|
|
Faruk ÇAKIR |
Kim azınlık? |
|
Hak ve hukuk konusu, ‘azınlık-çoğunluk’ meselesi değildir. Dolayısıyla her hangi bir konuda hiç bir kimse; ‘çoğunluğun hakkı var, azınlığın hakkı yok’ diyemez, dememeli. “‘Hak’ haktır, küçüğüne/büyüğüne bakılmaz” ifadesi bu noktada önemli bir tesbittir.
Türkiye’nin önünü tıkayıp, ufkunu karartan başörtüsü yasağını bazıları ‘azınlık/çoğunluk’ noktasından değerlendiriyor ki, bu değerlendirme kökten yanlıştır. Hak ve hukukun, bu noktadan değerlendirilmesinin yanlış olmasının yanında, bazıları gerçekleri ters yüz edip, Türkiye’deki başörtülülerin, başı açık olanlardan daha az olduğunu (başörtülüler ‘azınlık’ başı açık olanlar ‘çoğunluk’) bile söyleyebiliyor. (Bu tesbit, şu şekilde olursa doğrudur: Türkiye’de başı açık bay ve bayanların toplamı, başı kapalı olan bayanların toplamından fazladır!)
Nitekim, 12 Eylül ihtilaline imza atmak suretiyle başörtüsü yasağının yaygınlaşmasına katkı yapanlardan Kenan Evren, bir gazeteye yaptığı açıklamada şöyle demiş: “Ülkemizde başörtüsü kullanmayanlar çoğunluktadır. Başörtülüler azınlıkta kalıyor.” (Sabah, 30 Mayıs 2006)
Bir defa daha tekrar edelim: Hak ve hukuk konusu ‘azınlık/çoğunluk’ meselesi değildir. Ama bu tesbit kökten yanlış ve yanıltıcıdır! Konuyla ilgili yapılan onca araştırma tam aksini ortaya koymuştur ki, bunları hatırlatmaya bile ihtiyaç duymuyoruz. (Merak edenler için: Konu ili ilgili son araştırmalardan birini Milliyet gazetesi yapmış ve bir ‘dizi’ olarak yayınlamıştı.)
Demek ki başörtüsü yasağının altında, tesettürü tercih edenleri ‘azınlık’ gören bir anlayış var. Tesettürü tercih edenler azınlık değil, ama azınlık olmuş olsa bile bu bir ‘hak’tır ve kimse bu hakkı ihlal etme yetkisine sahip olmamalıdır.
12 Eylül’ün lideri Evren Paşa, bir yandan başörtülüleri ‘azınlık’ olarak görüp başörtüsü yasağını savunuyor, öte yandan da “Açık saçık giyinen bayanlara kızıyorum” diyor. Açık saçık giyinenlere kızan, aynı anda tesettürlülere niçin kızar?
Evren’in “Köşk’e çıkacak kişinin eşi başörtülü olabilir mi?” sorusuna verdiği cevap da aynı çelişkiyi barındırıyor: “Yakışmaz. Çıkamaz değil, çünkü böyle bir kanun yok. Yakışmaz. Ama olursa da, ‘Kanunlarımıza aykırıdır’ diyemeyiz.”
Evren, arzu ettiği manzarayı da şöyle açıklamış: “Bazen aklıma gelir: Böyle biri çıksa, cumhurbaşkanlığına çıkar çıkmaz da başını açsa!.. Herkes alkışlar!.. ‘Aferin’ der.” (agg.)
Başını açarsa ‘alkış,’ açmazsa ‘tu kaka’ öyle mi? Yasakçılara, çelişkileri hayırlı olsun!
*
Tevrat’a uygun yemek
İsrail Dışişleri Bakanının Türkiye’yi ziyareti sebebiyle gazetelere yansıyan bir haberde, konuk Dışışleri Bakanına “Tevrat’a uygun yemek ikram edildiği” anlatılıyor. (Hürriyet, 30 Mayıs 2006)
Kartel medyası, İsrail Dışişleri Bakanına “Tevrat’a uygun yemek” ikram edilmesini alkışlıyor da, eskaza Müslüman bir misafir bakana; “Kur’ân’a uygun yemek ikramı” yapılsa acaba nasıl davranırdı?
“Türkiye’ye irtica geldi!” diye vaveyla etmezler miydi?
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Masmavi gökyüzü |
|
Bulutsuz bir gökyüzü de mavidir, “özel durum” hatası veren bilgisayar ekranı da. Ama hatalı ekrana baktığımız kadar bakmayız, gökyüzüne.
Ben öyle başı yukarıda dolaşan kimseye rastlamadım. Rastlasam, aklıma önce, akıl sağlığıyla ilgili bir problemi olduğu gelirdi. Benim aklıma gelmese, onun başına bir şey, mesela üstüne düştüğü bir kaldırım taşı gelirdi.
İnsanlar genellikle yıldızları, mehtabı, güneşin doğuşu ile batışını, bir de havaî fişekleri seyreder. Bulutlara bakıp onlardan anlam çıkaran çocuklar olduğu gibi, onlara ideolojik anlamlar yükleyen büyükler de yok değildir.
Ama bulutsuz, masmavi bir gökyüzünün seyircisine rastlamadım. Belki olağan bir şey olduğu içindir. Ay ya da güneş tutulması gibi nadir bir gök olayı olsa, koşa koşa bakarlardı. Ama “alt tarafı” gökyüzü işte. Boş bir deftere niye bakıp dursun ki insan. Bir yazı, bir resim, hiç olmazsa karalama, en azından parmak izi olmalı ki, okusun, görsün, anlam çıkarsın.
Oysa insan uçsuz bucaksız denizlere, okyanuslara bakmaya bayılır. Deniz kenarındaki arsalar ve evler daima daha değerlidir. Güzel havalarda ilk gidilen yerler sahillerdir. Tatil deyince aklına plajlardan başka bir şey gelmeyen bir tatilci türü bile mevcuttur.
Ama ben, gökdelen çokluğundan gökyüzünün görülemediği için para etmeyen konutlara dair bir şey duymadım. Kiracıların, evsahipleriyle kira pazarlığı yaparken, bu kozu öne sürdüklerine şahit olmadım.
New York’ta, ışık yoğunluğundan dolayı yıldızları göremeden büyüyen çocuklara dair okuduğum yazılar var; ama aynı çocukların gökyüzünün masmavi, berrak, huzur veren derinliğini tecrübe etmeden bir ömür sürdüklerinden şikâyet eden bir yazı okumadım.
Başımızı kaldırıp başımızın üstündeki maviliği göremememiz; dik başlılığımızdan olabilir mi?
Hayatı yeryüzünden ibaret görüp, bir ömür boyu başımız önümüzde dolaşmamızdan mı acaba?
Ve buna rağmen başımızın dik olduğunu sanmamız tuhaf değil mi?
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Kanal D, kamusal alan mı? |
|
Bu iddialar doğru mu? Tercüman gazetesi yazarı Osman Özsoy’un yazdıkları yenilir yutulur cinsten değil.
Hele hele bu suçlamaya Beyaz’ın programı (Kanal D) muhatapsa…
Özsoy’un anlattıklarına bir bakalım:
“İsimleri Fatma, Esra, Şemsi, Fatoş ve Bahriye... Üçü evli, ikisi bekar 3 kadın. Bostancı’dan bindikleri konuk servisi kendilerini Kanal D’de yayınlanan Seda Sayan’ın programına götürüyor.
“.....Eş dostu araya koyarak, bir yolunu bulup programa konuk ayarlayan ajansla temasa geçmeyi başarıyorlar. İlk şoku daha girişte yaşıyorlar. Evli 3 kadın başörtülü. Güvenlik bu halde programa alamayacaklarını, başlarını açarlarsa ancak içeriye girebileceklerini söylüyor. Başları açık olduğu için içeriye alınan Esra ve Fatoş aynı zamanda teyze kızları. Onları ise ‘güzelleri öne alıyoruz, siz en öne geçin diyerek...’ ön sıraya oturtuyorlar.
“İçeri giremeyen 3 kapalı kadından Fatma T. ve Bahriye G. kardeş. Diğer kapalı bayan Şemsi ise ‘buraya kadar geldik madem...’ diyerek başını açarak programa katılıyor.
“Aylardır programa katılmanın bir yolunu bulup, hiçbir sosyal güvenliği olmayan kardeşi Bahriye’nin göz tedavisini yaptırabilme telaşında olan Fatma Hanım kardeşiyle dışarıda kalıyor. Yani, oraya gidiş amaçlarına göre programda en olması gereken iki kadın sırf kapalı oldukları için içeriye alınmıyor. Program tam başlamak üzere iken, salonda kalan boş yerleri doldurmak üzere arka sıralara oturtuluyorlar. Artık işin tadının kaçtığını düşünerek, meramlarını anlatma gereği bile duymuyorlar.
“Program bitiminde konuk organizasyonu yapan ajans yetkilisi kızlardan Esra’ya yaklaşarak, ‘Eğer mini etek giyersen, seni Beyaz Show’da Beyaz’ın yanındaki koltuğuna bile oturturum...’ diyor.
“Bu konuda sıralanabilecek o kadar çok örnek var ki, anlatmaya sütunlar yetmez. Bu tür programların hepsinde benzer manzaralar yaşanıyor.(...) Toplumun giderek tefessüh etmesinde ve yozlaşmasında programların etkisi giderek daha çok sorgulanmaya başladı” diyor.
Yazar son olarak yazısını şu şekilde bağlıyor:
“Toplumu saran sosyal virüslerin, radyoaktif maddelerden daha kalıcı etkiler bıraktığının farkına ne zaman varacağız acaba? Bu yolun sonu iyi değil de... (H.O.Tercüman)
Eğer Özsoy’un dedikleri doğruysa bu bir skandal!
Ötesi yok bunun.
Kanal D stüdyoları yoksa “kamusal alan” mı?
Yok eğer öyleyse, sorun yok! Bilelim.
Peki “kamusal alan” değilse, bu rezalete ne demeli?
Kanal D yöneticileri derhal bu konuya açıklama getirmeli. Aksi halde vebal altında kalır.
Gelelim işin diğer boyutuna:
Programa katılmak için her türlü şartları zorlayan hanımefendiler, “başınızı açmak zorunda” değildiniz. Hiç olmazsa “onuruyla” o kapıdan içeri girmez, minnet etmezlerdi!
Bütün bunları, sırf “yardım alabilmek” için veya “sesini duyurabilmek” için yaptılar ve tokadını yediler.
ŞORAY VE ARSLAN
“Şoray Uzun Yolda,” Kanal 7’nin izlenebilen yapımlarından. Memleketin farklı renklerini ve hikâyelerini ekrana taşıyor.
Aynı gün, aynı saatte, TGRT’de Uğur Arslan’la Yol Hikâyeleri ekrandaydı (Pazar)... İzleyenler Arslan’ı izlerken, Kanal 7’yi izliyor sanıyor. Çünkü halen, Deniz Feneri’nin ekran yüzü olan Arslan iki kanal arasında mekik dokuyor.
İNİŞ - ÇIKIŞ
Bir dönemin ünlü ismi, Burak Kut yaşadığı yaldızlı hayattan çok zarar gördüğünü anlatmış bir gazeteye.
“Benimle Oynama” diyerek tek şarkıyla şöhreti yakaladı. Lüks ve ihtişamlı yaşam ona kollarını açarken, aslında “kişiliğini” de aldı götürdü.
Sonra hızlı bir düşüş... Ödemelerini bile zorlandığı dönemler... Şimdi ise normal bir hayatı tercih etmiş. Ama “pişmanlığı” anlatmadan geçemiyor:
“O dönem para kazanan ve para kazandıran bir aygıt olarak sistemin parçasıydım. Kapıldığım rüzgârla birlikte ne kitap okuyabildim, ne müzik dinleyebildim, ne de bir enstrümanla ilgilenebildim. Artık hayatıma yeni bir sayfa açtım. Çok yoğun iş adamları vardır ya, benim hayatım da onlarınkine benzemeye başlamıştı. Geçmişimden büyük ders aldım.” (Sabah)
Şöhretin değersiz olduğunu, şöhrete sırt çevirmiş ve ondan ders almış birine sormak lâzım galiba.
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hikmetin başı |
|
Bir iş yerinde veya devlet dairesinde çalışsanız, bir kısım hatalar yapsanız bir-iki derken uyarı, para kesme cezası v.s. alır, nihayet suçun büyüklüğüne göre işten dahi atılabilirsiniz.
İnsanların affedemediği nice hata, günah ve kusurlarımız vardır ki, tam bir tevbe ile yöneldiğimizde—kul hakkı hariç—Rabbimiz bizi affeder. Böyle bir Rabbimiz olduğu için ne kadar şükretsek azdır.
Tabiî ki önemli olan kusur işlememeye çalışmaktır. Beşeriyet gereği bir hata işlediğimizde de onda ısrar etmemek, hemen dönüş yapabilmektir. Yoksa işlenen günahlar yığıla yığıla kalbi karartmakta, mahva sebep olmaktadır.
İnsanı kötülüklerden alıkoyan en önemli unsurlardan biri, belki de başta geleni Allah korkusudur. Hadis-i şerifte, “Hikmetin başı Allah korkusudur”1 buyurulmuştur.
Öyle ya, bir Müsüman için ne kadar güzel, dünya ve ahiret için faydalı şey varsa buna sevk eden hakikat ancak Allah korkusudur. Allah korkusu hâkim olduğunda kötülüklerin, günahların, haramların önü alınır.
Gizli bir polis gibi kalbine Allah korkusu yerleşen kişi, her nereye gitse, “Allah benimle beraber. Allah beni görüyor. Birgün gelecek büyük bir mahkemede yaptıklarımın hesabını tek tek vereceğim” diye düşünüp kötülüklere karşı kendini frenler.
Evet, kişiyi kanunun, polisin, insanların görmediği yerde kötülüklerden alıkoyacak hakikat ancak Allah korkusudur. Dünya işlerinin düzenliliği için de buna muhtacız. Avrupa’da bile işyeri sahiplerinin, Allah korkusu taşıyan, dinine bağlı insanları tercih etmelerinin sebebi budur.
Şu hadis-i şerif mü’mini ne kadar eğitici: “Hangi halde bulunursan bulun Allah’tan kork. Yaptığın kötü bir işin arkasından bir iyilik yap ki, onu yok etsin. İnsanlara güzel ahlâkla muamele et, iyilikle davran.”2
Görüldüğü gibi hadis-i şerifte Allah Resûlü (a.s.m.) gayet güzel öğütler veriyor.
Allah korkusunu kalbine nakşeden kişi kolay kolay yanlışlıklar yapmaz. Faraza yapmışsa, peşinden bir iyilik yaparak o hatasını silmeye çalışır. Güzel ahlâk ve iyilikle davranmak da hem Allah korkusunun, hem de hataları silmenin yollarından biridir.
Demek bütün öğütler mü’mini iyiliklerin, güzelliklerin adamı hâline getirmek içindir.
Dipnotlar:
1. Keşfü’l-Hafa, 1:371 (H. no:1350).
2. Tirmizî, Birr: 55.
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Hizmet ve ihlâs” |
|
Bediüzzaman, İhlâs Risâlesinde, “En metin bir dayanak noktası, en kısa hakikat yolu, en makbul mânevî bir duâ ihlâstır”1 der.
Yine bununla, bir başka insan tipine daha seslenmektedir. Bâzı kişilik ve karakterler; elem, üzüntü ve ızdırabı, yaşama biçimine çevirirler. Onlar için ızdırap ve çile bir hayat biçimidir. Bu tipler, içine kapanır, kabuklarına çekilir. Sosyal hayattan elini-eteğini çeker. İşte bunlara karşı “en büyük istinad/dayanak noktası” ihlâs imdada yetişir.
Ayrıca Hastalar Risâlesinde de ihlâs yoğrularak hastalığı sıhhate, derdi dermana, sıkıntıyı sevaba dönüştürmenin yolları gösterilir.
Çilecilik, aynı zamanda tüketim boyutunda da görülür. Ne var ki, burada ifrat ve tefrite düşülür: Haz ve lezzetlerin esaretine girilmesi ifrat; aşırı riyazet (çilecilik) tefrit; meşrû dairede kalıp, “ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hâkim olup, lezzeti şükür için isteme”1 vasattır. Gerçek, tam ve elemsiz lezzet bu mertebededir ve bu da ihlâsla elde edilir.
* Hakikat yolu: Kimi mizaçlarda akılcı/rasyonel düşünme, objektif olma, daha ön plandadır. Başarı ve mutluluğu, huzûr ve dirliği yalnızca bilgi, ilimde ararlar. Hayatı, bunlarla kavramaya ve yaşamaya çalışırlar. Bu da, kalb/sezgi, gönül yönünün ihmal edilmesi ve hayatın gerçeklerinden kopması demektir. İhlâs bu tiplere, “en kısa hakikat yolu” olur ve gerçeklerle yüzleşme direnci verir.
* Mânevî duâ: Bâzı fıtratlar; meselelere olumsuz yönden yaklaşırlar. Hâdiselerin negatif/menfî yönlerini, tehlikeleri, boşlukları, olumsuzlukları yakalarlar. Zihinlerinin, bu doğrultuda akıl yürütmesine engel olamazlar. Bu algılama biçimi, hayâlî düşmanlar, tehlikeler, kötü sonuçlar doğurur. Zihin durmadan akıl yürüterek olumsuz sonuçlara varır. İhlâs, bunlar için de “mânevî bir duâ” olur. Duâ, aynı zamanda kendini iyiye, güzele, müsbete yönelttiğinden ihlâs, olumlu motivasyona sebeptir.
Dipnot:
1-Lem’alar, s. 145
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Bir fetih idi.
Üstün gelmek veya başkasına baskı yapıp ezmek anlamında değildi.
Bir Peygamber (asm) müjdesi idi.
Asırlar öncesi idi.
“İstanbul mutlaka fethedilecektir”
Kimler fethedecek idi?
Müslümanlar.
Yeryüzünün yarısı, insanların beşte biri bu dinin emrine girecekti.
Fetih idi.
Fetih önce gönüller üzerinde taht kurmuştu. Medeniyetten yoksun zaman ve asırlarda yeryüzüne doğan İslâmiyet güneşi sayesinde hayat, hayat olmuştu.
İşte asırlara hükmeden, çağlar kapatıp çağlar açan İslâmiyet, yaşandığı asırları gülzâr etmişti.
Fetih idi.
O aşk ve heyecan gönüllerden hayata yansıdığı zaman sanatta, ticarette, ziraatta, teknikte mesafe alınmıştı.
Diğer İslâm devletleri gibi Selçuklu ve Osmanlı da bu fethe hep en üstün katkı sağladı.
Osmanlı üç asır dünyanın süper devleti olarak hayatını altı yüz yıl devam ettirdi.
Selçuklu’yu da katarsanız bu bin yıl eder.
Kur’ân’ın övgüsüne lâyık olan bu millet, ne zaman dinden elini-ayağını çekti gerilemeye başladı.
“Din hayatın hayatı, hem ruhu, hem esası, ihya-yı din ile olur şu milletin ihyası” sözlerine aldırış edilmemişti.
Zillet içinde yaşayan Avrupalılara hayran nice karanlık kafalar, bu milletin seyrini değiştirip, Avrupa zalimlerinin dümen suyuna girmişlerdi.
Gönüller ve güller üzerinde fetihler devam ediyordu. Devam ediyor.
İslâmiyet gibi güneş parlaklığında olan bir din ile günden güne kendi karanlıklarını aydınlığa dönüştüren dünya insanlığını görüyoruz.
Renk, dil, ırk, coğrafya yok. Din var, iman var, Kur’ân var.
Mekke bir mihrab, Medine bir minber, o gönüller sultanı bütün ehl-i imana imam, bütün mü’minlere hatiptir.
Fetih devam ediyor. Gönüller fethediliyor.
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah için gıybet mi dediniz... |
|
Yalova’dan S. C. Rumuzlu okuyucumuz: “Allah rızası için iftira ve gıybet yapılır deniyor; doğru mu?”
Öncelikle din kardeşlerimize karşı değil iftira ve gıybet için bir yol ve iz aramak, uhuvvet ve kardeşlik bağlarımızı yeniden gözden geçirmeye ve yeniden kurmaya şiddetle ihtiyacımız olduğunu söylemeliyiz. Allah’ın huzuruna gidiyoruz. Katı kalple Allah’ın huzuruna ulaşmaktan Allah’a sığınmalıyız. Çünkü Cenab-ı Allah’tan katılık değil, yumuşaklık istiyoruz; öyle değil mi? Öte yandan kalbin katı olması, katı kalması, katılıkla iftihar edilmesi pek hayra alâmet değildir. Zararını önce kendimiz çekeriz. Keskin sirke küpüne zarardır. Katı kalbin azabını, acısını, cezasını bizden başkası çekmez.
Allah rızası için iftira veya gıybet nasıl yapılabiliyor? Burada ölçümüz ne olacak? Karşı taraf ile uhuvvet ve kardeşlik bağlarımız var idiyse, yaptığımız ve kendimizi haklı bulduğumuz bu gıybetin ve iftiranın haklılığını Cenâb-ı Allah’a nasıl izah edebileceğiz? Oysa Kur’ân mü’minin onurunu, haysiyetini, kişiliğini, kimliğini her türlü gıybetten, sû-i zandan1, iftiradan, kem gözlerden, hasetten, kıskançlıktan, kötü nazardan, kaş-göz işaretiyle alay etmekten, çekiştirmekten2, istihfaftan, küçük düşürmekten korumuştur. Biz kendimizi bütün bunları veya bunların birkaçını yapmakta nasıl haklı bulabileceğiz? Hevâmızı veya havamızı ya da vehmimizi ölçü almak bizi haklı kılar mı? Orada, kıyamet gününde, hesap gününde, Allah’ın huzurunda gıybetini yaptığımız veya iftira attığımız kişilere sevabımızdan ödeme yapmak, hayır ve hasenatımızı bir hiç uğruna kendi ellerimizle harcamak bizi çok mu rahatlatacak?
İman dairesindeki bir kardeşimiz, bir ehl-i iman, açıktan fısk u fücur içinde olmadıkça, yani fâsık-ı mütecâhir olmadıkça, yani fenalıktan sıkılmıyor, tam tersi işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmetmekten lezzet alıyor; sıkılmayarak aşikâre bir sûrette işliyor olmadıkça3 gıybetini yapamayız. Açıktan fısk u fücur içinde olduğunda da, yalnız o sıfatını gıybet edebiliriz. Diğer sıfatlarını gıybet etmeye yine izin yok.
Dolayısıyla ne Allah rızası gıybeti kaldırır; ne de iman ve hizmet dairesi! Gıybetle uhuvvet bir arada yürümez; araya soğukluk, gizli husumet, pek su yüzüne çıkmasa da gizli kin ve garaz muhakkak girer. Bu da din kardeşliği bağlarını sarsar ve zedeler.
Diğer yandan, doğru; çevremizden sorumluyuz. Toplumumuzdan mesulüz. Ancak üslup çok önemlidir. İnsanlarla iletişim kurarken mesafeyi çok iyi ayarlamalı, onların üzerinde fazilet satıcılığı yaparcasına, kendi faziletimizi öne çıkarırcasına hâkimiyet kurmaya çalışmamalıyız. Uyarı görevimizi dostane, nezaket içinde ve yalnız kendisine yapmalıyız; başkasına değil. Peygamberlerin bile yalnızca tebliğle görevli bulunduklarını unutmamalı ve doğru uyarılarımızı dinlemedikleri vakit kendimizi boş yere üzmemeliyiz, güzel amellerimizi gıybetle zayi etmemeliyiz. Kim olursa olsun; uyarı yaparken de, kırıcı, dışlayıcı, itici ve kınayıcı bir üslup kullanmaktan sakınmalıyız. Ama nezaketi ve tatlı bir üslubu elden bırakmaz isek, unutmayalım; tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.
Duâ
Allah’ım! Hesap gününde bize yardım et! Hesap gününde üzerimizden rahmetini esirgeme! Hesap gününde bizi bağışla! Hesap gününde bizi Sevgili Peygamberimizin (asm) şefaatine ulaştır! Hesap gününde bizi utandırma! Unuttuklarımızdan ve hataya düştüklerimizden bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bize ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işleri yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize merhamet et! Bizi hatalarımızla ve kusurlarımızla yargılama! Sen Mevlâ’mızsın!
Âmin... Âmin... Âmin...
Dipnotlar:
1- Hucurât Sûresi, 49/12
2- Hümeze Sûresi, 104/2
3- Mektûbât, s. 268
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Piyasalardaki dalgalanma |
|
Borsa ve döviz piyasasında yaşanan son dalgalanmanın ne anlama geldiği ve bundan sonraki muhtemel gelişmelerin nasıl bir seyir takip edeceği gibi hususları, konunun uzmanı diye bildiğimiz bazı arkadaşlara sorduk.
Uzman nazarıyla baktığımız bu arkadaşların kimi devlet memuru, kimi de serbest meslek sahibi olduğundan, isim belirtmeden müşterek görüşlerine yer vermek istiyoruz.
Özet olarak ifade ettikleri şudur:
İç piyasadaki dalgalanma, küçük boyutlu da olsa, sene sonuna kadar devam eder.
Dövizde ise, herhangi bir düşüşün yaşanması beklenmiyor.
Zaten, yaklaşık üç yıldır döviz kurları adeta bastırılmış durumdaydı.
Aynı baskıyı devam ettirmenin ve son üç yıllık rakamı korumanın hemen hemen imkânı kalmamıştı.
Buna göre, meselâ doların tekrar 1500'ün altına düşmesi hiç de öngörülmüyor. Tâ Eylül ayına kadar bu rakamın az da olsa üzerinde seyreder.
Ancak, önümüzdeki yılbaşından itibaren dolar kuru daha da yukarıya çıkabilir.
Çünkü, Amerikan bankaları faiz oranlarını hayli yükseltmiş durumda. Bu sebeple, sadece Türkiye'den değil, dünyanın hemen her ülkesinden Amerikan bankalarına hareketli bir döviz akışı var.
Bu durum, neticede ABD ekonomisine büyük zarar da verebilir. Ne var ki, şimdiki ekonomik politika bu yönde cereyan ediyor.
Türkiye'de yakın zamanda ciddî bir kriz beklenmiyor. Ancak, tedbir alınmaz ve piyasalardaki dengeler ciddiyetle takip edilemezse, orta vâdede yeni bir sıkıntıyla karşılaşmak mümkün.
Evet, kimi uzmanlara göre, piyasanın şimdiki kabataslak fotoğrafı böyle.
Bosna notları
Beyaz sarıklılar göründü
Bosna savaşının alabildiğine kızıştığı günlerdi.
Vahşi Sırplar, en ağır silâhlarla Müslümanların üzerine tonlarca bombalar yağdırıyordu.
Müslümanların ise, düzenli ordusu gibi, modern savaş silâhları da yoktu.
Bu sebeple, günden güne çok ağır kayıplar veriyorlardı. Can, mal, ırz, nâmus, din, vatan..., herşey tehlikeye mâruz kalmış durumdaydı. Bıçak, tam anlamıyla kemiğe dayanmış, hatta kemiği de kesmeye devam ediyordu.
Etrafları kuşatılmış olduğundan, hiçbir yerden silâh ve mühimmat yardımı gelmiyordu, gelemiyordu.
Yani, tam bir ızdırar (tam çaresizlik, kat'î mecburiyet) hali yaşanıyordu.
İşte, böyle bir vaziyete düşen Müslüman Boşnaklar, kurdukları milis teşkilâtı ile harekete geçtiler.
Temin edebildikleri zayıf ve ilkel silâhlarla Sırpların mevzilendikleri tepelere doğru tırmanmaya başladılar. Gayeleri, düşman kuvvetleriyle cephe savaşı yapmak ve şehit oluncaya kadar onlarla çarpışmaktı.
Zira, başka da bir çareleri kalmamıştı.
İşte, tam bu ızdırar halinde tırmandıkları Saraybosna'nın tepelerinde, bir gün âniden müsellâh bir Sırp birliğiyle karşı karşıya geldiler.
Aralarındaki mesafe, hayli kısaydı. Birbirlerini rahatlıkla tanıyacak kadar görebiliyorlardı. Gerek asker ve gerekse silâh dengesi itibariyle aralarında uçurumlar vardı.
Fakat, o da ne? Yakın görüş mesafesine giren Sırplar, âni bir hareketle silâhlarını bırakıp ellerini havaya kaldırdılar. Yani, teslim olduklarını belli ettiler.
Bir an için tereddüt geçiren Müslüman komutanlar, sonra "Allah'ın yardımı bizimle" diyerek, sür'atle harekete geçtiler ve düşman birliğini silâhlarıyla birlikte teslim aldılar.
Ardından, haliyle sorgu–suâl başladı:
– Siz Müslüman mısınız?
– Hayır. Biz Sırp askeriyiz ve Ortodoks mezhebindeniz.
– O halde sizi teslime mecbur eden sebep neydi?
– Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz? Siz, ellerinde ağır silâhlarla âniden etrafımızı saran "beyaz sarıklılar"ı görmediniz mi? Onlar etrafımızda âniden belirdiler ve bize "Teslim olun!" dediler. Hiç kımıldayacak halimiz yoktu. Bu yüzden teslim olduk.
Mesele anlaşılmıştı. Din, Allah'ın diniydi ve Allah, Bosna'da o dinin nurunu söndürtmeyecek, devam ettirecekti. Velev ki, kâfir Sırpların eliyle de olsa...
Müslüman Boşnaklar, teslim aldıkları aynı silâhlarla, mütecâviz düşmana karşı cihat ettiler.
Günün Tarihi
Hicaz'da isyan
1Haziran 1916: İngilizlerin kışkırtması sonucu, Hicaz'da Osmanlı'ya karşı ilk ayaklanma hareketi başladı.
Dört yıl süren Birinci Dünya Savaşının tam ortalarına gelinmişti ki, Osmanlı'nın aleyhine yeni bir harekât daha baş gösterdi.
Bu harekâtın adı "Hicaz isyanı"ydı.
İsyanın başında Mekke Şerifi Hüseyin görünmekle birlikte, arka planda kışkırtıcılık görevi yapan ve Arapları iğfal eden, bölgedeki İngilizlerdi.
Tâ 1517'den Dünya Savaşının başladığı 1914 yılına kadar da Osmanlı'nın yanında ve idaresinde bulunan Hicaz (Arabistan), ne yazık ki İngilizlerin kışkırtması neticesinde Osmanlı'ya baş kaldırdılar ve ittifaka en çok ihtiyaç duyulduğu bir zamanda Hilâfet/Saltanat merkeziyle ihtilâfa düştüler.
Arapların küffara aldanarak bu hale düşmesinin şüphesiz bazı önemli sebepleri var. Bunların başında ise, Osmanlı Türklerinde baş gösteren dinde lâkaytlık ve örfen, ahlâken Avrupalılaşma hareketleriydi.
Gariptir ki, Avrupalıların başını çeken İngilterenin bölgedeki casusları da aynı yönde propagandalarda bulunarak Araplarla Türkleri birbirinden soğutmaya çalıştılar.
Maalesef, sonunda muvaffak da oldular. Kısa süre sonra Osmanlı'dan ayrıldığını açığa vuran Mekke Şerifi Hüseyin, İngilizlerin askerî desteği ve büyük para yardımları sayesinde bölge üzerindeki hakimiyetini (krallığını) ilân etti.
S. Arabistan, o gün bugündür Türkiye'ye mesafeli olup ecnebi siyasetinin tesiri altında bulunuyor.
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Nur’un postacısı |
|
Said Ramazan ismini ilk duyduğumda Molla Ramazan’ın oğlu Muhammed Said Ramazan’la karıştırmıştım. Daha sonra onun başka bir Said Ramazan olduğunu öğrendim. Ama bilgim derinleştikçe bu Said’ler ve Ramazan’ların birbiriyle kader çizgisinde çok fazla alakadar olduklarını görecektim.
Mısırlı Said Ramazan 14 yaşında İhvan hareketine intisap etmiş ve Hasan el Benna’nın dizinin dibinde yetişmişti. Daha sonra onun en büyük kızı olan Vefa ile evlenerek aileye de katılmıştı. Daha sonra Hasan el Benna onu özel ulağı ve postacısı gibi kullanmıştı. Bu münasebetle Pakistan ve Fas gibi ülkelere gitmiş ve Filistin’de İhvan hareketinin ilk nüvesini de o teşkil etmişti. Daha sonra şartlar değişmiş ve Hasan el Benna’nın şehadetinden sonra Nasır’ın pençesinden köşe bucak kaçarak en sonunda Cenevre’ye yerleşmiş ve burada ölünceye kadar İslâm Merkezi’ni idare etmişti.
Tarık Ramazan işte onun çocuklarından birisi. Said Ramazan, Hasan el Benna’nın özel postacısı olarak görev yapmış ve bilahare İslâm hukuku alanında doktor ünvanını almıştır. Şamlı M. Said Ramazan’a (el Buti) gelince. Şam’da Molla Ramazan da Botanlı bir âlim olarak Türkiye’deki ağır şartlardan bunalarak Şam’a gitmiş ve buraya yerleşmişti. Tasavvuf ve fıkıh konusunda bir otorite olarak biliniyordu. Büyük bir âlim olmasına rağmen çağdaş dünyaya fazla aşina olmadığından Şam’da veya daha doğru bir deyimle İslâm âlemi genelinde fazla makes bulmamıştı. Ama oğlu Muhammed Said hem geleneksel ilimler, hem de modern ilimlerle donanmıştı. Bundan dolayı ünü afakı sarmıştı. Babasının ilmi ve meyvesi onda tecelli etmişti. İslâm kültürüne ve hukukuna vukufiyeti ile M. Said Ramazan el Buti, Mısırlı adaşı Said Ramazan’ı da andırıyordu.
***
Şamlı Ramazan ailesi ile Mısırlı Ramazan ailesi iki ekole hizmette temayüz etmişlerdir. Mısırlı Ramazan ailesi Hasan el Benna’ya damat olarak ve ekolüne intisap ederek İhvan-ı Müslimin hareket ve fikriyatına omuz vermiş ve asabiyesini takviye etmişti. Şamlı M. Said Ramazan ve ailesi de öyle. Molla Ramazan muhtemelen Bediüzzaman’la biraraya gelmemiştir. Bununla birlikte ona sempati duymadığını söylemek mümkün değil. Metod olarak aynı anlayışa sahiptiler.
Oğlu Muhammed Said Ramazan el Buti ilk kitaplarından olan ‘Minelfikri ve’l kalp’de sitayişle Bediüzzaman’dan bahsediyor ve onu zamanın ve İslâmın bir harikası olarak nitelendiriyordu. Ailelerine bilahare Nur’un postacısı sıfatıyla bir Ramazan daha dahil olmuştu. Ahmet Ramazan. Zoraki diplomat gibi Ahmet Ramazan da zoraki sürgüne gitmiş veya hiç hesapta yokken Arap ve İslâm dünyasında Nur’un postacısı olmuştu.
Malatya hadisesinden dolayı aranmakta olan Ahmet Ramazan’a Bediüzzaman güney ülkelerine gitmesini öğütler. O da ilk önce Şam’a gider ve burada kısa bir müddet kalır. Burada Molla Ramazan ailesiyle tanışır ki, bilahare Arap aleminde Risale-i Nurlara sahip çıkmıştır. Ardından Ahmet Ramazan hiç unutmadığı diyar olan Bağdat’a gider. O mürüvvet ve dostluğu Irak’ta tanıdığını söyler. Emced Zehavi gibi ulemanın himayesine girer. Emced Zehavi Molla Ramazan gibi, Kürt kökenli (Irak Kürtlerinden) meşhur bir alimdir. Hanefi fıkhında son devrin Ebu Hanife’si veya İbni Abidin’idir. Bundan dolayı ona İmam-ı Azam’ın lakabı takılır: Irak imamı.
Emced Zehavi İstanbul’da Nüvvab Medresesi’nde hukuk okurken Bediüzzaman’la arkadaş olur. Kızı Nihal babasıyla Bediüzzaman’ın dostluğunu hikâye eder. Zehavi Mısır’da Hasan el Benna ile tanışır ve bu ekole intisap eder. Ahmet Ramazan Irak’ta iken bu ailenin himayesindedir ve hatta kızı Nihal’le evlenmenin eşiğine geldiğini ama bunun gerçekleşmediğini anlatır. Buna mukabil önce Botan ve sonra Şamlı olan Buti ailesiyle hısım olur. Said Ramazan Hasan el Benna’ya damat olur Ahmet Ramazan da Bediüzzaman’a bedel Şam’da onların bir nevi temsilcisi olan Buti’lere damat olur. Dolayısıyla Said Ramazan ile M. Said Ramazan ve Ahmet Ramazan arasında çapraz bir ilişki vardır. Hem Said Ramazan, hem de Ahmet Ramazan iki ekolün postacısıdır.
***
Enteresan bir tevafuk eseridir ki, Hasan el Benna, Said Ramazan’ı Pakistan’a gönderirken Bediüzzaman da Ahmed Ramazan’ı Pakistan’a göndermiştir. Hem de yaklaşık aynı tarihlerde. Bundan dolayı Said Ramazan’ı anlatırken sanki Ahmet Ramazan’ı anlatır gibiyim. Bu insan Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat adlı kitabında “Bediüzzaman Said Nursî ve Hâriç Memleketler” kısmında Pakistan’la alâkalı bir mektubu bulunan Ahmed Ramazan’dır. 1927’de Malatya’da doğan Ahmed Ramazan 1950’lerde Büyük Doğu mecmuasında çalışır. Üstad Bediüzzaman’la Emirdağ, Eskişehir ve Isparta’da görüşmeleri olur. Kendimle ilgili bir ayrıntı: 1982 yılında Türkiye’ye dönerken Gayrettepe’de bir tahkikat esnasında bize Ahmed Ramazan’ı da sormuşlardı.
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
İrade, zihin, his ve lâtife |
|
Sabrın umudu, sıkıntının telafisidir. Metanetle geleceğe cesaret vermektir. Her sıkıntı, ferahlamanın kapısı ve gelişmenin anahtarıdır. Yumruk yiyen hamur gibi, hayat hamurunu kıvamına getiren, maruz kalınan ve katlanılabilir “yumruk”lardır.
Hayat varsa, sabır gerekecektir. Ümit varsa, ümidi hak edecek ve zorluk tünelinden aydınlık sonuca gidecek bir irade olacaktır. Katlanılan, ruhumuzda değer bulan varlıklardır. Musibetlerin dili, niyetin pozitif düşüncesi ile birleşen yüksek fikirlerin rahmet tecellileridir.
Tefekkür, uğrunda hayata bağlanılan şuurdur. Şuur, bedenlere sığmayan ve âlemin sırlarına vakıf olma arzusundaki merakın yol arkadaşı olduğunda, imanın tahkiki huzurunu verir. Vicdan, emanet bedene musallat olan menfî fikirlerin yanlışlarına “Hayır” diyen bir iç itirazdır.
Ruh, hayatın dokusunda yer alan bütün nakışların enerjisidir. Bu nakışlar; irade, akıl, kalp ve duygu desenlerinin tutarlı bütünlüğüdür. Hayalden niyete geçiş veren ilk fikirler, niyetin doğru olması ile orantılı birbirini takviye eder.
Amaç, hayallere hayal olmalıdır. Amacın hâkim olduğu ve ona göre oluşan hayaller, bir disiplin ve odaklanmayı beraberinde getirir. Dehaya dönüşen dikkat, amaca göre niyetin safiyetindeki hayallerle karar safhasına doğru ilerler.
Düşüncenin teşekkül basamaklarında hayalle başlayan ve niyetle anlam kazanan seyir, amacın rehberliğinde hedefini belirler. Karara dönüşen ve “tamam” diyen bir iç kontrol sistemi ile birlikte gelinen son nokta iradedir. İrade, bir hedefi yapma kararlılığıdır. Bu kararın içinde amaç yüklü hayaller ve bütün bunların ruhunu veren niyet vardır.
Böylece “tahayyül, tasavvur, taakkul ve tasdik” basamakları geçilmiş olur. Bunlar aynı zamanda iradenin basamakları olarak görülebilir. Sıra, iradeden zihin safhasına gelmiştir. Burada, iradenin nasıl tahakkuk edeceğine cevap aranılır. Zihin, iradeye bağlı bir disiplinle “Adetullah” dediğimiz yaratılış kanunlarına göre düzenler ve faaliyetlerini programlar. Bunlar; planlama, uygulama, izleme gibi aşamaları hayatın içinde bize verir.
Zihin, irade kaynaklı bir muamelede sağlıklı ve kalıcı bir muvaffakiyet için çalışır. Sadece görevini yapar. Yolunda yürür. İstikametini bozmaz. Maksadında yol alır. Çünkü irade kuvvetinde bir niyetin, hayalin, amacın ve kararın merkezindedir. “Gaye-i hayal” olunca, zihin, kendi ekseninde “enelere dönme” tehlikesinden uzaklaşır.
Müspet “Ene” dediğimiz müspet benlik, şahsî tasavvur dediğimiz “fikr-i infiradî” olan menfî benlikten ayrılmıştır. Ene, müspet yönde bir ölçü birimi olarak “vahid-i kıyasî” değerindedir. Himmeti millettir. Bir başkası adına hizmetkârdır. Yaratıcı adına anlam kazanmakta ve O’nun ismiyle kıymet bulmaktadır.
Zihin, günlük hayatın devam eden kuralları ve bilmemiz gereken zorunlulukları ile bunları uygulamada karşılaşacağımız sonuçları için bir kumanda ve kontrol merkezidir. İradenin temsil değeridir.
İradenin zihinle gelişen düşünceleri, müspet veya menfî mecrada kendine yol arar. Müspet sonuçlar, hislerimizi huzurlu bir heyecana ve sevince götürür. Duygular, iradenin ve zihnin sermayesini yaşatırlar. Onların yansıması ve ifadesi olurlar. Dışa vurumun sözcüsü duygular olur. Bedenin giydiği elbise, zihnin düşünceler üzerinde duygulara biçtiği kumaştır. Bu kumaşın mesajı, sahip olduğu renklerdir. Ona göre motiflerini okuturlar.
Duygular, düşüncenin dilidir. İradenin kodlarıdır. Arka plan okumaların kapısıdır. Büyük arzuların ve kararlı isteklerin düşünce sorumluluğunda vardıkları nokta duygudur. Sonrasını duygular anlatır. Coşkuyu, teşviki, mutluluğu ve canlanmayı bütün varlığımıza nüfuz eden hislerin haritası kapsar.
Hislerin beslendiği kaynaklar sırasıyla irade ve zihindir. İrade kalitesinde zihnin üretimi ve hislerin zekâsı vardır. Bunlar, vücut kimyasının elementleridirler. Hayat binasının dokularıdırlar. Ruhun, candaki temsilleridirler.
Hislerin, süzülmüş duyguları lâtifelerdir. Terbiye edilmiş iradenin ve eğitilmiş düşüncenin bütün ihtiyaçlarının karşılanması ile his dünyası, ruhanî lezzetini ve hidayet nimetinin “ruhun cenneti” olma kabiliyetini inkişaf ettirir.
Bu noktada, “lâtife-i Rabbaniye” dediğimiz ulvî tecellînin en safi ve en saadetli neticeleri vardır. Maddî ve manevî bütün sistem, Rabbi’nin “lâtife” kalitesinde irade-zihin-his süzgeçlerinden geçmiş, vicdanî ve ruhanî bir letafetin nimetlerine kavuşmanın şükrü ile sonsuzlaşmaktadır.
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
İmdaat! Kurtarmayın beni... |
|
Yahu kardeşim bıktım bu sizin bizi kurtarmanızdan. Siz bizi kurtardıkça biz batıyoruz ya... Ne zaman bu yurtseverler, vatanseverler bizi kurtarmaya kalkmışsa, bakıyoruz ki daha çok batmışız. İşler daha çok karışmış. İçinden çıkılmaz hal almış.
Bir zamanlar Memalik-i Osmaniyyeyi padişahlıktan, tek devlet oluştan, istibdaddan kurtarmak isteyen İttihat ve Terakki komiteleri kurulmuştu. Bizi II. Abdülhamid Handan kurtarmak için huzuruna hal’ edildiğini bildirmek üzere giden dört kişiden birisi Ermeni, birisi Yahudi, birisi bilmem neydi. Bizi Abdülhamid’in tabasbusundan kurtardılar. Millet tam rahatlamışti ki birden kanlı Balkanlar savaşı çıktı, birden vatan elden gitti, birden Ermeniler bu yana, Kürtler şu yana, Türkler öteki yana sürüldü, süründü ve neticede bir de baktık ki milyon kilometrekarelik imparatorluk topraklarından kala kala bir avuç iç Anadolu toprakları kalmış. Güneyde İtalya, güneydoğuda Fransa, Marmara’da İngilizler, Ege’de Yunanlılar meydan almışlar. Derken bir Kurtuluş Savaşı verdik. Anadoluyu zar zor tutabildik. Bir de baktık ki 780 bin kilometrekarelik küsurluk toprak ancak var elimizde.
Sonra ilk dönemler. Tek parti dönemi. CHP’nin 27 yıllık icraatı milletin feleğini şaşırttı. Camiler kapandı, tekkeler kapandı, buğday ambarı yapıldı. Ezan sesi gelmez oldu. Kur’ân okumak yasaklandı, vs. Harpten ve düşman işgalinden kurtulan gariban dedelerim, ninelerim şaşırıp kalmışlar. Biz kurtuluş savaşından galip mi çıktık, yoksa mağlup mu? Anlaşılmaz bir kırılma noktası ve zihin karmaşası.
Sonra çok partili sistem gelmiş. 1946-1950 Beyaz İhtilâl yapılmış sandıklarda. Demokrat Parti başta ve inanılmaz bir ekonomil, kültürel, siyasî atılım ve hamlelerle millet de, vatan da bahtiyar. Ama çok sürmemiş, vatanı, milleti kurtaranlar bir gecede Demokrat Parti’yi alaşağı ederek bizi kardeş kavgasından kurtarmışlar. CHP kökenlileri tekrar başa getirmişler. 1965 seçimlerinde millet bu kurtarıştan kendini kurtarmak için Adalet Partisine oy vermiş. 1971’e kadar sürmüş bu kalkınma dönemi. 12 Mart Muhtırasıyla millet AP’nin despotluğundan(!) zulmünden kurtarılmış. Herkes sevincinden göbek atar hale gelmiş.(!) İkinci bir Menderes daha devrildiği için. Ardından anarşi dönemleri. Sağ/sol kavgaları körüklenmiş. 1979’da olası bir AP iktidarına ramak kalmışken 12 Eylül 1980’de tekrar aylarca akan kanı bir gecede durduran ihtilal yapılmış. Vatan yine kurtarılmış. Yunanistan NATO’nun askerî kanadına geri dönmüş, Kıbrıs’ta işler aleyhimize dönmüş. Önemli değil. Enflasyon tavan yapmış. Mühim değil. Kurtarıldık ya her şeye bedel.
28 Şubat sürecinde Refah-Yol Koalisyonu işleri tıkır tıkır yürütmeyi becermişken, bu tehlikeli(!) gidişata dur demek için yine 28 Şubatçılarca kurtarılmışız. Anasol-M koalisyonu döneminde Anayasa kitabı fırlatılarak bir gecede milyarlarca dolar servet uçup gitmiş. Amma millet anayasa kitabının başbakana fırlatılmasıyla kurtarılmış ya, ne gam. Olacak o kadar.
Şimdileyin AKP döneminde Danıştay suikastı, terör kanunu vs.’lerle yine Ergenekoncular, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği gibi oluşumlar bizleri kurtarmaya soyunmuşlar. Yok Sauna çetesi, yok hamam safası, yok irtica haftası, yok mangal tahtası diyerek birileri yine bizi kurtarmak için cansiperane çalışıyor. İşin içinde emekli askerden, kart sosyalistine, Maocusundan, Cengiz Hancısına kadar kimler yok ki. Bunlar, devletin nizamî ordusu, meşrû ve kanunî emniyet ve asayiş güçleri varken, vatanı kurtarmaya yeterli görmediklerinden vatan için, millet için, memleket için her şeylerini feda ederek, meselâ son model 4x4 ciplerini, yatlarını, katlarını, bankalardaki miktarı belirsiz ABD doları hesaplarını bir kenara park ederek vatanı kurtarmaya, milleti halas eylemeye soyunmuşlar. Adamın kafasının tası atmış. Saunadaki hamam tası atmakla karıştırılmasın. Adamın kafası bozulunca tası da atar, tarağı da. Bombayı da atar, kurşunu da. Yeter ki vatan kurtulsun.
Ey vatansever, yurtsever, millet kahramanları(!) Allah rızası için bizi kurtarmayın. Ne zaman kurtarsanız millet, aç, sefil ve perişan oluyor. N’olur yav n’olur bizi kurtarmayın artık. İstemiyoruz Allah’ım, ya Rabbi… Bizi kurtarıcılardan kurtar. Âmiiin.
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇİFTKAYA |
Varlığımız kime emanet? |
|
Savaş, zelzele, çığ, sel, yangın, vs. musibetlerin sonrasında, geceler tam bir imtihan meydanına döner. Gün ışığında bel bağladığımız, kendimizi oyaladığımız tutamaklar birer birer terk eder bizi: işimiz, televizyon programları, günlük endişeler...
Korunmasız, savunmasız kalıveririz.
Savaşın ortasına düşmüşsek uzaklardan duyduğumuz bir uçak sesi “Acaba bomba mı atacak?” endişesini taşır yüreğimize. Şiddetli bir deprem yaşamışsak, hemen öncesindeki uğultu ve patlamayı andıran en küçük bir ses, ruhumuzu küçücük bir kedi yavrusuna çevirir. Tekrar sökün eden şiddetli bir yağmur “Acaba yine mi?” dedirtir, sel ve baskına uğramış insanlara.
Korkarız, kaygılanırız, endişeleniriz.
Üstelik, bu duygularımız sadece kendimiz için çalışmaz. Ailemiz, çocuklarımız, annemiz-babamız, akrabalarımız, dostlarımız, hatta kedimiz için de kaygılanırız. Bu kaygının kaynağını araştırdığımızda tatmin ve cevap bekleyen iki duygumuz çıkar karşımıza:
Güven duygusu ve bekâ—yâni varlığımızın devamı—duygusu.
Ve uyku öncesi, şayet şuurumuzu uyuşturmamışsak, bu duygularımızın en fazla canlandığı bir vakittir. Çünkü, uykuya dalmak gündüz üzerimizde hissettiğimiz kontrol duygusundan sıyrılmak demektir. Korunmasız, savunmasız hissetmeye başlarız kendimizi.
Oysa korunmaya, savunulmaya ihtiyacımız vardır.
Hırsıza karşı çelik kapılarla, pencere demirleriyle tedbir alabilir, altınlarımızı kasaya kilitleyebilir, paramızı bankaya “emanet” edebiliriz belki. Ama iş bizzat kendimize, kendi varlığımıza gelince, çaresiz kalıveririz. Çünkü biliriz ki, bazı musibetler her engeli aşıp bizi bulabilir. Varlığımızı emanet edecek kadar kuvvetli merciler bulamayız geceleri. Karanlık, bir örtü gibi iner bütün bel bağladıklarımızın üzerine ve onların bu emaneti taşıyamayacak kadar çürük ve güvenilmez olduğunu bildirir bize.
Bu emaneti bizzat taşıyamayacak kadar zayıf olduğumuzun da farkındayızdır. Ne anamız-babamız, ne dünyevî makamımız, ne de güvenlik güçleri gecenin sessizliğinde ve ıssızlığında bizi bu “âfet”lere karşı koruyabilecek güçtedir.
Hele bir de tecrübeyle sabitse!
Bu gerçek can evimizden yaralar bizi. Zaten bu savunmasızlıktır bizi rahatsız eden, kaygı veren ve korkutan. Uyuyamayız. Son bir çare olarak, uyanıklık halindeki aldatıcı “kontrol” duygusuna sığınırız. Ama nafiledir. Uyku, ölüm gibi kaçınılmaz gerçeğimizdir. Kaçamayız ondan.
Tıpkı ölüm gibi, uyku da gelir bulur bizi.
O halde, tıpkı ölüm gibi uykuyla da yüzleşmemiz gerekir.
Zaten asıl nokta da burasıdır. Ölümden korkuyorsak, çoğu kez uyku da korkutur. Ölüm karşısında güvensizlik duyuyorsak, o zaman uyumak da boşluğa düşmeye benzer bizim için...
Böyle zamanlarda, uyku ölüm korkusunu taşır yüreğimize. Bu korkunun gerisinde ise, ya varlığımızın topyekün sona ereceği korkusu ya da “kabrin öteki tarafına” hazırlıksız gitme endişesi vardır.
Birinci ihtimâl, bizi ne gece, ne de gündüz varlıkta tutan ve ölümden sonra da onu gerçek sahibi olarak geri alacak olan bir Kudret ve Şefkat Sahibine itikadımız olmadığı anlamına gelir. Bu durumda, uykudan da ölümden de korkmakta haklıyızdır. Çünkü, mutlak anlamda sahipsiz ve rastgele bir varlık âleminde, ‘tesadüfî’ hâdiselerini insafına terk ediyoruzdur kendimizi. Sonsuz ihtimâllerin ve sonsuz vehimlerin ruhumuzu keşmekeş ve anarşiye sürüklemesini de en baştan kabul ediyoruzdur. Herşeyin muhtemel düşmanımız oluşu ve uykunun eşiğindeki yapayalnızlığımız, bu “inanmayı kabul etmeme” tercihimizin sonucudur.
Bu durumda yapmamız gereken, “yeniden inanma” cesaretini bulmaya çalışmaktır.
Diğer şık ise, bir Kudret ve Şefkat Sahibine—şu ya da bu derecede—inandığımızı düşündüğümüz halde uyumaktan, ölmekten ve güvensizlikten ıztırap çekiyor olmamızdır. O zaman yapmamız gereken, bir hesaplaşmadan başka birşey değildir. Ve belki şu soruyu sormaktır: Ona gerçekten inanıyor muyum, yoksa Onun varlığını reddetmemeyi inanmak mı sanıyorum?
Ona inandığımızı düşündüğümüz halde, varlığımızı Ona emanet edemiyorsak, ilkinden daha ince bir hesaplaşma bizi bekliyor demektir. Ve uykusuz geceler bu hesaplaşma için eşi bulunmaz bir fırsat sağlar.
Çocukluğumuzda uykudan önce okumamız öğretilen Âyetü’l-Kürsî, tam da o sırada, yani uyku öncesinde inanmaya muhtaç olduğumuz Merci’nin adresini şöyle verir:
“Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O Hayy’dır, ezelî ve ebedî hayat sahibidir, O Kayyûm’dur, varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, bütün eşya Onun yaratmasıyla ve tedbiriyle devam eder ve vücutta kalır, beka budur. Onu ne uyuklama ve ne de uyku tutmaz, gafletin hiçbir çeşidi hiçbir zaman Ona ârız olamaz. Göklerde ne var, yerde ne varsa Onundur. Onun katında, Onun izni olmaksızın kim şefaat edebilir? O bütün yaratıklarının geçmiş ve gelecekteki bütün hallerini bilir. Onun yaratıkları ise, Onun dilediği kadarından başka, ilâhî ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Onun hâkimiyet ve saltanatı gökleri ve yeri kuşatmıştır. Gökleri ve yeri tasarrufu altında tutmak Onun kudretine ağır gelmez. En yüce ve en büyük olan da ancak Odur.”
www.muratciftkaya.com
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
İktidar kulisinden izlenimler |
|
Grup toplantıları, komisyon çalışmaları, Genel Kurul’daki tartışmalar nedeniyle Salı günleri Mecliste müthiş bir siyasî türbülans yaşanıyor.
Akşam saatlerinde Meclise gittiğim için sanki tüm enerjisini boşaltmış, erken bir yorgunluğa teslim olmuş bir hali vardı.
Basın bürosunda, Terörle Mücadele Kanununun alt komisyonda uğradığı son değişikliği öğrenen birkaç muhabir, diğer meslektaşlarını atlatmak için kapılarını kapatmış, haberlerini yazıyorlardı.
Büyük gazeteci alanını iyi takip eden gazetecidir. Hep ona inandım. Akşam saati de olsa, mesai bitti demeden orada kalıp, alt komisyonun bitmesini bekleyip, komisyon üyelerine ulaşanlar, haberi koparıyordu.
Haber atlatmanın keyfi de bir ayrı olur.
Meclis’teki basın bürosu uzun bir koridorun etrafındaki bürolardan oluşuyor. Atlatma haber yapan muhabirin o koridordaki yürüyüşü bile bir farklı olur.
Baykal’ın gündeme getirdiği ve “Öcalan’a af çıkaracaklar” diye yeri göğü inlettiği ünlü 6. maddeyle ilgili olarak Genelkurmay Temsilcisinin, “Biz de bu maddenin Öcalan’a af olmayacağını biliyoruz. Ama diğer örgüt yöneticilerinin de bu maddeden yararlanmamasını istiyoruz” dediğini işte o sırada öğrendik.
Bu arada AKP’nin çok tehlikeli bir maddeyi de tasarıya eklemek üzere olduğunu söyleyeyim. Silahsız örgütler de terör örgütü olabilecek ve bunlar da silahlı örgütlerle aynı muameleye tabi tutulabilecek.
Mevcut terör yasasına göre iki kişinin eylemi terör örgütü kapsamında değerlendirilebiliyor. Normal olmayan süreçler de her sivil toplum kuruluşu örgüt kapsamına sokulabilir ve silahsız örgütle silahlı örgüt aynı şekilde terör örgütü olarak değerlendirilebilir. Hatay milletvekilleri arasındaki, “Ali Dibo” tartışması nedeniyle oturumu yöneten CHP’li Ali Dinçer bir türlü görüşmelere geçemiyordu. İkide bir toplantı yeter sayısının bulunamaması da işin cabasıydı.
İktidar kulisinde iki bakan vardı. Biri Adalet Bakanı Cemil Çiçek diğeri Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’ti. Haliyle ikisinin etrafında da geniş bir milletvekili halkası vardı.
AKP’de il kongreleri yapılıyor. Birçok yerde iki aday var. Kongre milletvekilinin sırat köprüsü gibi… Laf aramızda kongreler hiç de sakin geçmiyor. Siyasetin tabiatında olan çekişmeler orada da yaşanıyor.
Kulisin tam ortasına geldiğimizde İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış ile karşılaştık. Milli Eğitim Bakanı Çelik, “Mehmet Ağabey” diye seslenince Elkatmış ona yöneldi. Bakanla kısa bir konuşma yaptılar. Tekrar karşılaştık.
“Güneydoğu’da mıydınız?” diye sorduk.
“Dün geldim” dedi.
Diyarbakır, Batman ve Şırnak’taymış. Bazı büyük ilçeleri de ziyaret etmişler. Lice ve Cizre gibi.
“Hiç kimseye haber vermedim” dedi. “Gidip kahvehaneye oturuyoruz.”
“Peki, halk nasıl karşılıyor?”
“Müthiş moral oluyor”
“Peki devlet görevlilerinin tavrı ne oluyor?”
“Onlar da moral buluyor. Sahip çıkıldığını görüyorlar. Ankara’dan milletvekillerimiz gelmiş diye arkalarında bir güç hissediyorlar” diyor.
“Hangi tür sorunlar aktarılıyor?”
“İşsizlik, işsizlik” diyor Elkatmış. Arkasından ekliyor, “Onun kadar olmasa da sağlık…”
Mehmet Elkatmış TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı. Geçmişte Türkiye’nin gündemine damgasını vuran Susurluk Komisyonu’nun Başkanlığını yapmış bir isim.
Bu özelliği nedeniyle, “İnsan hakları ihlalleri, işkence gibi şikâyetler gelmiyor mu?” diye soruyoruz. “Daha çok terör tazminatının ödenmemesinden şikâyet ediyorlar”diyor.
Peki köye dönüş ne durumda. Yaşlılar dönüyormuş, gençler şehir hayatını sevmiş.
Elkatmış’a, “Şırnak’ta, Lice’de, Cizre’de, Diyarbakır’da girdiğiniz bir kahvehanede işsizlik, sağlık gibi sorunların aktarılması aynı zamanda bölgenin normalleştiğini, gündeminin terör, işkence gibi konulardan çıkıp, insanî sorunlara dönüştüğünü gösteriyor mu?” diye sordum. Bir anlamda “onaylar” gibi bir soruydu. Zaten o da.”Öyle tabiî” dedi ve bunun ne denli önemli olduğunun altını çizdi.
Siz bu yazıyı okurken Elkatmış Van’da olacak...
Daha çok milletvekili bölgeye gitmeli. Sadece Güneydoğu değil, İç Anadolu’da, Doğu Anadolu’da vekillerini, bakanları, komisyon başkanlarını bekliyor. Bizim insanımız yanında Ankara’dan gelmiş bir devlet büyüğünü gördü mü bazı sorunlar kendiliğinden çözülür. Bizim halkımız kadirşinastır…
01.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|