Şiddet bugün dünyanın en önemli gündem maddelerinden. Dünyanın pek çok yerinde terör örgütleri ve bazı devletler tarafından isteklerini kabul ettirmek maksadıyla yoğun olarak şiddete başvuruluyor.
Devletlerin savaş ve örgütlerin terör şeklindeki şiddet uygulamalarının yanında aile, okul ve askerlik hizmeti gibi sahalardaki şiddet de tüm dünyada yaygın. Küçük birimlerdeki bu şiddeti üst seviyedeki şiddetten ayırmamak gerekiyor. Çünkü genellikle birinin olduğu yerde diğerleri de zemin buluyor.
Şiddetin dünyanın belirli bölgelerinde daha yoğun olduğu ise bilinen bir konu. Bu kültürü evrimcilerin ve ırkçıların iddia ettiği gibi bazı ırkların fizyolojik olarak az gelişmişliklerine bağlamak doğru değildir. Bunun gelenek ve göreneklere, eğitim sistemine ve tercihlere bağlı olduğunu uygulamalar göstermektedir.
Bugün her ne kadar, devletleri sarsan, hatta çökerten, savaşlar ve ihtilâller çıkaran büyük ölçekli şiddet için mutlaka siyasî ve polisiye tedbirler almak gerekliyse de, bunları yeterli görmek yanıltıcı olacaktır. Terör ve şiddetin önce zihinlerde yok edilmesi gerekmektedir. Sivrisineği besleyen bataklığı kurutmak uzun vadeli olmakla birlikte, kalıcı ve kesin çözümdür.
Haberleşmenin çok sınırlı olduğu zamanlarda ülkeleri felâketlere sürükleyen savaşlar için genellikle, halkın habersiz olduğu gerekçesiyle, liderler suçlanırdı. Günümüz insanı için ise böyle bir mazeret yoktur. Bu açıdan düşünüldüğünde İkinci Dünya Savaşında dünyaya savaş açan Almanya ve benzeri felâketlere yol açan ülkelerin böyle savaşlara nasıl girdiği, halkın nasıl ikna olduğu önemli sorulardandır.
Gerçekte bu “ikna olma” hadisesinde şiddet kültürü çok önemlidir. Tarih bize gösteriyor ki, koyu bir şiddet kültürüyle yetişen toplumlar eninde sonunda koyu bir kargaşaya sürüklenirler. Eğer içerde güçlü bir birlik varsa bu şiddet komşu ülkelere yönelir. İkinci Dünya Savaşında Hitler’in, halkı savaşa ikna etmek için, Polonya üniforması giymiş Alman askeriyle sınırda kendi askerine yaptığı saldırı artık bugün tüm detaylarıyla biliniyor. Hitler bu provokasyon ile halkta meydana gelen galeyanı çok iyi kanalize ederek önce Polonya’ya, sonra da neredeyse dünyaya savaş açtı.
Belki de, belirli makam ve mevkileri hasbelkader işgal etmiş, elinde büyük imkânlar bulunan ve bu kadar güçlü organizasyonlar yapabilen iktidar sahiplerine karşı halk ne yapabilir, denilecektir. Ancak Hitler gibi kişilerin tertiplerinin ve provokasyonlarının bir alt yapısı olduğunu halkın önemli bir kısmının şiddet kültürüyle iknaya hazır olduklarını da unutmamak gerekiyor.
Üstün ırk, dünya hâkimiyeti, devleti ve dünyayı kurtarma, herkesi düşman görme paranoyasının hâkim olduğu; konuşma, müzakere etme ve hadisenin kökenine inme kültürünün olmadığı toplumlarda büyük savaşlar ve şiddet olayları her zaman kapıda beklemektedir. Her hadisede öfkeyle ayağa kalkılır, devlet olarak güçlüyse komşu ülkelere saldıracak, eğer zayıfsa, ikinci sınıf mahalle kabadayısının evde uyguladığı şiddet gibi, kendisine iç düşmanlar bularak egosunu tatmin edecektir.
Gerçekte şiddet kültürünün beslendiği en önemli kaynaklardan birisi eğitim kurumlarıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ve İtalya’yı inceleyen uzmanlar şiddetin kaynağının eğitim sistemi olduğunu tesbit etmişler ve öncelikli olarak reforma oradan başlamışlardı. Gerçekten de diğer Batılı ülkelerden farklı olarak; tek adam, tek kurtarıcı, vatan tehlikede anlayışının hakim olduğu ve otoriter yöneticilerin göklere çıkarıldığı uygulamaların, sivillerin de askerleştirilerek zihinlere kazındığı fark edilmişti. Bu anlayışlar insanları, makul hareket etmek yerine sürekli korku ve endişe içinde, antenleri sonuna kadar açık, devleti kurtarmak için işaret bekleyen hazır kıta anlayışına götürmüştü. Evet tuzak ve provokasyon genellikle oraya meyilli ve hazır olanları ve o tarakta bezi olanları yakalar.
Türkiye ve üçüncü dünya ülkeleri, savaşsız ve şiddetsiz bir gelecek istiyorlarsa hiç vakit geçirmeden eğitim sistemlerini gerçek bir reforma tabi tutmaları gerekmektedir. Okulda, ailede çocuklarımıza, şiddetle hiç bir şey elde edilemeyeceğini anlatmak ve izah etmek gerekiyor. Onlara otoriter lider, otoriter yönetici zamanının artık geçtiğini anlatmak gerekiyor.
Kuvveti referans almak yerine hakkın ve hakikatın referans alınmasını ve devamlı olanın da bu olduğunu izah etmek gerekiyor. İçinden çıktığımız ve kendisine hizmet etmekle mükellef olduğumuz ve bürokrat veya çalışan isek maaşımızı veren halkın fikirlerine, tercihine ve seçtiklerine saygı duymak zorundayız.
Ömrü ihtilâllerle, darbelerle ve savaşlarla geçen, en sonunda başladığı yere hatta daha da gerisine dönen Napolyon bir ömürlük tecrübeden sonra “Süngü ile her şey yapılabilir, ancak üzerine oturulamaz” demiştir. Evet eski zamanlarda silâhla bir yerlere gelebilmek mümkündü, ama oralarda kalmak en güçlüler için bile çok kısa süreli olmuştur. Şimdi o kadarı bile mümkün değil.
03.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|