|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Muhammed hiçbirinizin babası değildir; o Allah'ın Resûlüdür ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.
Ahzâb Sûresi: 40
|
03.06.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim zulmen yapılan bir düşmanlığa yardım ederse, bundan vaz geçinceye kadar Allah'ın gazâbına hedef olmaya devam eder.
Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3579
|
03.06.2006
|
|
Musibetin yüzüne gülebilmek
Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehâcüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:
Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,
Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil.
Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.
Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, adâvet musalâhaya, husûmet şakaya döner, adâvet küçülür, mahvolur, tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.
Lem’alar, 2. Lem’a, s. 18-19
Lügatçe:
tehâcüm: Hücum etme.
istinad: Dayanma.
kazâ: Kaderde takdir edilenin zamanı gelince meydana gelmesi.
izale: Yok etme.
ender: İçinde.
safâ: Eğlence, gönül şenliği.
atâ: Verme, lütuf, ihsan.
tebeddül: Değişme.
tevekkül: Sebeplere başvurduktan sonra neticeyi Allah’a bırakma.
mübareze: Çekişme, kavga, çarpışma.
adâvet: Düşmanlık.
musalâha: Sulh, barışma.
husûmet: Düşmanlık, kin beslemek.
|
03.06.2006
|
|
Moğolistan’da Nurlu mü'minler - 1
Size Moğolistan’dan bahsedeceğim. Hayalî değil; yaşanmış ve hâlen yaşanmaya devam eden bir şeyleri hikâye etmeye çalışacağım. Burada, bir zamanlar medenî dünyayı kana bulayan Cengiz’in torunları yaşıyor. Burası aynı zamanda eski çağların en bilgelerinden sayılan Bilge Kaan ve Tonyukut’un da ülkesi. Orhun Abideleri burada dikilmiş; hâlâ, asırlardır unutulmayan, değerini kaybetmeyen nasihatlerini, dünyaya anlatmaya devam ediyorlar.
Yakın zamana kadar buralarda komünizm hâkimdi. İnsanlar hür değildi. Din afyon gibi telâkki edildiğinden, insanlar inanma ihtiyaçlarını doğru yollardan gerçekleştirme imkânlarına sahip değildi. Fetret hâkimdi. Bu sebeple, sadece O’nu bulmak kâfi idi. Yaratıcının varlığını bilmek bile, o beldenin temiz ruhlarının kurtulması için yeterli idi.
1994 yılında 83 yaşında vefat eden Kazak, Tilek Dede, Moğolistan’ın Doğu Türkistan yakınlarındaki bir şehrinde, küçük bir köyde yaşamış. Beslemeye beslediği bir kaç koyunuyla, Altay dağlarının şiddetli ayazlarına katlanarak geçinmeye, ayakta durmaya çalışan Tilek Dede, şükretmesini fıtrî olarak bilen, mesut bir insanmış.
Bilge Kaan ve Tonyukut’un ülkesinde, Orhun Abideleri’nin zemininde bulunması, yaşaması sebebiyle olsa gerek, yıllardır içini kemiren, onun saadetini mahveden hisler vardı ve ondan bir türlü kurtulamıyordu. Dedelerinden duyduğu yaratıcı, Allah var mıydı? Varsa nasıldı? Dedesinin dediği gibi her şeyi yaratan O muydu? Ama neden torunu okulda başka şeyler öğrenip geliyordu. Yoksa O’nu öğretmek istemiyorlar mıydı? Eskiden, onun dedesi zamanında inanan bir çok insanı neden öldürmüşlerdi? Ölüm tehlikesine rağmen, inanmakta direnmenin ne anlamı vardı? Dedesinin ve babasının yaşadıkları, anlattıkları uzun kış gecelerinde, koyunlarıyla saatlerce gezindiği otlaklarda, bozkırlarda onu hiç bırakmıyordu. Zihninde onu kemiren düşünceler olarak hep canlı olarak kalıyordu. Hem karların arasında çıkan şu güzelim çiçekler, kokuyu, rengi nereden almışlardı? Kar da, toprak da bu güzellikleri asla kendileri veremezdi. Hem bu koyunlardan sağılan, kanla fışkı arasından gelen süt memeler musluğundan nasıl akıyor, nasıl ortaya çıkıyordu? Bu bembeyaz, lezzetli süt, otlardan, yemlerden olamazdı? Hem havadaki milyonlarca yıldızlar, ateş parçaları nasıl oralarda duruyordu? Hem hayvanların karınlarından, taylar, kuzular bütün yavrular bu kadar mükemmel olarak nasıl çıkıyordu? Hem, ölenler nereye gidiyordu... Bütün bunlar nasıl oluyordu... Bitmek, tükenmek bilmeyen sorular, sorular, sorular...
Onu kahreden, huzurunu kaçıran, uykularını yok eden cevapsız sorular... Yıllar böyle geçti gitti…
Bir gün, bir Moğol talebe, ismini hatırlayamadığı bir memleketten gelen bir kaç turisti, Altay Dağlarına, yılkıları (at sürülerini), oradaki yaşama şartlarını ve şeklini göstermek üzere gezmeye getirmişti. Abraham ismindeki mavi gözlü turistin efendiliği, sakinliği ve bazı halleri dikkat çekecek kadar farklıydı. Abraham, sabahleyin küçük bir kitabı özel çantasından çıkarmış, bir şeyler okuyup, yine çantasına koymuştu. Bu Tilek Dedenin daha da çok dikkatini çekmişti. Abraham, o kitaba çok hürmetli davranmış, onu öperek başına götürmüş; sonra kalbinin üstünde tutarak Dedenin bilmediği bazı sözlerle, gök yüzüne bakarak, sanki uzaklardan onu duyan birisine bir şeyler mırıldanmıştı.
Tilek Dedenin içi ürpermişti. O kitap, dedesinin bahsettiği Kutsal Kitap olabilirdi. Geç vakte kadar onun yanından ayrılmadı. Artık onu daha dikkatli izledi. Abraham, yemeklerden önce de ellerini birbirine kavuşturup, yine gökyüzüne bakarak bir şeyler söylüyor ve amen diyerek sözlerini bitiriyordu. Tilek Dede, gece olup da yalnız kalınca, hemen bu amen sözünü ve küçük kitabı ona sormak istedi. Fakat onun dediklerini anlamıyordu. Abraham küçük kitabı hürmetle çıkarıp ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, ama Tilek Dede bir şey anlamıyordu. Rehberlik yapan Moğol talebeyi uyandırdılar. Hıristiyanlık dininin kitabı olan İncil’i o zaman tanıdı. Tilek Dedenin isteğine dayanamayan Abraham, sırt çantasından çıkardığı biraz eski olan başka bir Kutsal Kitabı ona hediye etti. Tilek Dede kitaptaki Yaratıcının adını göstermesini isteyince, Abraham kitaptan yaratıcının ismi olan kelimelerin çoğunun altını, renkli bir kalemle işaretledi. Sorularını ona sormaya çalıştı. Tam cevaplar alamasa da her şeyin arkasında Allah’ın olduğuna kalbi hemen kanaat getirivermişti. Biraz olsun içindeki sızılar dinmiş, kalbi rahatlamıştı.
Dede, artık o eski kitapla yatıyor, onunla geziyordu. O da Abraham gibi içinden geldiğince semaya ellerini kaldırarak isteklerini söylüyordu. Artık içindeki eski sıkıntıları azalmıştı. İnşâllah onun diliyle, Moğolca yazılmış veya okuyabildiği bir kutsal kitap eline geçerdi. Yıllar, yılları kovaladı. İnançlarını geliştirecek başka fırsatlar, imkânlar bir daha eline geçmedi. Yaratıcıdan, Moğolların, Kazakların, hiç olmazsa evlâtlarının inançlı olmasını, onların Yaratıcıyı tanımasını yıllarca istedi durdu. Hem de Abraham gibi ellerini kavuşturarak, göğe bakarak... Parmaklarını küçük kitaptaki işaretli kelimeler üzerinde gezdirip, içinden geçenleri sıralıyor, mırıldanıyor, çoğu kez ağlayarak yalvarıyordu. Geceleri yastığının altına koyduğu kitabı, gündüzleri de fanilasının altında, boynuna taktığı torbada saklıyor; zaman zaman çıkarıp işaretli kelimeler üzerinden Yaratıcısı olan Allah’ın isimlerini okşuyor, O’na duâlar ediyor, isteklerini sıralıyor, O’na sığınıyordu.
|
Halil Köprücüoğlu
03.06.2006
|
|
Cevşenü'l Kebir'den
1. Ey yâd edenlerin ve yâd edilenlerin en Hayırlısı,
2. Ey şükrü kabul edenlerin ve şükredilenlerin en Hayırlısı,
3. Ey övenlerin ve övülenlerin en Hayırlısı,
4. Ey görenlerin ve görülenlerin en Hayırlısı,
5. Ey çağıranların ve çağrılanların en Hayırlısı,
6. Ey cevap verenlerin ve cevap verilenlerin en Hayırlısı,
7. Ey ünsiyet verenlerin ve Kendisiyle ünsiyet edilenlerin en Hayırlısı,
8. Ey bütün dostların ve meclis arkadaşlarının en Hayırlısı,
9. Ey bütün maksud ve matlubların en Hayırlısı,
10. Ey sevenlerin ve sevilenlerin en Hayırlısı,
Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar.
|
03.06.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden
Kusur arayıcı ve gıybetçi olmak felâketi
Tenkitçi, kusurları piyasaya çıkarıcı kimselerin dostluğunda bulunup da, eğer ona kapılmamışsan; ahlâk-ı Muhammediye (a.s.m.), evliyâ, suleha ve ulemanın İslâm ahlâkı ve edebi hakkındaki eserlerini mütalâa ettikten, ilim ve hikmet tetebbuâtında bulunduktan sonra onların hâl ve kallerini, düşünce ve zihniyetlerini, hısım, akraba, çoluk çocuklarına karşı muamelelerini, din kardeşleri ve dâvâ arkadaşlarına olan hatt-ı hareketlerini, ibadet, itaat ve takva hususundaki vaziyetlerini tetkik et ve gör. Eğer sen ilim, irfan, kemâlât, fazilet, edep, terbiye, ahlâk ve hayâ, azimet ve takva ehli olarak o eserlerinden müstefid olmuşsan, hemen dergâh-ı İlâhîye el açıp “Aman yâ Rab, tenkitçi, kusur arayıcı, kusur görücü, gıybetçi olmak felâketinden Sana sığınıyorum. Beni bu âfetlerden muhafaza eyle. Âmin” diyerek gözyaşları dökeceksin.
|
03.06.2006
|
|
Hizmet Ölçüleri
Şahs-ı manevînin irşadı bize kâfîdir
Cenâb-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gâyet kudsî ve gâyet ehemmiyetli ve gâyet kıymettar ve her ehl-i îmâna menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi kâidesiyle iştirak etmişiz. Tesânüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşâdı bize kâfidir.
Kastamonu Lâhikası, s. 61
|
03.06.2006
|
|
|
|