Mehmed Kayalar...
Risâle-i Nur’u Şarkta tanıyan insanların hatıralarında bu isim çok geçer.
Kimi asker bu hatıra sahiplerinin, kimi öğretmen. Aralarında memurlar, talebeler, esnaf, sanatkârlar, çiftçiler, bahçıvanlar, çobanlar da var ama herhangi bir sıfatı olmayanlar da bir hayli fazla.
Kendisi muvazzaf subay olmasına rağmen, onun vasıtasıyla Risâle-i Nur’u tanıyan insanlar arasındaki bu meslek çeşitliliği, onun herkesle rahatça irtibat kurabildiğini gösteriyor.
O muhatap olduğu kişilerin hâlleri ile hallendiği gibi, muhatapları da onu kendi hafızalarındaki sıfatla anarlar. Kimi komutanım der, kimi Mehmed Bey diye hitap eder. Ağabey, kardeş, arkadaş diyenler de çok.
Ama onun olduğu yerde en çok duyulan sıfat ‘Hocam’ hitabıdır.
Zîra o resmen değilse bile fiilen bir muallimdir.
Bediüzzaman’ın tabiriyle ‘Nurun muallimi.’
Bir insan Nurun muallimi olunca, hitabı da umumî olur elbette.
Hassaten Şarkta.
***
Aslında o bir ‘Evlâd-ı Fatihan’dı.
Ataları, asırlar önce Balkanları fetheden Osmanlıların, o toprakları bir İslâm beldesi hâline getirerek fethi fiilen tamamlamak için Konya taraflarından götürülüp oralara iskân edilen ailelerdendi.
Mehmed Kayalar, 1914 yılında Selânik yakınlarındaki Kayalar köyünde doğdu. Altı, yedi yaşlarına kadar da orada büyüdü. Babası Mahmud Efendinin ve annesi Hüsnüşah Hanımın gayretleriyle iyi bir eğitim gördü.
Ailesi, yirmili yılların başlarında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi sırasında Selânik’ten göçe tabi tutulup Erzincan’a yerleştirildiği için tahsiline orada devam etti.
İlkokulu müteakip askerî okul imtihanlarını kazandı ve başarılı geçen talebelik yıllarının ardından 1937 yılında Harp Okulunu bitirip muvazzaf subay olarak ordu saflarına katıldı.
Askerlik mesleğini çok istemesinin yanı sıra; uzun boyu, heybetli görüntüsü, atletik yapısı ve her an her türlü tehlikeye atılmaya hazır olan mizacının da tesiriyle emsâlleri arasında hızla temayüz etti.
Fakat askerliğin sadece cesaretten, itaatten ibaret olmadığını, bu hasletlerin ancak iman, ibadet ve bilgiyle tezyin edildiği takdirde hayat bulacağını düşünerek belinden silâhı, elinden kitabı eksik etmedi.
Çocukluk yıllarında kazandığı okuma alışkanlığı sayesinde dinî, ilmî, edebî kitaplar okuma ve onlardan öğrendiklerine hayat tecrübelerini de katarak başkalarına anlatma gayreti içine girdi.
O zaman, kırklı yıllarda cemiyet hayatına hâkim olan siyasî baskıların, içtimaî karanlığın da tesiriyle insanların büyük bir iman zaafı içine düştüklerini müşahede edince, bu zaafın yayılmasına mani olmanın çarelerini aramaya başladı.
Kendisini bu sahada yetiştirecek kitaplar bulmak ümidiyle gittiği kütüphânelerin çoğunun kapatıldığını, açık olanların da eski Yunan ve Lâtin kaynaklarından tercüme edilen eserlerle doldurulduğunu görünce şaşırdı.
Bunun üzerine okuma ihtiyacı hissettiği İslâmî eserleri büyük ailelerin hususî kütüphanelerinde bulabileceğini düşünerek mahallinde bu cihetiyle temayüz etmiş ailelere müracaat ettiğinde, onların çoğunun kitaplarının da galiz tehditlerle veya yalan vaatlerle ellerinden alınıp imha edildiğini öğrenince içine düştüğü şaşkınlık, yerini kızgınlığa ve öfkeye bıraktı.
Kitap gibi kudsî bir değere böylesi muameleleri reva görenleri alenen lânetlediği günlerde bir arkadaşı eline küçük bir kitap tutuşturdu. Kitabın, çevresinde adı hep menfi hadiselerle birlikte zikredilen Said Nursî’ye ait olması merakını iyice tahrik ettiğinden eve gidince hemen açıp okumaya başladı.
Kitap, o zamana kadar okuduğu dinî eserlerden oldukça farklıydı. Okudukça aklının aydınlandığını, kalbinin ferahladığını ve inandığı hâlde izah edemediği bazı meselelerin zihninde vuzuha kavuştuğunu hissederek bitirinceye kadar da elinden bırakmadı.
İkinci gün arkadaşının yanına giderek kitabın devamını istediğinde önüne kalın ciltler halinde dört beş eser konunca heyecanlandı. Arkadaşı, onları tek tek alıp okumasını tavsiye etmesine rağmen o hepsini birden aldı ve evin yolunu tuttu.
Başlangıçta sadece okumayı ve bütün kitapları bitirdikten sonra gerekirse başkalarına tavsiye etmeyi düşünmüştü ama Risâlelerde anlatılan hakikatlere herkesin ihtiyacının olduğunu hissedince bitirmeyi bekleyemedi.
Önce aile fertlerini teşvik etti o kitapları birlikte okumaya. Ardından kendisine yakın bulduğu arkadaşlarını zaman zaman evine dâvet ederek onlara Said Nursî’den bahsedip Risâlelerden bahisler okumaya başladı.
Bilhassa Diyarbakır’a tayin olduktan sonra mutî ve münbit bir hitap zemini bulunca okuma faaliyetleri daha da istikrarlı bir hâl aldı. Yalnız birliğinde ve mahallinde değil, insanlarla muhabbet edebileceği her yerde Risâleleri anlattı.
Bazen üç beş kişiyle, bazen de yüzlerce insanla yaptığı müessir derslerin yanı sıra bir yandan Risâle-i Nurları Kur’ân hattı ile yazdı, yazdırdı; Lâtin harfleriyle okudu, okuttu, diğer yandan da ihtiyaç hissedilen yerlere Risâle-i Nur’u ulaştırmaya çalıştı.
Risâleleri okuyup hizmetlerle meşgul oldukça Üstadını görme iştiyakı artmasına rağmen kendisi gidemedi ama hem sık sık mektup yazarak, hem de Nurları yeni tanıyan kişilerin gitmelerini teşvik ederek irtibatını sağlamlaştırdı.
Böylece Bediüzzaman’ın ‘Eğer Şarkta Hulusi Bey ve Mehmed Kayalar olmasaydı, ben Şarka gitmeye mecbur olurdum’ şeklinde de ifade ettiği gibi kendisi Şarklı olmamasına rağmen Şarkın şiarı addedilen insanlardan biri hâline geldi.
Zaman kırklı yıllar, devir Millî Şef devri olduğundan bunları yaparken karşısına pek çok engel çıktı; mahkemeye verildi, hapse atıldı, türlü mezalime maruz kaldı. Bunların hepsine ayniyle mukabele etmek istediyse de Üstadına her sorduğunda müsbet hareket etme telkini aldığı için harekete geçmedi.
Bir seferinde askerî birlikler evinin etrafını tanklarla muhasara altına aldığı zaman Said Nursî’ye durumu bildirdi ve onun artık kendisinin karşı koymasına izin vereceğini ümit ederek hazırlıklara başladı. Lâkin o, ‘Kardeşim onlar senin muhafızlarındır’ diye haber göndererek mukavemet etmesine izin vermeyince, yaptığı maddî hazırlıkları bıraktı ve hizmetlerine hız verdi.
Bu sayede subaylarının ekseriyeti sınıf ve silâh arkadaşı olan askerî birliklerle çatışmak zorunda kalmaktan kurtuldu ama zalimlere hak ettikleri karşılığı verememek de içinde hep bir ukde olarak kaldı.
Müsbet hareket etmenin pek çok faydasını gördüğü hâlde, bu hâlet-i ruhiyeyi içinden atamamış olmalı ki, 1950 yılında Bediüzzaman’ı ziyaret etmek maksadıyla huzuruna çıktığında dizleri titremeye, dili sürçmeye başladı.
Kendisini ordulara karşı koyacak kadar güçlü hissettiği bir zamanda yaşadığı bu acziyet, zafiyet, kekemelik hâlinden ancak Üstadın başını okşaması ile kurtulabildi ve gücün, kuvvetin bazı hallerde pek işlemediğini bizzat müşahede etmiş oldu.
Muhtemelen bu müşahedelerin de tesiriyle 1952 yılında emekliye ayrılan Mehmed Kayalar, Bediüzzaman’ın hususî hayatını ve hatıratını yazmak istedi ise de o müsaade etmeyince bu çalışmasından vazgeçti.
Bunun üzerine ona duyduğu hayranlığı ve Nurlardan aldığı ilhamları, aralarında ‘Nurdan Kıvılcımlar, Nurdan Damlalar’ gibi şiirlerin de bulunduğu on kadar manzum ve nesir eserle anlattı.
Bu çalışmalar onun hizmetlerine hız kazandırdı. Haftanın muayyen günlerinde evinde yaptığı derslerin yanı sıra, fırsat buldukça bazı büyük camilere giderek cemaate Risâle okumaya başladı.
Ulu Cami başta olmak üzere şehrin merkezi camilerinde Risâle okumayı önemli bir hizmet telâkki ettiği için kendisi gidemediği zamanlar oralara oğlunu veya yetişmiş talebelerini gönderdi.
Zamanla çevresinde teşekkül eden hizmet kadrosu arasında vazife taksimi yaparak hem şehrin kenar semtlerinde hem de çevre il ve ilçelere dersler ihdas ederek hitap hududunu genişletti.
Aslında bunlar, Nur hizmetinin mutad faaliyetleriydi ve her Nur Talebesi kendini bunları yapmakla vazifeli bilirdi. Onun için Mehmed Kayalar’ın bunları yapmasında ve yaptırmasında bir fevkalâdelik yoktu.
Onu Nur Talebeleri arasında farklı kılan asıl hususiyeti, şecaati ve cesaretiydi.
Lâkin bu fıtrî meziyetlerini zaman zaman farklı mecralarda kullanma temayülü içine girdiğinden olsa gerek, Bediüzzaman altmış yılının başında Ankara’ya geldiğinde Diyarbakır’a telgraf çektirerek onu da çağırttı.
Böylece umum Nur Talebelerine hitaben, Mehmed Kayalar’ın da aralarında bulunduğu bir grup talebesine vefatından önce verdiği son dersine şu ifadelerle başladı:
“Aziz kardeşlerim,
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir, menfî hareket değildir; rıza-i İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”
***
Nurun Muallimi.
Nurun Kahramanı.
Nurun Yüksek Bir talebesi.
Hayatını Nura vakfeden Mehmet Kayalar…
Bediüzzaman Said Nursî’nin, Mehmed Kayalar ismine taktığı rütbe ve nişan mahiyetindeki sıfatlardı bunlar. O hepsini şerefle taşımakla kalmadı, mânâlarını da hassasiyetle yaşadı.
Fakat bu hususta onu asıl memnun ve mesrur eden şey, Bediüzzaman’ı hayatı boyunca ancak birkaç sefer görmüş olmasına rağmen onun, varisleri olarak vasıflandırdığı on iki talebesinin arasında kendi ismine de yer vermesiydi.
Bu sıfat, onun için hayatî bir mazhariyetti.
Ömrünün bâkî kalan kısmını Üstadına saygısının ve Risâle-i Nur hizmetine sadakatinin semeresi saydığı bu mazhariyete lâyık olacak samimiyet, hizmet, gayret, hâl ve hareketler içinde geçirdi.
1 Haziran 1994 tarihinde Yalova yakınlarındaki Çiftlikköy’de bu mazhariyetin hazzı içinde ayrıldı aramızdan.
Şimdi berzahta o hazzı yaşıyor.
İnşallah mahşerde de, cennette de yaşayacak.
04.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|