Bediüzzaman Hazretleri, cumhuriyet döneminde meydana gelen Şeyh Said isyanıyla hiçbir alâkası olmadığı halde, gerekçe gösterilmeden ve zulmen sürgüne gönderildi.
Van vilâyetinden Erzurum ve Trabzon’a, oradan da deniz yoluyla İstanbul, İzmir, Antalya hattından Burdur’a sevk edilen Üstad, dokuz aylık geçici bir ikâmetten sonra, Isparta’ya ve nihayet sekiz buçuk yıl kalacağı Barla Nahiyesine nakledildi.
O günün şartlarında Barla’ya gönderilmesinin sebebi, böyle hücrâ bir köyde unutulup gitmesini sağlamak ve rûhunda feveran eden hamiyet-i İslâmiyesinin sönüp gitmesini temin etmekti. Fakat, mânen vazifeli ve asrın sahibi olan Bediüzzaman bir an bile boş durmadı. Altı bin sayfalık Risâle-i Nur tefsirlerinin dört bin sayfaya yakın bir bölümünü orada telif etmeye muvaffak oldu. Bir tek dînî eserin yazılmasına izin verilmeyen öyle dehşetli bir istibdat ve baskı devrinde, el yazmasıyla ve Kur’ân harfleriyle telif edilip Anadolu genelinde neşredilen bu eserlerin ortaya çıkması muazzam bir hizmetti. Beşer zulmü içinde kaderin adâleti tecellî ediyor ve sevk-i İlâhî ile büyük bir hizmet icrâ ettiriliyordu.
Bediüzzaman, Isparta ve civarını çok sevmişti. 13. Şuâ’da: “Ben, sizin yüzünüzden Isparta’yı taşıyla ve toprağıyla seviyorum” diyor, devamında da “Evet, ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum, fakat kanaatim var ki, İsparit Nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş” ifadelerini dile getiriyordu. Emirdağ Lâhikası 267. sahifedeki “Benim son hayatımı Isparta havalisinde geçirmek büyük bir arzumdur. Ve Nur Efesinin dediği gibi demiştim: Isparta, taşıyla toprağıyla benim için mübârektir..” beyanları da ona âitti.
Urfa’dan başka, ‘taşı toprağı benim için mübârektir’ dediği tek vilâyet Isparta’ydı. Demokrat Parti iktidarında kâh Emirdağ’da kalıyor, kâh kiraladığı Isparta’daki evde ikâmet ediyordu. Vefat edinceye kadar bu hal devam etti. Vefatına üç gün kala taşı toprağı mübârektir dediği Isparta’dan, bir diğer mübârek vilâyet olan Urfa’ya gitti ve rûhunu Rahman’a orada teslim etti. Fakat, hayatı boyunca onun vücudundan rahatsız olan ve korkan yetkililer onu mezarında da rahat bırakmadılar. İhtilâlden üç buçuk ay sonra, hiç bozulmamış olan cesedini galvanizli bir tabuta koyup uçakla önce Afyon’a, oradan da kara yoluyla çok sevdiği Isparta’ya getirip büyük kabristana defnettiler. Bu olaydan on bir sene sonra, garip bir tevafuk sonucu kabri bulunan Bediüzzaman, bir gece vakti iki üç talebesinin nezaretinde götürülüp, taşı toprağı mübârek olan Isparta’nın meçhul bir toprağına bozulmamış bedeni yeniden defnedildi. Böylece vasiyeti de yerine getirilmiş oldu. Bunlar, hep kaderin cilveleriydi. İnsanlar zulmediyor, kader ise hükmünü icrâ ediyordu.
Barla, işte o mübârek topraklar arasında mübârek bir beldeydi. Her sene Ağustos ayının ilk haftasını orada geçirmek âdetimiz olmuştu. Bu sene de on beş âile ile Barla’daki sosyal tesislerimizdeydik. Dünyanın her türlü karmaşasından uzakta, âdetâ âhiretten bir köşedeydik. Orada yapılan dersler bile farklıydı. Mânevî bir atmosferi hepimiz hissediyorduk. Belki de Üstadın ve vefat etmiş diğer Nur talebesi ağabeylerin rûhaniyetleri de o ders halkasındaydı. Nurânî varlıklar için sınır söz konusu değildir. Kapalı devre televizyon programıyla, farklı bir salondan bayanlar da dersi tâkip ediyordu. İsm-i Âzam derslerinden Ene Risâlesine, şeytandan istiâze bahislerinden meslek ve meşrep derslerine kadar değişik mevzularla dolu dolu geçen programımız vardı. Gezilip görülecek yerlerin hepsine gidiliyor, Çam Dağı ve Isparta’daki Üstadın evini ziyaretle program zenginleştiriliyordu. Her sabah Aksu Dağlarının ufkundan altın bir tepsi gibi doğarak ışıklarını Eğirdir Gölüne yansıtan güneş ve her gece yine aynı dağların farklı noktalarından doğarak ışığını aynı göle yansıtan dolunayın manzaralarını seyredip tefekkür etmek Barla’ya has bir ayrıcalıktı.
Bu arada, Üstadın ilk talebelerinden Marangoz Mustafa Çavuş’un oğlu Mehmet Güvenç Ağabeyin hatıralarını dinlemek de ayrı bir farklılıktı. Sungur Ağabeyin de bulunduğu ve şahidi olduğu bir hatırada Üstad, Güvenç Ağabeye diyor: “Evlâdım! Mısır’da Camiü’l-Ezher nasıl bir merkezse, Barla Medresetü’z-Zehra olması îtibariyle âlem-i İslâmın mânevî bir merkezi olacak.”
Bir gün, Üstad talebeleriyle Isparta’dan Barla’ya gelir. 1953’den sonra ara sıra kaldığı camlı köşk hükmündeki evine çıkar ve çay yapmalarını söyler. Çay demlenirken “Acele edin! Çabuk Isparta’ya döneceğiz” der. Bayram Ağabey içinden “Bu kadar mesafeyi sadece bir çay için mi geldik?” diye geçirir. Üstad ona “Keçeli, keçeli! Sen, Barla’yı kerih görme. Barla, taşıyla toprağıyla mübârek bir beldedir” diyerek içindeki itiraza cevap verir.
Mübârek bir belde olan Barla’da, bereketle alâkalı bir çok olaylar da yaşanır. Güvenç Ağabey anlatıyor: “Üstadın ilk talebelerinden Muhacir Hafız Ahmed, Şamlı Hafız Tevfik, Sıddık Süleyman, Şemi Güneş, Abdullah Çavuş, Babam Mustafa çavuş ve ağabeyim Ahmet Güvenç ile Üstadımız Karakavak mevkiine çıkarlar ve suyun kaynadığı yerde çay demlemişler. Ancak kendilerine yetecek kadar çay ve şekerleri varmış. Üstadın orada olduğunu öğrenen yirmi kişi civarında bir topluluk köyden ziyaretine gitmişler. Babam Mustafa Çavuş çok telâşlanmasına rağmen o az çay ve şeker hem onlara, hem de gelenlere fazlasıyla yetmiş.”
Mübârek belde olan Barla’daki bir haftalık programımız çabucak bitmiş ve Aksu Dağlarından güneş yine doğarken biz konvoy halinde Ankara yoluna koyulmuştuk.
09.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|