“O kabristan, İstanbul’dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muâşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafında Sarıyer’de bir halvethâne kendime buldum.”
Bediüzzaman Said Nursî, böyle diyerek gitmişti Eyüb Sultan’dan Sarıyer’e.
Bu gidiş, aynı zamanda onun Eski Said’den Yeni Said’e gidişi; şanı, şöhreti, itibarı bırakıp inzivaya, halvete, uzlete çekilişi; devletin nişanını, meşihatın maaşını ve ahalinin teveccühünü terk edişi demekti.
Bu itibarla onun her hâli ve hareketi gibi bu seyahati de an be an takip edilmesi gereken manidâr bir yolculuktu. Onun için biz de takriben seksen beş sene sonra onun sudaki akislerini takip ederek Boğaz hattındaki Nur menzillerini gezmek istiyorduk.
Bu maksatla Sirkeci İskelesinden Boğaz vapuruna bindik. Fakat o zamanlar iskeleler Galata Köprüsünün üzerinde olduğundan köprünün altından geçerken kendimizi vapura oradan binmiş farzettik.
Daha Boğaz’ın ağzında başladık onun hatıralarını yaşamaya.
Zira Bediüzzaman, 1959 yılı sonunda yaptığı son İstanbul seyahati sırasında, önce Üsküdar’a gelmiş, arabalı vapuru beklerken Valide Camii’nde namazını eda etmiş, sonra da Kabataş’a geçmişti.
1911 Haziranında Şark vilayetlerini temsilen, Sultan Reşat’ın Balkan seyahatine iştirak ettiği zaman, onları Selanik’e götürecek olan Barbaros Zırhlısına Dolmabahçe rıhtımından binmişler, dönüşte de yine orada inmişlerdi.
Gerçi, başka yerlerde olduğu gibi orada da artık her şey değiştiğinden tarihî hadiseleri hatırlatan herhangi bir tahattur vesilesi yoktu ama öyle bir şey olmasa da hatırlamak için bilmek yeterdi.
Nitekim onun hayatının tarihî seyrini bildiğimiz için, o sırada eteklerinden geçtiğimiz yamaçların gerisinde olması hasebiyle onun 1952 yılı baharında Şişli ve Çağlayan taraflarına yaptığı seyahatleri de hatırladık.
O günlerde ahâlinin aşırı ilgisinden rahatsız olan Bediüzzaman, biraz tenha olduğunu düşünerek Şişli’ye gelmiş ve ibadete yeni açılan Şişli Camii’nde namaz kılıp görevlilerle sohbet etmişti.
Bir başka gün mevcudatın bayramı olarak kabul ettiği nevruz vesilesiyle kırlarda gezmek isteyince Çağlayan tepelerinde tenezzühe çıkmış ve gün boyu tabiatın canlanışını temâşâ ederek dinlenmişti.
İçinde bulunduğumuz zaman nevruz değildi. Öyle olsa bile oralarda canlanışını temâşâ edecek mevcudât pek kalmamıştı. Şişli Camii’nde de, Mısır’da okuduğu yıllarda görüştüğü Mustafa Sabri Efendiden Bediüzzaman’a selâm getiren Mustafa Runyun Hoca ve Üstadını görmek için Gençlik Rehberi mahkemesine gidip içeri giremeyince meyus olan, geri geldiğinde onu camide görünce hüznü sürûra dönen müezzin Hafız Enver Efendi yoktu.
Oralarda onlar olmayınca muhayyilemizi meşgul edecek fazla bir şey bulamadık. Hissen ve hayalen tekrar Boğaz’ın büyüleyici manzarasına avdet ettiğimizde vapur Aziz Mahmud Hüdaî türbesini ve Yahya Efendi dergâhını birbirine bağlayan nuranî hat üzerinde hareket hâlindeydi.
Yerin üstü kadar altına da âşinâ olduğundan, gaybî bir nazarla gezdiği güzergâhlardaki kabristanları temâşâ eden Bediüzzaman’ın, buradan geçerken o türbe ve dergâh sakinlerini fâtihalarla selâmladığını düşünerek biz de o hattı fâtiha okuyarak geçtik.
Aralarındaki yol onları birbirinden ayırsa da, uzaktan bakınca Yahya Efendi dergâhının bahçesi gibi görünen Yıldız Parkını seyrederken İkinci Abdülhamid Han’ı hatırladık. O da bir başka tahattur faslını başlattı.
Bediüzzaman, İstanbul’a ilk olarak onunla görüşmek için gelmişti. Maksadı memleketi saran cehalet karanlığına dikkat çekmek ve Şarkta açmayı düşündüğü Medresetü’z-Zehra için yardım istemekti.
Medresesine yardım alamadığı, şahsına yapılmak istenen ihsan-ı şahaneyi ve bağlanan maaşı reddettiği, padişaha da ‘Yıldız Sarayını medrese yap’ dediği için Üsküdar’daki Toptaşı tımarhânesine hapsedilmiş ve oradan ancak, Sultan Abdülhamid’in gönderdiği doktorun, “Bediüzzaman’da zerre kadar delilik varsa, dünyada akıllı adam yoktur” şeklindeki raporu sayesinde çıkabilmişti.
Toptaşı hâlâ harabe hâlinde durduğu için hafızamız oradan Yusuf İzzeddin Efendinin köşküne atlamakta fazla zorlanmadı. Fakat Bediüzzaman’ın esaretten döndükten sonra; ‘Gayet zekî, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ı maneviyem’ dediği yeğeni Abdurrahman’la birlikte zaman zaman kaldığı o köşkün de Toptaşı’ndan pek farkı yoktu.
Bediüzzaman’ın tabiriyle ‘Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’ onu hatırlatan yer, iz ve işaretlerle birlikte cazibesini kaybettiği için hissen ve hayalen tekrar vapura döndük ve kendimizi Boğaz safâsının seyrine bıraktık.
Artık her hâlimizle İstanbul Boğazının büyüleyici iklimindeydik.
O ana kadar seyahatin gidişatına hâkim olan akıl ve irademizin yerini görme, duyma uzuvlarımız alınca, başta his ve hayal hassalarımız olmak üzere bütün melekelerimiz hareketlendi.
Varlığını idrak edebildiğimiz, edemediğimiz bütün lâtifelerimize manzaralar da ayniyle mukabele edince bedenimiz, ruhumuz, aklımız, şuurumuz Boğaz’la insicam içinde akmaya başladı.
O zaman Boğaz tam bir tahattur mecraı hâline geldi. Yer bitkileri siklameni, nilüferi, çiğdemi, zambağı, köygöçüreni ve diğer endemik çiçekleri hatırlattı; ağaçlar erguvanı, akasyayı, kestaneyi, manolyayı.
Her kuş gözümüzde bülbül oldu, her çiçek gül.
Kıyılar ve tepeler, dar yerlerde hızlanan akıntıya rağmen bizim görüş mesafemize girebilmek için dalgalı sulara dalarken, bulutlar gökyüzü ile birlikte bu mavi derinliklerde de gezinmeye heveslendi.
Leb-i derya yalılar, artık tarihin derinliklerinde kalmış olan zevk-i selim sahnelerini hatırlatırken genellikle koylarda yer alan köşkler ve saraylar, gönül güzelliğini andıran iç tezyinatlarını durgun sular vasıtasıyla nazarlara aksettirme yarışına girdiler.
İrademizi hissimizin akıntısına kaptırarak biraz daha dalsak, meşhur mehtap safâlarını, tulu’ ve gurub fasıllarını, şiirlere menşe, romanlara, hikâyelere mekân olan yerleri de bir bir hatırlayacaktık.
Hele hisarlara biraz dikkat etseydik, kulesinin dibindeki mesire mescidi harabezara dönen Güzelcehisar’ın suskun, yıkılan camisinin bir zamanlar namaz kılınan mahallinde konserler verilen Boğazkesen’in mahzun olduğunu görecek ve hüzünlenecektik.
Boğaz’ın tabiî ve tarihî müştemilatı sadece bunlardan ibaret değildi elbet. Orada her yer, her zaman her insanın bütün uzuv, hasse ve lâtifelerini her hâli ile tatmin edecek özelliklere, güzelliklere sahipti.
Öyle ki, günlerce orada kalsak, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık.
Lâkin biz oralarda da muhayyilemizi münhasıran Nur menzillerinin müstesna manzaraları ile tezyin etmek istediğimizden, yalıların hazzına da hisarların hüznüne de takılıp kalmak istemiyorduk.
Biraz da bu yüzden, Bediüzzaman’ın Sarıyer’e giderken, bu günkünden çok daha bakir ve tenha olan kıyılara, sırtlara ve tepelere bakıp tefekkür ettiğini düşünerek çevreyi o nazarla temâşâya hazırlanırken fark ettik Said Halim Paşa’nın, Yeniköy sahilindeki muhteşem köşkünü.
Vârisi olmayan paşa bu köşkü bütün müştemilatıyla birlikte Bediüzzaman’a vermeyi teklif ettiği, o da düşünmek için biraz mühlet istediği için o zaman buradan geçerken o nazarla iyice tetkik etmiş olmalıydı.
Nitekim bir süre sonra, dünyaya teşbih ettiği köşkün akıbetini hatırlatarak paşaya, teklifini kabul etmediğini bildiren manidâr bir cevap vermişti:
“Beni dünyaya çağırma, ona geldim fena gördüm.”
Gerçekten de paşa bir süre sonra Roma’da Ermeniler tarafından öldürülünce devlete kalan köşk 1966 yılında Amerikalılar tarafından kiralanıp kumarhane yapılarak mânen yıkılmış, 1995 yılında çıkan bir yangında da içindeki emsalsiz eşya ve eserlerle birlikte yanmıştı.
Üstadın o zaman bakmış olabileceği ihtimali nazara alarak, gördüğümüz anda dikkat kesildiğimiz köşkün mevcut hâlinin de onun teşhisini teyit eder mahiyette olduğunu müşahede edince, maddî ihtişamına rağmen mânen ‘alâka-i kalbe’ değmediğini gördük.
Sarıyer’e ilk seferinde denizden gelen ve Fıstıklıbağlar mevkiindeki evde kalan Bediüzzaman, orada “Gavs-ı Âzam (ra) Fütuhü’l-Gayb’ıyla bana bir üstad, bir tabip ve mürşid olduğu gibi İmam-ı Rabbânî de (ra) Mektubât’ıyla bir enis, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti” şeklinde de ifade ettiği gibi mânevî bir ‘ameliyat-ı cerrahiye’ hâli yaşamıştı.
İkincisinde ise 1952 yılında kara yoluyla gelerek o evi ziyaret etmiş, hane sakinlerinden müsaade isteyerek “Eski Said’in, Yeni Said’e inkılabına sahne olan” odaya girerek hayatının dönüm noktası olan hatıralarını yadetmişti.
Biz bu iki seferin de hâlet-i ruhiyesini yaşamak istediğimiz için Sarıyer’e inince ilk işimiz onun sık sık yaptığı gibi Ali Kethüda Camii’ne giderek namaz kılmak oldu. Ardından da Fıstıklıbağlar mevkiinin yolunu tuttuk.
Aradan geçen zamanın bütün tahribatını üzerinde taşıyan metruk evin kapısı kilitli olduğundan içeriye giremedik ama yakında aslına uygun olarak tamir edilip alt katının dershane, üst katının da müze şeklinde tanzim edileceği müjdesini alınca oradan mesrur ayrıldık.
Gelmişken Sarıyer’in meşhur kıymalı, kuş üzümlü, çam fıstıklı kol böreğinden de nasibimizi aldıktan sonra motorla Anadolu Kavağı’na geçtik, oradan da otobüsle Yûşa Tepesine çıktık.
Burası, âfâkı kıt’aları ihata edecek kadar geniş olması, eteklerinde deryaların kollarının kaynaşması ve sinesinde ulul-azim bir peygamberi misafir etmesi hasebiyle zaten tam bir Nur menzili idi.
Bu uhrevî hususiyetlere Bediüzzaman’ın, Yeni Said sıfatıyla ilk gezdiği yer olması ve burada verdiği kararla Said Halim Paşa’nın köşkünü kabul etmeyerek ahireti dünyaya tercih etmesi de eklenince, Nur talebeleri için burayı gezip görmek artık bir vazife hâline gelmişti.
Bunu idrak edince biz de günün kalan kısmını ibadet, tefekkür ve temâşâ içinde geçirdik. Gün guruba yaklaştıkça, burada gecenin gündüzden daha âsûde olduğunu hissettik ve tenezzüh zamanını gece yarısına kadar uzattık.
Böylece, Beşinci Rica’nın yanı sıra, ‘Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eden levhayı’ da ilk terennüm edildiği yerde bir defa daha okuyarak mânâsını yaşayıp safâsını görmeye çalıştık:
“Demâ gaflet zeval buldu, ve nur-u Hak ayan gördüm
Vücut bürhân-ı Zât oldu, Hayat mir’at-ı Hak’tır gör.
Eğer hakikî abd-i hüdabin isen, hudutsuz bir safâdır gör,
Hesapsız bir sevap var tat, nihayetsiz saadet gör.”
11.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|