Çeşni
Değişen bazı şeyler, ne hadistir, ne âyet!
Z
aman hükmünü verir, ihtiyaç yoksa şayet!..
Şekiller değişse de, hakikat zayi olmaz;
Korkuya
yer yok, çünkü inayet var, inayet!..
Her şeye ve her meseleye farklı açılardan farklı bakışlar atfetmek, farklı tarifler getirmek ve farklı yaklaşımlarda bulunmak herkes için her zaman mümkündür.
Bu yaklaşımlar; konuya, zamana, ortama ve kişiye göre sayısız değişkenlikler arz eder.
Hatta şahsın o andaki ruh hali, hissiyâtı ve kendisine yapılan muâmeleden etkilenmiş olması bile, getirdiği yorumların tartaklanmışlığına ve pejmürdeliğine yol açar, fukaralaştırır. Tabiî ki böyle bir hal, bir Nur talebesi için düşünülemez. O, fikir beyan ettiği zaman hissiyattan ve enaniyetten uzak, “enesiz bir hadim-i Kur’ân” olarak konuşur.
Farklı yorumlar, farklı bakış açıları sadedinde serdedilebileceklerin sayısını ikiye indirelim ki fikir dağılmasın. Evet, iki yaklaşım:
Birisi: Menfî yaklaşım.
Diğeri: Müsbet yaklaşım.
***
Avrupa’da yaşıyoruz. Kilise taassubundan kurtularak, kapılarını yenilik ve değişime sonuna kadar açan bir Avrupa’da... Böyle bir ortamda hem İslâmî şeâiri muhafaza, hem de yeniliğe açık olmak durumundasınız. Risâle-i Nur’dan ders alanların bunda zorlanmayacağı aşikârdır. Reform ya da “deform” yok, tecdit var. Müceddid’in bütün beyanları yenidir, üslûbu yenidir. Hatta Bediüzzaman, kendisini anlamakta zorluk çeken “velî” bir zâta ne demişti?
“Neden, dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun, öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.”
***
Şimdi kafaları “müşevveş” eden birşey var. Deniyor ki:
Değişim diyerek, yenilik diyerek, sakın bid’alara girmiş olmayalım!
Önce “bid’a” kelimesinin kısa bir tarifini yapalım:
“İslâm toplumunda dinden gelerek alenî olarak yaşanan ve ehl-i sünnet imamlarınca makbul olan anlayışların ve âdetlerin, yani şeâirin yerine geçirilen bâtıl anlayış ve âdetlerdir. Yani ‘bid’a’ ve ‘şeâir’ birbirine zıttır. Bid’a, milleti dinden koparır; şeâir ise, dine bağlar ve dinî hayatı yaşatır.”
Şimdi “müsbet yaklaşım” babından soralım:
Bizdeki “yenilenme” çalışmalarında İslâmî şeâire aykırı telkinler yapılıyor mu? Su içme, yemek yeme âdetlerinden evlilik âdetlerine kadar bütün âdetlerimizde “sünnet” hârici bir telkinat var mı?
“Ezan-ı Muhammedî’nin (asm) yasak edildiği ve bid’aların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid’alara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek, bid’alara girmemişlerdir.” (Sözler, 1229)
Bu mevzuya bu minval üzere biraz daha devam edebiliriz.
***
Geçen hafta sonu Köln’de ve Münih’te gerçekleştirilen programlarda araştırmacı-yazar Halil Uslu konferanslar sundu. Bahri Gündoğdu’lu ve Mehmet Emin Altıntop’lu musikî kadrosu salondakilere feyizli anlar yaşattı. Şanlı Urfa’nın şanlı insanı Faruk Gökhan şahane sesiyle, Hasan Feyzi’nin (r.ah.) “Çekilip nur-u hidayet” ağlamalarıyla gözlerimizi yaşarttı. Şükrü Bulut, her iki programda hizmetlerimizin “olmazsa olmazları” üzerinde durdu. İnternet ve televizyon ortamından çocukların korunması için ailelere seslendi. Ayrıca iman ve Kur’ân hizmetlerini Avrupa’ya taşıyan fedakâr ve emektarların belgeselinin sinevizyonu güzel bir yenilikti. Programda emeği geçen herkesi, uzak mesafelerden gelerek salonları dolduranları sadece alkışlamak bilmem kâfi gelir mi? Alpaslan Öztoprak, Memduh Kapıcıbaşı, Oğuz Ataoğlu, Abdullah Efe, Sabahattin Ünal, Osman Balpetek ve daha yüzlerce emeği geçen isim var. Onlar buraya sığmaz. Onlar gönlümüzdedir.
Halil Uslu’nun iyi bir hatip olduğunu okurlarımız bilir. Peygamberimizden (asm) ve Bediüzzaman’dan müjdeler sunmak onun yegâne vazifesi olmuş. Öyleyse ona uyan bir ünvan daha: Müjdeci!
04.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|