Öğretmen okulları
3 Kasım 2002 seçimlerinden önce anayasa gereği bazı bakanları değiştiren Başbakan Bülent Ecevit, bu arada Millî Eğitim Bakanlığına da partisinin Kırklareli Milletvekili Necdet Tekin’i getirmişti.Tekin, göreve başladığı günden itibaren, hemen her gün TV ekranlarında eğitim çalışmaları hakkında bilgi verir ve görüş bildirirdi. Kendisinin ürettiği henüz hiçbir hizmeti yoktu, ama o geçmişte yapılanları adeta kendisine mal ederdi.
Bu sırada ben de, “Bu kadar hizmet üretildi de, bir eğitimci olarak benim neden haberim olmadı?” diye kendi kendime hep sormuştum. Sonradan öğrendim ki, daha önceden yapılıp da açıklanmayan hiçbir şey yoktu. Bakan, yapmadığı, ancak hayal ettiği bir takım hizmetlerden söz ediyordu. Esasen, 3 aylık bir zaman diliminde, önemli ve kalıcı bir hizmet üretmek zaten mümkün değildi. Çünkü bakan, bir seçim hükümetinin bakanıydı ve ondan önemli hiçbir hizmet, zaten beklenemezdi. O kadar ki, seçim hükümetlerinde görev alan bakanların, gelecek hükümetleri zora sokmamak için, sonradan telafisi zor olan işlere kalkışmamaları, hep bir gelenek olmuştu.
Seçimler yapıldı ve hükümeti, seçimi kazanan AKP kurdu. Böylece 3 aylık bakan, yerini yeni bakana devretti. Seçimden kısa bir süre sonra, Ankara’ya gidip, bakanlıktaki bazı arkadaşlarımla görüştüm. Tekin’in geçici bir bakan gibi değil de, o koltukta çok uzun süre kalacakmış gibi kararlar aldığını ve işler yapmaya kalktığını söylediler. Ne var ki, aldığı uzun vadeli ve tatbiki zor kararların yeni bakan tarafından ciddiye alınmadığını, kısa vadede alıp uyguladığı kararların ise, hiçbir olumlu sonuç vermediğini öğrendim.
Kül olan bir tarih
“Kül etti” demekle, kibriti çakıp yaktı, demek istemiyorum. Keşke öyle olsaydı, arsası elimizde kalırdı ve yerine yenisini yapardık. Şimdi, arsası bile elimizde değil.
Sözünü ettiğim okul, Türk Millî Eğitimine 67 seneden beri öğretmen yetiştiren, bir zamanların “Kepirtepe Köy Enstitüsü,” daha sonra Kepirtepe İlköğretmen Okulu, Kepirtepe Eğitim Enstitüsü ve şimdi dar bir alana sıkıştırılmış olan, Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi.
Okulun nasıl kül edildiğine geçmeden önce, bu okulla beraber açılan ve daha sonra değişime uğrayan diğer okulların tarihçesine kısaca bir göz atalım...
Bilindiği gibi, köy çocuklarının eğitimi ve bunların öğretmen olarak köylerde istihdamı için 17 Nisan 1940 tarihinde yurdun muhtelif yerlerinde Köy Enstitüleri açılmıştı. Bu okullardan biri de Kırklareli’nin Lüleburgaz ilçesine 5 km yakınlıktaki “Kepirtepe” mevkiinde açıldı. Köy Enstitüleri, ilkokulun üzerine 5 yıllık bir eğitim veriyor ve lise dengi sayılıyorlardı. Bu okullar daha sonraki yıllarda pekçok tartışmanın odağında yer aldılar.
1950 yılında iktidar olan merhum Menderes, 1953 yılında bir kanunla bu okulları “İlköğretmen Okulu”na dönüştürdü. Öğrenim süresi 6 yıla çıkarılan bu okullara, yine ağırlıklı olarak köy çocuklarının alınmasına devam edildi. Ben de açılan sınavı kazanarak, 1955 yılında girdiğim Kepirtepe İlköğretmen Okulunu l961 yılında başarıyla bitirdim. Geçen bu 6 yıllık süre içinde, hem ortaokulu, hem de liseyi bu okulda okumuştum.
Gerek Köy Enstitüleri, gerekse yerine açılan İlköğretmen Okulları, parasız yatılı okular olup, öğrencilerin cep harçlıklarının dışında kalan bütün ihtiyaçları devlet tarafından karşılanıyordu.
Okullar dejenere edildi
1970’li yılların sonuna doğru, İlköğretmen Okullarındaki öğretime 2 yıl daha eklenerek bu okullar “sınıf öğretmeni” yetiştiren “Eğitim Enstitüsü”ne dönüştürüldü. Öğretmen adaylarına verilecek eğitimin arttırılması, iyi bir düşünceydi. Ancak, bu işi yapan iktidarın amaçladığı bu değildi. Nitekim, aynı iktidar döneminde bu okullarda “hızlandırılmış eğitim” adı altında ve 4 ayda öğretmen yetiştirildiğini görünce, bu güzel okulların, hatta mesleğin “dejenere” edildiği ortaya çıkıverdi.
Öğretmen yetiştiren kurumların yozlaştığı ortaya çıkınca, mesleğin disiplin altına alınması ve bu kurumların tek çatı altında toplanması için, bu defa bazı üniversitelerin bünyesinde Eğitim Fakülteleri kuruldu. Bugün, Eğitim Fakültelerinde, bilgi ve pedagojik formasyon yönünden, arzu edilen öğretmen modeline ulaşıldığı söylenemez. Mezunlarının, mesleğe yeniden sınavla alınması, atama şartlarının zorlaştırılması ve öğretmenlerin ekonomik durumlarının hâlâ düzeltilememiş olması, bu fakültelerin de cazibesini yok etti.
Kepirtepe başarılı
Anadolu Liseleri, yabancı dil ağırlıklı eğitim için uygun okullardı. Bir zamanlar, sadece büyük merkezlerde olan bu okullar, artık ilçelerimizde de var. Kepirtepe gibi eski öğretmen okullarının “Anadolu Öğretmen Lisesi” adıyla Anadolu Lisesine dönüştürülmesi, bu okullarda yine öğretmen yetiştiriliyormuş gibi algılansa da, tabiî ki öyle değil. Çünkü, mezunları, ÖSS’ye katılarak, diledikleri yüksek öğrenim kurumuna girebiliyor. Hani, nerede kaldı öğretmen yetiştirilmesi? Bazı öğrencilerinin parasız yatılı okuması, devletin okumak isteyene sağladığı bir imkân olarak görülse de, sınavı kazanan, parası olsa da, olmasa da bu okullarda pekâlâ okuyabiliyor.
Bu okullarda görev alan öğretmen ve yöneticiler, görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalışıyorlar. Geçen hafta ziyaret ettiğim Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’nin başarılı müdürü, okulu mükemmel bir eğitim kurumu haline getirmiş. Mezunlarının, yüksek öğrenime ilk girişlerindeki başarı oranı % 85 i geçmiş. İyi, ama büyük paralar harcanarak yapılan bu tesisler ve bu geniş mekânlar, böyle değil de, daha yararlı ve daha önemli eğitim kurumları için pekâlâ kullanılabilirdi.
Okula yapılan kötülük
Kepirtepe Öğretmen Okulu, doğrudan öğretmen yetiştiren kurum olmaktan çıkarıldıktan sonra, mezunlarından bir grup, okulun en azından anısını yaşatmak için “Kepirtepeliler Eğitim Vakfı”nı kurdu. Eski mezunları için her yıl 25’nci, 30’uncu, 40’ncı ya da 50’nci mezuniyet yılları gibi törenler düzenlerler. Bir araya gelip, eski günlerini yâd ettikleri gibi, eski okul binalarını ayakta tutmak için de maddî destek ararlar.
Okul, Edirne–İstanbul otoyolunun (Eski Londra Asfaltı) iki yanında ve geniş bir arazi üzerindedir. Öğretim binalarının tamamına yakını, asfaltın doğu yakasındadır. Anadolu Öğretmen Lisesi’ne geçilmesiyle beraber, yeni öğretim binaları asfaltın batısına yapılır ve küçük bir alana sıkıştırılır. Bu arada Eğitim Vakfı, eski binaların bakım ve onarımı için sürekli çaba harcar. Amaç, anılarla beraber bir tarihi yaşatmak, atıl kalan ve yıkılmak üzere olan binaları tekrar eğitime kazandırmaktır.
Şimdi, bu okula yapılan kötülüğe bakın. 3 aylık bir süre için Millî Eğitim Bakanı olan Necdet Tekin, göreve gelir gelmez bu binalara göz diker. Edirne’de bulunan Trakya Üniversitesi’nin hiçbir talebi olmadığı halde, Üniversiteyi ikna ederek, Köy Enstitüsü ve Öğretmen Okulu’nun kullandığı araziyi ve üzerindeki binaları, bu üniversiteye tahsis eder.
Protokolün 2/b maddesine göre, eski binaların onarılıp, eski yönetim binasının ayrıca “Kepirtepe Köy Enstitüsü Müzesi” yapılması istenir. Ancak ne müze yapımı, ne diğer onarımlar için geçen 4 yıl içinde tek bir çivi bile çakılmaz. Protokolde ayrıca, müze dışında kalan binaların Eğitim Fakültesi olarak kullanımı şartı vardır, ama o konuda da hiçbir çalışma yoktur. Bu arada rektör, nihayet ağzındaki baklayı çıkarır, bu araziye ve binalara ihtiyaçlarının olmadığını, bu maksatla harcayacakları bir ödeneğin de bulunmadığını söyler.
Durumdan son derece rahatsız olan Eğitim Vakfı mensupları işin peşini bırakmaz. 4 Haziran Pazar günü okullarında toplanacak olan KEPİRTEPELİLER, yaptıkları çalışmaları gözden geçirip, bu konudaki kararlılıklarını bir kere daha ifade edecekler.
Hatanın düzeltilmesi isteniyor
3 aylık sorumsuz bir bakanın yaptığı bu hatanın, şimdi düzeltilmesi bekleniyor. Kendisi de Anadolu Öğretmen Lisesi mezunu olan Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in, diğer sorumsuz kararları kaldırdığı gibi, bu protokolü de ortadan kaldırması önemle arzu ediliyor. Kaldı ki, Trakya Üniversitesi’nin böyle bir araziye ihtiyacı olmadığı gibi, üstündeki binaların onarımı için ayrılabilecek bir ödeneğin de bulunmadığını rektör açıkça söylüyor.
Oysa, onarılan binalara yeni binalar eklenerek, buraya büyük bir “Ortaöğretim Kampüsü” pekâlâ yapılabilir. Arazinin, büyük bir otoyolun üzerinde olması, ulaşımı kolaylaştırmıştır. “Avrupa’nın bir parçası olan Trakya’da ve işte burada Avrupa Birliği ile uyumlu yeni eğitim kurumları açılabilir.” Okullarının ne pahasına olursa olsun, yaşatılması için Kepirtepeliler Eğitim Vakfı, her türlü gayrete ve takibe hazır olarak bekliyor.
|
Naci AKAY (E) İstanbul Millî E
03.06.2006
|
|
Yüksek siyasetçilerimiz
Devr-i demokrasimizde, halktan gelen tenkitlere, ağır irdeleme ve sızlanmaları aşan şikâyetlere, yüksek siyasîlerimizin pek tahammüllü yoktur. Hele hele, meydanlarda yapılan mitinglerde veya kapalı salonlardaki miting ve kongrelerde açılan dövizleri ve sloganları, yahut da söze girmeleri hiç kabul edemezler. Bunu sataşma kabul ederler, bir nevî provokasyon ve sabote olarak değerlendirirler. Bu gibi durumlarda, yetkililer ve sorumlular, resmî adamlar, süratle görevini yerine getirirler.
Slogan atanlar, döviz açanlar, yaka paça, ağzı yüzü kapatılıp darp ve darbelerden de nasibini alarak, hemen sindirme yoluna gidilir. Bazı politikacılarımız bunlarla yetinmeyerek, bu insanları mahkeme huzuruna çıkararak, astronomik rakamlı tazminatlarla, ceza dâvâları, polis ve savcılık soruşturmalarıyla bunlara karşı ilâve tavırlar alırlar.
Devr-i demokrasimizde siyasetçilerimizde pek sabır, pek tolerans, pek yüksek anlayışlar yer almadığı için, Batı dünyasında görülmeyen ölçü ve rakamda, siyasîlerimizin, kendilerine yapılan hareketlere karşı ortaya koyduğu bu tavırlar tasvip edilmez. Edilmez, ama onlar bunu sürdürürler ve açtıkları dâvâlarla da patlamaların ve saldırıların önleneceğini düşünürler.
Yine bazı yüksek siyasetçilerimizin, makamlarının kendilerine verdiği yükseklikten ve ağırlıktan yararlanarak açtıkları dâvâların sayısı düzineleri geçer. Yüzlerle ifade edilen ceza ve tazminat dâvâları ile zengin olma yollarını açarlar ve tazminatlar onları zengin de kılar. Bu yüksek siyasîlerimiz yaptıkları işin, “adalete başvurma yolunun” kendi hakları olduğu inancı içerisinde rahat ettiklerini sanırlar ve “Ben konuyu adalete havale ettim. Adaletin hakemliğine başvurdum” diyerek dâvâlarını ve konumlarını meşrû kılmaya çalışırlar.
Devr-i demokrasilerde yüksek siyasetçiler, yurttaşlardan farklı hareket etmek, farklı olmak durumundadırlar. İki de bir mahkemeye başvurmak, iki de bir kolluk kuvvetlerini, savcıları harekete geçirmek belki haklarıdır, ama kimse de bu hareketlerini onaylamaz. Kendileri her hareketlerinde, her konuşmalarında, yaşayışlarının her aşamasında, yurttaşlardan farklı olarak, bin defa daha dikkatli olmak, çok sabırlı hareket etmek, kişisel ve ailevî hayatlarını çok dikkatli kullanmak zorundadırlar. Onların şahsî halleri, ailevî hayatları kamuoyunca irdelenmek istenir, takip edilir, merak edilir.
Onun için, onlar şahsî ve ailevî hayatlarının ancak çok dar bölümünü mahremiyet içerisinde kollayabilirler. Çünkü bunlar için “Madem siyasete girdin, madem siyaset içerisindesin, her hangi özel şahıs gibi, ‘Bu benim şahsî hayatım, bu benim ailevî hayatım’ deme lüksüne sahip değilsiniz” denir. Basın organları, bunların her sözünü, yemesini, içmesini, tatillerini, eğlencelerini takip eder veya takip edildiğini bilmelidirler. Bunların açıklanması karşısında, suçu basında değil, kendilerinde aramak zorunda olmalıdırlar.
Yüksek siyasîlerimiz sözlüklerinde “Çok sinirlendim, çok kızdım, gözümün içine baka baka yalan söylüyor, iftira atıyor” cümlelerine yer vermemeli, karşı harekete geçmekten, yurttaşa karşı sert, haşin, kaba sözler söylemekten çekinmelidirler. Yüksek siyasetçinin sinirlerinde, damarlarında kan değil tolerans akmalı, sabır akmalı, saygınlık akmalıdır. Aksi takdirde yurttaşa karşı kullandıkları her söz, kendisini yaralar. Yurttaşa karşı giriştiği her hareket onay görmez, ilgi görmez, hatta haklı dahi olsa tasvip görmez. Çünkü o siyasetçidir. Siyasetçiler, siyasetçilerde bulunması gereken asgarî değerlere sahip değilse, devr-i siyasete veda etmeli ve sürdürmemelidir.
Bu yazımızda kimin nasibini alması lâzım geldiğini, kimlere yollama yaptığımızı burada açıklamaya gerek yok. Bizim okuyucumuz kâmil okuyucudur ve irfan sahibidir. Bin defa yazımızın muhataplarını çoktan bulmuş ve bu yazımızı keserek kendilerine çoktan fakslamıştır.
|
Av. Turgut İnal
03.06.2006
|
|
Tarihî ve destanî fethin neresindeyiz?
29 Mayıs 1453 miladî tarihinde, Kâinatın Efendisi, dünya ve ahiretin en mükemmel modeli Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) büyük müjdesine mazhar ve mâsadak olan Sultan 2. Mehmed ve onun bahtiyar ve şerefli güzel askerleri ve ordusu tarafından; kökleri ve temelleri, küfrün, inkârın, zulmün, haksızlığın, adaletsizliğin, iffetsizliğin, hulâsa ahlâksızlığın en derinine kök salmış, şirk diyarı haline gelmiş Bizans İmparatorluğunun (Doğu Roma İmparatorluğunun) ruhu, kalbi durumundaki Konstantinapolis’in imana, Kur’ân’a, İslâm’a, ahlâka, fazilete, doğruluğa, hakka ve hukuka, insanlığa, insanlığın saadet ve huzuruna, ilme, irfana, ümrana, kültür ve medeniyete, hoşgörüye, toleransa, anlayış ve idrake, kardeşliğe, birlik ve beraberliğe, bütünleşmeye, kaynaşmaya, kucaklaşmaya, kısaca İstanbul’a (İslambol’a) açılışının (fethinin) 553. tevâfukî yıldönümündeyiz.
Bu mukaddes yıldönümü, bu fethin mânâ ve ruhunu anlayan herkese kutlu olsun, mübarek olsun, hayırlı olsun! Anlamayanlara ve anlayamayanlara veya anlamak istemeyenlere de yeni bir fetih ile anlama fırsatı ve vesilesi olsun!
Bu tarihî ve destanî fethin tarihî safahatı, her vesile ile sık sık dile getirilir. Burada, bu teferruâta girmeyeceğim. Bu teferruâttan bugün ve gelecekte bize düşenlere biraz ufuk açmaya çalışacağım.
Bunu anlayabilmek için, ilk etapta akla gelebilecek şu soruları iyi düşünmeli ve bunlara doğru cevaplar bulmaya çalışmalıyız:
İçinde miyiz, dışında mıyız? Altında mıyız, üstünde miyiz? Ötesinde miyiz, berisinde miyiz? Önünde miyiz, arkasında mıyız? Yoksa, tam ortasında mıyız?
Bu fetih bizi ne kadar ilgilendiriyor?
Bu fethi nasıl anlamalıyız?
Gerçekleştiği andaki siyasî ve askerî şekil ve seyri şeklinde veya bunun perde arkasında, arka planındaki gelişmeleri mi esas almalıyız? Yahut, fethin gerçekleşmesinden sonraki siyasî, sosyal, kültürel, askerî, ekonomik, dinî-imanî, ilmî, medenî gelişmeleri mi esas almalıyız?
Bir başka soru şu:
Tarihteki o fetih ile yetinmeli miyiz? Başka fatihler olmaz mı? Olursa, neler olur? Ve bunlar nasıl olur?
Şanlı ceddimiz Fatih olan 2. Mehmed, ordusu ve askerleri neleri fethetti ve bize neyi, neleri emanet bıraktı, vasiyet etti, hangi hedeflerin ne kadarını gerçekleştirdik?
O şanlı Fatih’in, çocuk denecek yaşta gerçekleştirdiği o muazzam, tarihî ve destanî fethin yüzde kaçına sahip olduk, sahip çıktık; kaçta kaçını gerçekleştirebildik? O noktada mıyız, yoksa çok daha gerilerde miyiz?
Bugün, o günkü fetih yeterli mi, geçerli mi?
Tarihten, geçmişten, o günden ve o günden sonraki gelişmelerden ibret ve ders alarak, daha değişik, daha başka, çok daha gelişmiş ve geliştirilmiş, geliştirilmesi şart olan ne gibi fetihler yapabiliriz?
Diğer bir soru:
Biz bugün, o şanlı, kahraman ve yüce Fatih’in mirasçıları olarak, neyi fethediyoruz, neleri fethediyoruz? Ne kadar fethediyoruz? Yoksa, bilâkis, yanlış şeylere, yanlış yönlere, yanlış gelişmelere, olumsuzluklara açarak, maatteessüf paslı kilit ve anahtarlarla kilitliyor muyuz? Kilitlenmesine zaman ve zemin mi hazırlıyoruz? Mutlak açılması, fethedilmesi gereken yerleri, kördüğüm (Gordiom) haline mi getiriyoruz? Veya, kördüğüm haline getirmeye çalışanlara, bilerek veya bilmeyerek yardım mı ediyoruz? Zemin mi ihzar ediyoruz?
Sonra, o zaman ve zemindeki ve ondan sonraki, bugüne kadar gelen fetihler yeterli midir?
Yeterlidir denirse, terakkî ne olacaktır? Yani, yerimizde saymaya mecbur ve mahkûm muyuz? Bu dünyaya, yerimizde saymaya mı geldik? Maddî ve manevî her sahada terakkî etmek mecburiyetiyle bu dünyaya gönderilen insanoğlu, özellikle de bir Yaratıcıya inananlar, yerinde sayan fetihlerle yetinirler mi? Yetinmeli midirler?
Bu tarihî ve destanî fetihten, bugünkü gelişmeler ışığında da ders alarak, değil o zamanki gelişmeler, bugünkü gelişmelerden de daha ileri hedeflere ulaşacak şekilde, hayatın her safhasında en ileri gelişmeler gerçekleştirmeye çalışmalıyız. Bu yolda ‘yarın ölecekmişiz gibi...’ olan hakikatı da unutmadan, ‘hiç ölmeyecekmişiz gibi’ bütün imkânlarımızla ve varlığımızla sürekli aktivite içinde olmamız elzemdir.
Şanlı 2. Mehmed Fatih’in, zamanına göre gerçekleştirdiği fethin; mânâ ve arka planı, hedef ve maksadı, esas ruhu mesabesindeki fethi; asrın ve gelecek asırların manevî fâtihi, fatînü’l-asr olan Bediüzzaman Said Nursî gerçekleştirmiştir. Bugünün insanının, o 2. Mehmed’in tebası gibi Bediüzzaman’ın eserlerinin tebası olarak, çok çok yeni ve orijinal fetihlere girişmeleri, yaratılış gayeleri muktezasından olmalıdır.
Ancak, burada dikkat edilmesi gereken çok maniler içinde, İstanbul’un fethi sırasındaki maddî ve manevî engeller gibi olanlar yanında, bizzat içimizde, hatta nefsimizde olan ve olabilecek olan Cibali Babalara dikkat etmeli; Cibali Babalar bizi aldatmamalı, Cibali Babalara kanmamalı, Cibali Babaları dinlememeliyiz.
Fatînü’l-asr’ın eserlerinden ve yaşayışından anladığımıza göre, bu zaman ve gelecek asırların en önemli fethi; kafa, kalp ve gönül fetihleridir. Onun tâbileri, bütün gayretleri ile bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Türkiye ve dünya çapında yapılan bütün faaliyetler, bu fethin akıncılarıdırlar.
Bu fetihler gerçekleştirilirken, kurulan gönül köprüleri çok önemli olduğu gibi, arkamızda kalan köprülerin kendilerinin veya ayaklarının, dubalarının da sağlam kalması, yıkılmaması, ihmal edilmemesi, bakımlarının yapılması, arkamızın emniyete alınması açısından da son derece önemlidir.
Arkamız emniyette olmazsa, hedeflerimiz meçhulde kalır.
Her fetih yıldönümünün, bir de bu yönden ele alınıp değerlendirilmesi, fethin gerçek mânâsının anlaşılması veya yaşanmasının nurlu tezahürüdür.
|
D. Ali Asmaz / Tarih Uzmanı
03.06.2006
|