Ebedler ülkesine akıp giden hayat yolculuğu içinde, üzerinde yaşadığımız şu dünya geçici bir duraktır. Hayat vazifesini bitirenler er veya geç buradan göçer, kabir âlemlerine intikal eder. Beden evindeki misafirliği sona eren ruhlar, Allah’ın emriyle yuvasını terk eder ve berzah tabakalarındaki yerlerine gider. İman eden ve inancının gereğini emir ve yasaklara riâyet ederek yerine getiren mü’minler, Cennet bahçelerinden bir bahçe lezzetini ruhânî olarak tadarken; inkâr ile hayatını geçirenler ise, Cehennem çukurlarından bir çukur azabına muhatap olurlar. Yerin karnındaki magma tabakası onlar için küçük bir Cehennem vazifesini görür. İman edenlerin ruhları yıldızlara yükseltilir. Bir kısmı berzah âleminin muhtelif tabakalarına gider. Hatta bir kısmı da, hadis-i şerifin ifade ettiği gibi “Yeşil kuşlar” denilen Cennet kuşlarının içlerine emr-i Hak’la girerek, onların hasse ve duygularıyla o âlemi gezer ve seyrederler. Berzahtaki ruhânî hayat böylece haşir sabahına kadar devam eder. Yeniden diriliş gününde, çürümüş bedenler Allah’ın sonsuz kudretiyle yaratılır ve bâkî olan ruhlara iade edilir. Ruh-beden müşterekliğinde ebedî hayat bu sûretle başlamış olur. Ya saadet ülkesinde, ya da azap memleketinde.
Otuz üç kişiyle gerçekleştirdiğimiz yaz okuma programının yapıldığı Zonguldak Yeni Asya Sosyal Tesisleri’nde, orayı vakfeden Osman Bayraktar Ağabey’in kabri başında bunları düşündüm.
2001 yılında ebedler memleketinin ilk durağı olan kabrine defnettiğimiz bu bahtiyar insan, küçücük bir köyde beş yüzden fazla insan tarafından uğurlanmıştı. Bütün sevenleri oradaydı. Gelemeyenler gıyabında hatimler okumuştu. Türkiye’nin her ilinden onu tanıyanlar vardı. 1979 yılından 2001 yılına kadar, zor şartlarda vücuda getirdiği üç dönüm arazi üzerindeki üç katlı tesisten binlerce insan gelip geçmiş, nice gençler orada iman hakikatlerini okuyarak vatana, millete faydalı bir uzuv haline gelmişti.
Osman Ağabey’le hemen her yaz birlikte olmuştuk. Çok mütevazi bir insandı. Kendisine “Çoban Osman” diyordu. Ama o çobanlık tanımı altında ileri görüşlü ve feraset ehli bir karakter vardı. Ülke meseleleri hakkında konuştuğu zaman, çarıklı bir erkân-ı harp olduğu hemen anlaşılıyordu. Üstadı çok seviyordu. Okunan risâleleri can kulağı ile dinler ve çok rahat kavrardı. Çok çalışkan bir kişiliği vardı. Hiç boş durmazdı. Kendi işlerinin yanında tesislerin de işini yapar, ya da yaptırırdı. Çalışmadığı zamanlar elinde tesbih devamlı kelime-i tevhid ve sair kelimât-ı mübarekeyi zikrederdi. Hayır hasenat ehliydi. Çocuklarını ihmal etmeden bir diğer binasını Kur’ân kursu için bağışlamıştı. Onun teşvikleriyle Çaycuma ve Kilimli’de iki ayrı hizmet binasının gerçekleşmesi sağlanmıştı. Kendisi hayrını yaptığı için Allah sözlerine tesir veriyordu.
Osman Ağabey iyice yaşlanmıştı. Yorgun bedeni artık onu taşımıyordu. Yaşı yetmiş yedi olmuştu. Hasta olarak Ankara’ya geldiğinde onu hemen hastahaneye yerleştirdik. Çok yük taşımaktan kalbi büyümüş ve kalp kasları özelliğini kaybetmişti. Doktorlar, “Yapacak bir şeyimiz yok, sadece onu rahatlatıyoruz” diyorlardı. Otuz dokuz gün boyunca, o tesislerde yaz programı yapan ve onu seven üniversiteli gençler gece gündüz başında nöbet tuttular. Osman Ağabey vaktinin yaklaştığını bildiğinden, tesislerin karşı yamacına çoktan kabrini hazırlamış ve etrafına sekiz adet çam fidesini kendi elleriyle dikmiştir. Ara sıra kabrine girer; üstüne saçtan kapağı çeker ve “Ey Osman! Bir gün işte buraya mutlaka gireceksin. Ona göre kendini hazırla!” diyerek nefsini terbiye edermiş.
Son ziyaretimiz bir Cuma günüydü, rahatsızlığı iyice artmıştı. Ona dedim: “Osman Ağabey! Allah gecinden versin ama şayet bir gün emr-i Hak vaki olursa, bizden Sevgili Peygamberimize (asm), sahabelerimize, Üstadımıza ve Nur talebelerine selâm götür. Ben de sana arkandan her gece Kur’ân okuyup bağışlayacağım.” Dedi ki: “Söz mü Sami kardeş?” Dedim: “Söz, Osman Ağabey!” Dedi: “Öyleyse bana Allahaısmarladık. Ben de inşallah dediğini yapacağım.” Ambülansla memleketine uğurladık. Yanında oğlu vardı. İki gün sonra vefat haberi geldi. Çeşitli il ve ilçelerden gelen kalabalık bir toplulukla cenaze namazını kıldık. Kabri başında ölümün mahiyetini izah eden 20. Mektub’dan bir ders yaptık. Herkes dünya âleminden beka âlemine yapılan bu uğurlamayı gıpta ile izliyordu. İnşallah Osman Ağabey kazananlardandı. Beş sene sonra tekrar geldiğim sosyal tesislerde bir hayli düzenlemeler yapıldığını gördüm. Osman Ağabey’in hayattayken diktiği çam fideleri kocaman ağaç olmuşlardı. Gelen gençler Osman Ağabey’i ziyaret ediyor, program bitiminde yine Fatihalarla onunla vedalaşıyorlardı. Diğer tarafta Kur’ân kursu da çalışıyordu. Bu günleri görmüş, daimi bir sevap hazinesi bırakmıştı. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli. Şimdi o, çam ağaçlarının gölgesinde âsûde bir tarzda haşrin sabahını bekliyor. Kabri nur, mekânı Cennet olsun!
14.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|