Savaş, zelzele, çığ, sel, yangın, vs. musibetlerin sonrasında, geceler tam bir imtihan meydanına döner. Gün ışığında bel bağladığımız, kendimizi oyaladığımız tutamaklar birer birer terk eder bizi: işimiz, televizyon programları, günlük endişeler...
Korunmasız, savunmasız kalıveririz.
Savaşın ortasına düşmüşsek uzaklardan duyduğumuz bir uçak sesi “Acaba bomba mı atacak?” endişesini taşır yüreğimize. Şiddetli bir deprem yaşamışsak, hemen öncesindeki uğultu ve patlamayı andıran en küçük bir ses, ruhumuzu küçücük bir kedi yavrusuna çevirir. Tekrar sökün eden şiddetli bir yağmur “Acaba yine mi?” dedirtir, sel ve baskına uğramış insanlara.
Korkarız, kaygılanırız, endişeleniriz.
Üstelik, bu duygularımız sadece kendimiz için çalışmaz. Ailemiz, çocuklarımız, annemiz-babamız, akrabalarımız, dostlarımız, hatta kedimiz için de kaygılanırız. Bu kaygının kaynağını araştırdığımızda tatmin ve cevap bekleyen iki duygumuz çıkar karşımıza:
Güven duygusu ve bekâ—yâni varlığımızın devamı—duygusu.
Ve uyku öncesi, şayet şuurumuzu uyuşturmamışsak, bu duygularımızın en fazla canlandığı bir vakittir. Çünkü, uykuya dalmak gündüz üzerimizde hissettiğimiz kontrol duygusundan sıyrılmak demektir. Korunmasız, savunmasız hissetmeye başlarız kendimizi.
Oysa korunmaya, savunulmaya ihtiyacımız vardır.
Hırsıza karşı çelik kapılarla, pencere demirleriyle tedbir alabilir, altınlarımızı kasaya kilitleyebilir, paramızı bankaya “emanet” edebiliriz belki. Ama iş bizzat kendimize, kendi varlığımıza gelince, çaresiz kalıveririz. Çünkü biliriz ki, bazı musibetler her engeli aşıp bizi bulabilir. Varlığımızı emanet edecek kadar kuvvetli merciler bulamayız geceleri. Karanlık, bir örtü gibi iner bütün bel bağladıklarımızın üzerine ve onların bu emaneti taşıyamayacak kadar çürük ve güvenilmez olduğunu bildirir bize.
Bu emaneti bizzat taşıyamayacak kadar zayıf olduğumuzun da farkındayızdır. Ne anamız-babamız, ne dünyevî makamımız, ne de güvenlik güçleri gecenin sessizliğinde ve ıssızlığında bizi bu “âfet”lere karşı koruyabilecek güçtedir.
Hele bir de tecrübeyle sabitse!
Bu gerçek can evimizden yaralar bizi. Zaten bu savunmasızlıktır bizi rahatsız eden, kaygı veren ve korkutan. Uyuyamayız. Son bir çare olarak, uyanıklık halindeki aldatıcı “kontrol” duygusuna sığınırız. Ama nafiledir. Uyku, ölüm gibi kaçınılmaz gerçeğimizdir. Kaçamayız ondan.
Tıpkı ölüm gibi, uyku da gelir bulur bizi.
O halde, tıpkı ölüm gibi uykuyla da yüzleşmemiz gerekir.
Zaten asıl nokta da burasıdır. Ölümden korkuyorsak, çoğu kez uyku da korkutur. Ölüm karşısında güvensizlik duyuyorsak, o zaman uyumak da boşluğa düşmeye benzer bizim için...
Böyle zamanlarda, uyku ölüm korkusunu taşır yüreğimize. Bu korkunun gerisinde ise, ya varlığımızın topyekün sona ereceği korkusu ya da “kabrin öteki tarafına” hazırlıksız gitme endişesi vardır.
Birinci ihtimâl, bizi ne gece, ne de gündüz varlıkta tutan ve ölümden sonra da onu gerçek sahibi olarak geri alacak olan bir Kudret ve Şefkat Sahibine itikadımız olmadığı anlamına gelir. Bu durumda, uykudan da ölümden de korkmakta haklıyızdır. Çünkü, mutlak anlamda sahipsiz ve rastgele bir varlık âleminde, ‘tesadüfî’ hâdiselerini insafına terk ediyoruzdur kendimizi. Sonsuz ihtimâllerin ve sonsuz vehimlerin ruhumuzu keşmekeş ve anarşiye sürüklemesini de en baştan kabul ediyoruzdur. Herşeyin muhtemel düşmanımız oluşu ve uykunun eşiğindeki yapayalnızlığımız, bu “inanmayı kabul etmeme” tercihimizin sonucudur.
Bu durumda yapmamız gereken, “yeniden inanma” cesaretini bulmaya çalışmaktır.
Diğer şık ise, bir Kudret ve Şefkat Sahibine—şu ya da bu derecede—inandığımızı düşündüğümüz halde uyumaktan, ölmekten ve güvensizlikten ıztırap çekiyor olmamızdır. O zaman yapmamız gereken, bir hesaplaşmadan başka birşey değildir. Ve belki şu soruyu sormaktır: Ona gerçekten inanıyor muyum, yoksa Onun varlığını reddetmemeyi inanmak mı sanıyorum?
Ona inandığımızı düşündüğümüz halde, varlığımızı Ona emanet edemiyorsak, ilkinden daha ince bir hesaplaşma bizi bekliyor demektir. Ve uykusuz geceler bu hesaplaşma için eşi bulunmaz bir fırsat sağlar.
Çocukluğumuzda uykudan önce okumamız öğretilen Âyetü’l-Kürsî, tam da o sırada, yani uyku öncesinde inanmaya muhtaç olduğumuz Merci’nin adresini şöyle verir:
“Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O Hayy’dır, ezelî ve ebedî hayat sahibidir, O Kayyûm’dur, varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, bütün eşya Onun yaratmasıyla ve tedbiriyle devam eder ve vücutta kalır, beka budur. Onu ne uyuklama ve ne de uyku tutmaz, gafletin hiçbir çeşidi hiçbir zaman Ona ârız olamaz. Göklerde ne var, yerde ne varsa Onundur. Onun katında, Onun izni olmaksızın kim şefaat edebilir? O bütün yaratıklarının geçmiş ve gelecekteki bütün hallerini bilir. Onun yaratıkları ise, Onun dilediği kadarından başka, ilâhî ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Onun hâkimiyet ve saltanatı gökleri ve yeri kuşatmıştır. Gökleri ve yeri tasarrufu altında tutmak Onun kudretine ağır gelmez. En yüce ve en büyük olan da ancak Odur.”
www.muratciftkaya.com
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|