların affına ve rahmetin celbine vesile olur. Peygamber Efendimiz (asm) “Allah’ım, ağlamayan gözden sana sığınırım” buyurmuştur. Mevlânâ Hazretleri de, “Bulut ağlamayınca, yerdeki çimenler nasıl güler? Çocuk ağlamayınca anasının sütü nasıl coşar?” diyor.
Sahabeden birisi Peygamber Efendimizin (asm) imamlık ettiği ikindi namazını kaçırmış, koşa koşa mescide gelmiş. Bir de bakmış ki, herkes camiden çıkıyor. Peygamber Efendimizle (asm) birlikte namaz kılma nimetinden mahrum kaldığını anlayınca çok üzülmüş, ağlamaya başlamış ve gözyaşları içinde bir köşeye oturmuş. Bir başka sahâbi gelmiş: “Kardeşim niçin ağlıyorsun?” diye sormuş. Ağlayan sahâbi: “Nasıl ağlamayayım ki! Ben, Peygamber Efendimiz’e uyamadım! Namaz kılarken ona iktida edemedim. Onun için ağlıyorum!” demiş. Bunun üzerine diğer sahabi: “Ben sevabımı sana veriyorum, ver sen bana o gözyaşlarını” demiş.
Gözyaşlarından daha samîmî, daha içten, daha inandırıcı, daha berrak, daha olgun lisan var mıdır acaba? Öyle lisan ki, kelimelerin aciz kaldığı, satırların ifade edemediği en derin mânâları, en yüksek hakikatleri, bir damla gözyaşı anlatıverir. Kelâmların en vecizi, nesirlerin en belagatlısı, şiirlerin en güzeli, göz pınarlarından akan damlacıklarda gizlidir.
Muhabbetin, şefkatin, acının, merhametin, gurbetin, hasretin, yakarışın ve yalvarışın en veciz tezahürüdür. Duyguların sıcak dili ve dışa yansımasının adıdır gözyaşı.
İnsan üzüntüden ağlar, korkudan ağlar, heyecandan ağlar, sevinçten ve mutluluktan ağlar. Her gözyaşı, elem ve kederin ifadesi değildir. Onun için ağlayan her insana acıyarak bakmaya ve onu teselli etmek için dil dökmeye gerek yoktur.
Ben de nurlu gelişmelerin mutlu yansımalarını sevinç gözyaşları ile ifade ederek gönül dostları ile paylaşmak istedim.
Son eşik geçiliyor
Gözyaşımı kederden, dertten sanmayın sakın,
Zannetmeyin sebepsiz ve hiçten ağlıyorum.
Teselliye gerek yok, beni bana bırakın,
İsteyerek, severek ve içten ağlıyorum.
Cennetâsa baharın gülleri açılıyor,
Ekilen tohumların mahsulü biçiliyor,
Müjdeler olsun dostlar, son eşik geçiliyor,
Onun için mutluyum, sevinçten ağlıyorum.
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Sorumluluklarımız |
|
Risâle-i Nur’a talebe olmak, beraberinde bazı sorumlulukları, mesuliyetleri getirir. Bazı kâide ve kurallara uymayı gerektirir. Bu ulvî vazife bir mecburiyet ve resmîliğin çok ötesinde, bir arzu, bir gönül işi olduğu için, her bir müntesibin, üzerine düşen mükellefiyetleri ve vazifeleri, hiçbir isteksizliğe ve tekellüfe girmeden, aşkla şevkle yerine getirmesi gerekir.
Nurlar’la din-i mübîne hizmet etmek gibi şerefli bir işe talip olanlar, yaptıkları ve yapacakları her türlü hizmetin yalnız ve yalnız rıza-ı İlâhî için olduğu, bunun dışında hiçbir şeye matuf olmadığı, hiçbir dünyevî maksat ve gaye gözetilmediğinin bilinciyle hareket ettiklerinden, bu nevî hizmetlerinde tamamen hasbî ve samimî bir gönüllülük esasını tercih ederler.
“Hizmette gönüllülük” formulü çerçevesinde hizmetlerini devam ettirenler, hizmetin gerektirdiği vazife ve sorumluluklarını yerine getirirken ilgili kaide ve kurallara kendiliğinden riayet ederler. Doğru ve elzem olan da budur. Çünkü her hizmet erbabı bilir ki, lüzumlu bazı sorumlulukları ve mükellefiyetleri yüklenmeden, hizmetin verimliliği ve kalıcılığı için olmazsa olmaz mesabesindeki bazı kaidelere gönüllü olarak uymadan Nur hizmeti gibi bir işi ilânihâye götürmek mümkün değil.
Onun için bu noktada herbir hizmet erinin en önemli ve öncelikli vazifesi Nur Külliyatındaki bütün mesaj ve düsturları, kaide ve prensipleri çok iyi anlayıp harfiyen hayata geçirmek olmalıdır. Bu meyanda yanlış veya eksik bir anlamanın bazen tamiri mümkün olmayan vartalara ve sonuçlara sebep olacağını da gözardı etmemek gerekir.
Öğrendiklerimizi ve anladıklarımızı hayata geçirmedeki manileri ve zorlukları göz önünde bulundurarak, bu noktada herbir hizmet erbabının azamî dikkat ve hassasiyet göstermesi ayrıca önem arz ediyor. Çünkü bilgi ve malûmatlar, ancak günlük hayattaki tatbikatlar sayesinde bir kıymet kazanır. Pratiğe geçirilmeyen veya hayata eksik, yanlış aksettirilen bilgi yığınlarının hemen hiçbir kıymeti yoktur.
Risâle-i Nurları yeteri kadar okumadan, onlardan gereği şekilde faydalanmak mümkün mü? Yeterli ve tatmin edici bilgi ve malûmatları elde etmeden Bediüzzaman’a talebe olunur mu? Veya yarım yamalak, yanlış eksik bilgilerle, arzulanan Nur hizmetini yapabilmek mümkün mü? Nurlarla hizmete tâlip olan her akl-ı selimin, sorumluluğunu taşıdığı bu ulvî vazifeyi bihakkın yerine getirmesinin yolunun çokça okumaktan geçtiğini söylemeye herhalde gerek yoktur.
Sorumluluklarımızı yerine getirmenin çaresinin, anlayarak okumak yanında dikkatli bir dinleyici olmaktan geçtiği de her hizmet erbabının bilmesi gerekli bir husus olsa gerek.
Diğer taraftan bu ulvî hizmetin, bu kudsî dâvânın bütün müntesiplerine yüklediği öyle sorumluluklar, öyle zorunluluklar var ki işte bunlar gönüllü hizmet erlerinin hassasiyetle göz önünde bulundurmaları gerekli olan hususlardır. Bu hususların başında ihlâs ve uhuvvet düsturlarına harfiyen uymak zorunluluğu gelir. Evet bence Nurlara talebe olmanın beraberinde getirdiği sorumlulukların başında, İhlâs ve Uhuvvet Risâlelerinde tarifini bulan prensip ve düsturlar vardır diye düşünüyorum. Bilerek veya bilmeyerek buradaki emir ve yasakları çiğnemek daha işin başında iken bütün çaba ve gayretlerimizin boşa çıkmasını netice verecektir.
Sorumluluklarımız ve mesuliyetlerimiz bunlardan ibaret değil elbette. Herbir hizmet erbabı, her yerde ve her zaman, mensubu bulunduğu dâvânın ulviyetini ve kudsiyetini unutmadan, üyesi bulunduğu câmianın şerefini ve hukukunu göz önünde bulundurarak hareket etmeli, her zeminde bu yüce dâvânın kudsiyetine yakışır bir hal ve tavır içinde bulunmalıdır.
Unutmamamız gereken bir diğer vecibe ve vazife de, ortak değerimiz olan bu kudsî hizmete perde olmamak, bir nakise getirmemek, elimizden geldiğince hâl ve etvarımızla ona âyine olabilmek, onu doğru ve şeffaf bir şekilde aksettirmek.
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bu gece Mi’rac Gecesi |
|
“Doğruldu! O, Ufuk-u Âlâ’da idi!”1 Resûlullah Efendimiz (asm) en yüksek Ufuk’ta durdu, doğruldu. Önüne Refref getirilmişti. Artık Cebrâil Aleyhisselâm’ı kevn âleminde, Sidre’de bırakmıştı. Kendisi Arş-ı Azama girmiş2; “Vücub” âlemine doğru yönelmişti.
“(Refref ile) yükseldi ve yaklaştı.”3 Bu âyetle Allah Resûlü’nün (asm) Allah’ın akrebiyeti ile, kurbiyeti ile, yakınlığı ile müşerref kılındığını öğreniyoruz. Resûlullah (asm), Zât-ı Muallâ’nın kurbiyetine yaklaşmıştır.
“Artık Kâb-ı Kavseyn’de idi; yâhut daha da yaklaştı!”4 Bu âyetle Allah Resûlü’nün (asm) Kâb-ı Kavseyn makamına yükselmekle teşrif edildiğini öğreniyoruz. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin (ra), “İmkân ile Vücub ortası” diye tavsif buyurduğu makamdır Kâb-ı Kavseyn.5 Zât-ı İlâhî’ye, bir ok yayının iki ucu kadar veya daha da yaklaştı. Ve, artık “Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ile görüştü.”6
“İşte o esnada Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti!”7 Bu âyetle anlıyoruz ki, Resûlullah Efendimiz (asm) Cenâb-ı Hakk’a bizzat mülâkî oldu, bizzat görüştü ve Cenâb-ı Hak’tan bir takım esrar ve bilgileri aldı. Zaman ve mekân üstü olan bu makamda Allah Resûlü (asm), Allah’ın, “Ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar oldu.”8
“Gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı.”9 Yani, Allah Resûlü (asm) zaten kalbine îmân ve hikmet doldurularak bu yolculuğa çıkarılmıştı. Şimdi îmânı, yakîn bir müşâhede ile desteklenince, gözü ile gördüklerini kalbi de tasdik etti. Ve Allah’ın rü’yetine mazhar oldu.
“Gördüklerine karşı şimdi siz mi tartışıyorsunuz?”10 Bu âyetle Cenâb-ı Hak, bu ulvî hâdiseyi aklına sığıştıramayanlara soru yöneltmiş ve şüphelerinin gâyet yersiz olduğunu beyan etmiştir.
“And olsun ki, Muhammed Cebrâil’i bir de Sidre-i Müntehâ’da dönüşte gördü.”11 Artık dönüş vâki olmuştur. Resûlullah (asm), Cenâb-ı Hakk’ın kurbiyetinden kevn âlemine doğru yönelmiştir. Kevn âleminin başında, yani Sidre’de, tekrar Cebrâil Aleyhisselâm ile bir araya geldi.
“Cennetü’l-Me’vâ yanında.”12 Şehitler ve Muttakîlerin Cennet’i olan “Cennetü’l-Me’vâ” buradadır. Cebrâil (as) ile burada buluştu.
“Sidre’yi, İlâhî tecellî tamamıyla bürüdüğü zaman, o mehâbetli manzarayı gören Peygamberin gözü hayretinden sağa sola meyletmedi, onu aşmadı. Muhakkak orada O, Rabb’inin Âyet’ül-Kübrâ’sını gördü.”13 Bu âyetleri geniş bir perspektifle Otuz Birinci Söz’de tefsîr eden Bedîüzzaman Hazretleri (ra), artık Allah Resûlünün (asm) burada “Cennetü’l-Me’vâ’nın gövdesi olan Sidretü’l-Müntehâ’da”14 iken Allah’ın azametinin delillerine şâhit olduğunu, âlem-i şehâdetin mânevî tezgâhları ve küllî kânunlarına, yeryüzündeki mahlûkatın amellerinin netîcelerine, cinlerin ve insanların fiillerinin Cennetteki meyvelerine ve Cehennem’deki zakkumlarına, yeryüzündeki tesbihât ve tahmîdâtın Cennetü’l-Me’vânın meyveleri sûretine girmesine şahitlik ettiğini kaydeder. “Elhamdülillâh” kelimesinin, nasıl bir Cennet meyvesine dönüştüğünü müşahede ettiğini beyan eder.15
Bu gece, böylesine müstesna bir gecenin sene-i devriyesini inşaallah idrak edeceğiz.
Bu geceyi nasıl mı ihya edelim? Elimizden ne geliyorsa onunla. Namazla, niyazla, Kur’ân okuyarak, Cevşen okuyarak, duâ ederek...vs. Yapabildiğimiz kadar.
Ve muhakkak; bizim miracımızın da namaz olduğunu; ömrümüz boyunca beş vakit namazda sebat ederek Allah’ın kurbiyeti ile müşerref olabileceğimizi bir kez daha kuvvetlice ve muhakkak hatırlayarak!
Mi’rac Kandilinizi tebrik ederim.
Dipnotlar:
1- Necm Sûresi, 53/6,7. 2- Sözler, s. 520. 3- Necm Sûresi, 53/8. 4- Necm Sûresi, 53/9. 5- Sözler, s. 520. 6- Sözler, s. 520. 7- Necm Sûresi, 53/10. 8- Sözler, s. 518. 9- Necm Sûresi, 53/11. 10- Necm Sûresi, 53/12. 11- Necm Sûresi, 53/13,14. 12- Necm Sûresi, 53/15. 13- Necm Sûresi, 53/16,17,18. 14- Sözler, s. 524. 15- Sözler, s. 532.
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Öyle bir söz ki |
|
Öyle bir söz ki onu söylediğinizde kurtuluşa eriyor, hayatınız değişiyor, dünya ve ahirette mutlu oluyorsunuz.
Şüphesiz bu söz “Lâ ilâhe illallah” kelimesidir.
Bu sözü gönülden söyleyen; her şeyin dizginleri elinde, her şeyin yanında hâzır ve nâzır, mekândan münezzeh, kudreti her şeye yeten; her şeyi gören, bilen, işiten, on sekiz bin âlemin sahibi, tek ve bir olan Allah’a iman ettiğini, Ona teslim olduğunu göstermiş olur.
Allah Resûlü (asm) bu sözle kâinata meydan okumuştu. Onun önünde bütün dünya dize geldi. Birgün Kureyş ileri gelenleri, Efendimizi (asm) Ebû Talip’e, ilâhlarını kötülüyor diye şikâyet etmişlerdi. Efendimiz de (asm), “Amcacığım” diye söze başlamış, “Onların öyle bir söz üzerinde birleşmelerini istiyorum ki, o sözü söyledikleri takdirde, bütün Araplara hâkim olacak, Arap olmayanları da cizyeye mahkûm edecekler” demişti.
“Eğer mesele buysa bir söz değil, on söz söylemeye hazırız” demişlerdi Kureyş ileri gelenleri.
“Yeğenim, haydi söyle bu söz nedir?” dedi Ebû Talip de. Efendimiz de (asm), “Lâ ilâhe illallah”tır diye karşılık verdi.
Araplara hâkim olacaklarını, Arap olmayanları da cizyeye mahkûm edeceklerini duyan Kureyş ileri gelenleri sevinip heyecanlanırken, bu kelime-i mukaddesi duyduklarında irkilmiş, çekinmiş, korkmuş, yakalarını silkeleyip çekip gitmişlerdi.
Her ne kadar onlar yüz çevirseler de Allah Resûlünün (asm) sebat, azim ve kararlılığı sayesinde bu hakikat dünyanın burcuna dikilmişti. Aynı zamanda bu hakikat, yüzyıllarca dünyanın yarısı ve insanlığın beşte birini de hükmü altına almıştır. Ahirzamanda da yine şaşaalı bir şekilde dünyanın dört bir yanında dalgalanacaktır.
Not: Değerli okurlar! Senelik iznimiz vesilesiyle bir süre sizlerle birlikte olamayacağız? Allah’a emanet olunuz.
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tebliğde metod |
|
İman esaslarının izah ve ispatına başlamadan önce iki konuya dikkat çekmemiz gerekir: İmân ve İslâm esaslarını tebliğde metot ile imânî meseleleri asla tartışma, münâzĞara mevzuu yapmama hususu.
Doğru, faydalı, iyi, ahlâkî değerleri anlatmak, yaymak; çirkin, olumsuz, zararlı, kötü ve ahlâk dışı, söz ve davranışlardan men etmekle yükümlüyüz. Bunun orijinal tâbiri, “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker”dir.
Bu vazife îfâ edilirken uyulması gereken önemli temel prensip ve Peygamberî tebliğ metotlarından birisi, “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Ve onlarla mücadeleni en güzel şekilde yap”1 şeklindedir. Hiç şüphesiz, “hikmet, güzel öğüt ve mücadele” nezaket ve nezaheti, aklî/mantıkî delilleri, edebî ve ilmî metotları kullanmak gibi hakikatleri de ihtiva eder.
En muhteşem iletişimci ve en mükemmel diyalogcu seçilen, en nazik ve en nazenin tebliğci Hz. Peygamber (asm), “Bir yanlışlık veya bir kötülük gördüğünüzde elinizle; buna güç getiremiyorsanız dilinizle düzeltin. Buna da gücünüz yetmezse, kalbinizle buğzedin” tavsiye üslûbunda emirde bulunur. Sahanın uzmanları bu hadîsi şöyle yorumlar:
Eliyle düzeltme güce dayandığından, bu vazifeyi yetkililer, etkililer, resmî görevliler yapar. Diliyle âlimler ve meseleyi bilen sahanın uzmanları yapmalı. Sıradan vatandaş ise, ancak, şiddet unsuru taşımayan tepkisini belirtir. Aksi taktirde kaş yapayım derken, göz çıkarabilir!
Başkalarını uyarırken kendimizi/nefsimizi asla ihmal etmememiz gerektiği vurgulanır.
Dikkat kesilmemiz gereken diğer bir nokta da, hataları yüze vurmadan düzeltme yoluna gitmektir. Aksi halde, aksülamel yapar, ters teper. Ki, bu psikolojik bir durumdur:
“Çok fenâlık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve onu görmezlikten geldikçe sınırlı kalır.”2 Tabiî ki, bu cümleden “tüm fenalıkları” görmezlikten gelme anlamı çıkmıyor. Bazı kötü hallere bizzat ve âcil müdahele gerekebilir.
Yine bir hadîs-i şerîfte, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin, korkutmayın...” denir. Bu önemli bir ikazdır ve geneldir. Meselâ, bir kısım mü’minler, hayat şartları gereği camiye günde beş, bazıları haftada bir, bir bölümü ayda bir uğrar. Seneden seneye gelenler de olabilir. Hiç kimse, hiç kimseyi yerme hakkına sahip değil. Çünkü, peygamberler dahil, insanlar hemcinsleri üzerine “bekçi, gözetleyici, hidayete erdirici” tayin edilmiş değil. Ki, son İlâhî mesajda, böyle bir yetkinin peygamberlere bile verilmediği, onların görevinin yalnızca bildirmekten ibaret olduğuna dair sık sık tahşidat yapılır.
Ancak, gayet nazik, yumuşak ve şevklendirici bir üslûpla daha sık gelebilmeleri için dâvet ile teşvik edilebilir. Diyelim ki, vaiz-vaize veya imam-hatibiz. İnsanları birlik ve beraberliğin en önemli unsur ve zeminlerinden olan iman, ibadet ile camiye dâvet edeceğiz. Kesinlikle, “Gel, Müslüman camiye gel! Günlerdir, haftalardır nerdesin! Aylık Müslüman, yıllık Müslüman! Ayda bir geleceksen hiç gelme!” gibi itici, ürkütücü bir üslûp asla kullanamayız. Buna ne hakkımız, ne haddimiz var.
Dipnotlar:
1. Nahl Sûresi: 125.; 2. Münâzârât, s. 83.
NOT: Mi’rac kandilinizi tebrik eder; camiamız, tüm İslâm cemaatleri, milletimiz, ülkemiz, İslâm âlemi; özellikle muztar ve mağdur Lübnan, Irak, Filistin, Çeçenistan, Keşmir ve sâir bölgelerdeki Müslümanlar için necata ve insanlık âlemi için hayırlara vesîle olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Lübnan’da silâhlar sustu; ya Filistin’de? |
|
Birleşmiş Milletler 34 gün sonra İsrail’in katliamlarını görüp ateşkes sağlayabildi. Ancak bu ateşin yeniden başlamayacağının garantisini kimse veremiyor. İsrail’in kan ve gözyaşı kusan silahları tekrar ateşlenebilir. Çünkü, İsrail tarih boyunca bunu hep yapmıştır. Bölgede her zaman çıbanbaşı olan İsrail, BM veya başka bir uluslararası gücü dikkate almayıp tekrar katliamlarına başlayabilir.
Bombalar sustu, ama akıllarda on günlük bebelerin annelerinin kucaklarında öldükleri fotoğraflar hafızalarda kaldı. Kanlı enkaz görüntülerinden sorumlu olan İsrail zalimliğiyle tarihin kara sayfalarında yerini aldı. Bir ayı aşkın süren, adına savaş diyemeyeceğimiz katliamın bilânçosu çok ağır oldu. Bir milyondan fazla insan şimdi yıkılmış, dökülmüş, harabeye dönmüş evlerine dönüp, yeni bir hayata başlamaya hazırlanıyor.
Bu katliamlardan sonra “savaşın galibi biziz” gibi gereksiz tartışmalar yapıldı. Aslında galip olan kimse yoktu. Olan on aylık bebeklere, kadınlara oldu. Savaşın galibi o olmuş, bu olmuş hiç farketmez…
Kana’da öldürülen 37’si çocuk 57 sivilin, Şeyya’da öldürülen çoğu çocuk 41 kişinin, Bekaa’da öldürülen 31 masumun, Gaziye’de, Ruveys’de öldürülen onlarca masum insanın hesabını kim verecek? Bir ay boyunca Lübnan yok edilirken susan ve televizyonlardan canlı canlı seyreden dünya kendisini tartışmalı.
Ateşkese rağmen, geri kalan günlerin bilânçosunun hesabı mutlaka sorulmalı. Uluslar arası camia kendi ülkesinde dahi halkın desteğini kaybeden Olmert’in savaş suçlusu ilân edilmesini tartışmalı. İsrail’in kafası estiğinde başka bir ülkeye girip insanlara karşı katliam yapamayacağı tartışılmalı. Çünkü hesabı sorulmazsa İsrail yarın bir gün yine Lübnan’a veya başka bir ülkeye –Filistin’e her zaman yaptığı gibi- saldıracaktır.
***
Ateşkesi sağlayan BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararı bu ateşkesi net, kesin, tartışma kaldırmayacak şekilde de desteklemiyor. BM’nin kısa zamanda İsrail yeni bir “hamle” yapmadan net ve kesin karar alması gerekiyor. Çünkü, söz konusu 1701 sayılı kararın daha çok İsrail’e yarayan, bu ülkeyi koruyan oldukça muğlak bir metinden ibaret olduğunu herkes söylüyor. Zaten “İsrail kendisine yaramasaydı bu kararı kabul etmez, ateşkese de uymazdı” görüşünde herkes hemfikir.
Türkiye asker göndermeye sıcak bakıyor, ama bunun için bazı şartlar öne sürüyor. Bir yanda tehlike ve risk, öte yanda bölge ve dünya siyasetinin dışında kalmamak arasında tercih yapmaya çalışıyor. Türkiye birisini tercih edecek, bugünkü hava asker göndermeye daha yakın görünüyor.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, günübirlik Lübnan’a yaptığı gezi sırasında bu şartları söyledi. Özellikle ateşkesin kesin olarak sağlanması ve Lübnan’daki bütün unsurların ülkede konuşlanacak BM gücünü kabullenmesi üzerinde duran Gül, barış gücünün Hizbullah’ın silahlarını alıp hükümete teslim etmek gibi bir görevinin olmadığını söylüyor.
Abdullah Gül’ün bugün de İsrail’e gitmesi bekleniyor. Gül’ün, Türkiye ziyaretini iptal eden İsrail’in Başbakanı Ehud Olmert’in “Dilediğimiz zaman Hizbullah’a karşı operasyon yaparız. Bunun için kimseden izin olmayız” sözü dikkate alarak temaslarında dikkatli ve titiz olması isteniyor. Çünkü, İsrail’in gerçek yüzü budur.
***
Öte yandan, Lübnan’da ateşkes sağlandı, ama Filistin’in “kayıp bilânçosu” unutuldu. İsrail’in “aynı sebeple” yani, iki askerinin kaçırılması sonrasında başlattığı Gazze saldırısının bilânçosu ikinci plâna itildi ya da ittirildi… Lübnan’da kan kusan silahlarını şimdilik susturan İsrail, Filistin’de katliamlarını sürdürüyor.
İsrail, Gazze’de “yaz yağmuru” operasyonu kapsamında düne kadar çoğu sivil 180’den fazla Filistinliyi katletti; 500’den fazlasını da yaraladı. Kaçırılan tek bir askerine karşılık aralarında bakan ve milletvekillerinin de bulunduğu 60’tan fazla Hamas yetkilisini tutuklayan İsrail, hâlâ 5 bakan ve 26 milletvekili ile onlarca yetkiliyi hapiste tutuyor. Hapsedilen isimler arasında Filistin Meclis Başkanı Aziz Duveyk de bulunuyor.
Lübnan’daki ateşkes İsrail’in Filistin’de yaptığı zalimlikleri unutturmamalı.
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
En önemli vazife |
|
İlk risâlelerin telif edilmeye başlandığı dönemde bu eserleri iştiyakla okuyarak intibaha gelen “bahtiyar doktor”a Barla’dan yazdığı mektupta Said Nursî şöyle diyor:
“Biliniz ki, mevcudat içinde en kıymettar, hayattır; ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 188)
Böylece, tıp mesleğinin hayata hizmet cihetiyle taşıdığı önem ve değeri vurguluyor.
Ve ardından, hayata yönelik hizmetler içinde en kıymetli olanın da, fâni hayatı bâkileştirecek hizmetler olduğunu vurguluyor.
Bu izahın farklı açılımlarını ise başka bahislerde görmekteyiz. Söz gelişi, Bediüzzaman, Eskişehir mahkemesinde kendisine tevcih edilen “Sen vazifesizsin” eleştirisine cevap verirken şöyle diyor:
“Eğer kabir kapısı kapansaydı ve insan dünyada lâyemût (ölümsüz) kalsaydı, o vakit vazifeler yalnız askerî ve idarî ve resmî olurdu. Madem her gün lâakal (en az) otuz bin şahit cenazeleriyle ‘El mevtü hakkun’ (Ölüm haktır) dâvâsını imza ediyorlar; elbette dünyaya ait vazifelerden daha ehemmiyetli imanî vazifeler var.”
Tarihçe’nin 206. sayfasındaki bu bahsi açan ve tamamlayan bir diğer izah da şöyle:
“Madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim meselesidir; elbette (...) vazifeler yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir” diyen Said Nursî, sözlerinin devamında şunları ifade ediyor:
“Yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı (karanlık) yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir.”
Akabinde, insan ruhunun zarurî ve manevî ihtiyaçlarına cevap verecek “manevî vazifeler”e dikkat çekerken şöyle diyor Üstad:
“O vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında (kabirle girilen âlemin karanlığında) kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin (sonsuz mutluluğun) anahtarı olan imandır, imanın ders ve takviyesidir.” (Lem’alar, s. 177)
Risale-i Nur'u okuyanlar çok iyi bilir; buna mümasil olarak, Meyve Risalesi’nin Dördüncü Meselesi başta olmak üzere, konuyu farklı açılardan tamamlayan başka bahisler de var.
Bunların tümünden çıkarılabilecek mesajların başında, bizler için dünyadaki en önemli vazife ve hizmetin önce kendi imanımızı kurtarıp, sonra başkalarının imanına kuvvet verecek tarzda çalışmak olduğu gerçeği geliyor.
“Vazifemiz, Kur’ân’ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî ve berzahî haps-i münferidden (kabirden sonra müebbed hücre hapsinden) kurtarmaktır” (Tarihçe, s. 488) cümlesi de aynı şeyi vurguluyor.
“Ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) sahil-i selâmete çıkaracak bir geminin hademeleri” olarak odaklanmamız gereken asıl vazife bu.
Diğer vazifeleri de bu ana hedef ve eksen çerçevesinde götürerek yola devam etmeliyiz ki, dünyevîleşme ve ihtilâflar başta olmak üzere, hayat imtihanında karşımıza her an çıkabilecek bilumum tuzakları boşa çıkarabilelim.
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Mi'rac ve namaz |
|
Mi'rac Kandilinin en önemli hediyelerinden birisi namazdır. Namaz denildiği gibi dinimizin direği ve Peygamberimizin de gözünün nuru (kurretü’l ayn)dur. Dolaysıyla ne kadar titizlik göstersek hakkıdır, sezadır. Fakat yeni nesillerin namaza eski nesiller kadar titizlik gösterdiğini söyleyemiyoruz. Geçenlerde Nevşehir’de idim. Pegasus Havayolları ile Sabiha Gökçin Havaalanına uçmak üzere erken yola çıkmıştık. Sabah namazı girdiğinde alelacele namazı eda ettikten sonra yola çıkmıştık. Yollar bomboş ve tenha idi. Hayatımıza televizyon gireli güneşin ışıkları hep üzerimize doğuyor. Zamanı hep israf ettiğimizden dolayı zamanda bereketsizlik hali yaşıyoruz. Bundan dolayı sabahleyin kazara sokağa çıktığınızda yolları bomboş ve tenha buluyorsunuz. Eskiden öyle miydi? Cemaat gürül gürül camiye akardı. Özellikle sayıları azalan yaşlı kuşağı toptan camide görürdünüz. Onların camiden dağılmasına dek kahvehaneler açılır ve simitçiler ve işçilerle birlikte cemaat da kahvehaneye damlar ve ilk çaylar böyle içilirdi. Ama sonraki yıllarda hayatımızın anlamı değiştiği gibi akışı da değişti. O Nevşehir sabahında ıssızlık ve tenhalık arasında dikkatimi çeken iki şey oldu. Bastonu elinde bir tutam sakalıyla yaşlı bir amcanın yol boyunca camiye doğru vakur adımlarla yürümesi ve bir de o saatte geleni gideni gözetleyen sivil bir araç. Sözkonusu araç da istihbaratçılara aitmiş. Yaşlı amca camiye doğru tek başına yürüyordu. Bu manzarayı Pegasus servisinden seyrediyordum. Serviste ise daha ziyade bayanlar vardı. Kıyafetlerine ‘müstehcendi’ diyemiyorum çünkü artık bu kıyafetler bizin nazarımızda bile normalleştiği için müstehcenlik nazarıyla bakamıyoruz. Daha doğrusu içselleştirdiğimiz için yadırgayamıyoruz veya bu kavramla ifade edemiyoruz artık. Her ne kadar nü resimler yapsa da artık bu tür kıyafetleri eleştirmek, yadırgamak Kenan Evren gibi yaşlı kuşağa kaldı. Her gün bir öncekini aratıyor. Bu bağlamda Can Dündar müstehcenlik konusundaki yaptırımlarından dolayı Kenan Evren dönemini ve o dönemin polis teşkilatını muhasebeye çekiyor. Nevşehir’deki mitinge de yine yaşlı kuşak rağbet gösterdi ve İsrail’i telinde en ön saftaydılar. 40 derece sıcağa rağmen.
***
Şüphesiz Peygamber Efendimiz İsra’dan sonra Miraca da ruh mealceset çıktı ve kendisine burada namaz hediye edildi. Namaz heyeti ve erkanı olan özel bir duadır. Kur’an-ı Kerim’de namaza çok sayıda atıf var. Ve Kur’an ikamisselat olarak anıyor. Namaz kılmak değil namazı dosdoğru kılmak. İbadet adet derekesine indiğinde huşu, hudu da kayboluyor, indirgeniyor, içi boşalıyor ve sadece görev savmaya dönüşüyor. Müslümanlardaki gevşeklik hali başta namazda kendisini gösteriyor. Namazda gevşekliği atlattığımızda bu, bütün alanları etkileyecektir. Bundan dolayı namazda yeniden selabeti ve titizliği yakalamalıyız. Bu hususta birçok kişi sancı duyuyor. Bu meseleyi kendilerine dert edinenler Namaz Gönüllüleri Platformu kurmuşlar. Bunu bir nevi emr-i bil’l maruf ve nehyi ani’l münker faaliyeti olarak görmek lazım. Bu faaliyetlerle sadece namazı değil aynı zamanda emr-i bil’l maruf bilincini de diriltmek mümkün. Öyleyse ezanda denildiği gibi haydin namaza.
Namazı ihyanın ikinci kademesi cemaatı ihyadır. Gerek evde ve özellikle de camilerde cemaatla namaz kılmak aynı zamanda içtimai dokumuzu da güçlendirecektir. Öyleyse randevularımızı cemaate göre ayarlayalım ve namaz önceleri ve sonraları için kavilleşelim. Son 20 yıl içinde camisiz ve cemaatsiz bir İslamcılık türedi ve moda oldu. Bunun kırılması lazım. Yeniden öze ve camiye dönmek lazım. Cami estetiğini veya cemaaati eleştirdiğimiz oranda biz orada yokuz.
***
Vehbi Vakkasoğlu camilerin fonksiyonlarını yeniden düşünmemiz gerektiğini söyledi. Gerçekten de öyle. Camiler hem ibadet ve hem de sosyal faaliyetler için kullanılabilir. Sözgelimi Arap dünyasında çocuklar zaman zaman derslerini camilerde çalışıyorlar. Vakkasoğlu çocukları camiye çekebilmek için çikolatalı promosyonlardan bahsetti. Kiliseler bunu müzikle veya eğlenceyle yapmaya çalışıyor biz de meşru dairede sevdirerek yapabiliriz. Ama namaza çağrı etkinlikleri yaparken, usulünü de İslama uygun seçmek lazım. Mesela, sünnete göre yaşarsak sabah namazına kalkma problemimiz olmaz. Bundan dolayı televizyon seyrettikten sonra sabah namazına kalkma çareleri arayacağımıza veya önereceğimize, insanlara sünnete uygun hayatı anlatalım. Sözgelimi Hazreti Peygamber yatsıdan sonra gerekmedikçe konuşmaz ve dinlenmeye çekilirmiş. Bu hayat tarzı ülkemizde özellikle de yaz ayları için elzem. Sonra gece yarısından sonra kalkar teheccüt kılar ve yine yatar ve sabah namazına kalkarmış. Böyle yaptığımızda bütün suni problemler ortadan kalkacak hem sünnete göre yaşayacağız hem sabah namazına rahat kalkacağız hem de vaktimizin bereketini göreceğiz. Başkalarının suni problemlerine suni reçeteler veya çareler bizim pradigmamızı da altüst eder. Bunu sadece tedricilik bağlamında önerebiliriz. Bu vesile ile namaz içindeki miracınız ve Mi'rac içindeki namazınız kutlu olsun.
20.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|