Avrupalı yaşıtlarım, ihtimali üzerinde bile fikir sahibi değilken, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ı yaşamış biri olarak, son zamanlarda yaşadıklarımızdan da fena halde midemin bulandığını söylemeliyim…
Elbette… Yeni bir 28 Şubat olmasını asla beklemiyorum! Ama yaşadıklarımız da kabul edilebilir şeyler değil… Anlaşılabilir ya da anlatılabilir şeyler hiç değil!
Bir süredir internet âleminde birileri, kendileri gibi düşünmeyenlere tehditler savuruyor! Aralarına katılmak isteyenler için “tüzük”lerini paylaşıyorlar çekinmeden… “Tüzük” dedikleri metinlerden bir ifadeyi birine kullansanız, “ölümle tehdit” suçundan yargılanırsınız… Ama bu zevat kendilerini “vatanın sahibi” gibi görüyorlar ve alenen silâhlanmaktan dem vurabiliyorlar… Ortaya çıkan ya da çıkar gibi olan eylem kırıntılarına bakılırsa tam bir aysberg durumuyla karşı karşıyayız!
Ama siyasilerimiz kısa vadeli çözümlerden uzağına ne hazırlıklı ne de vakit, fırsat bulabiliyor… Gündem sürekli karambol, sürekli yoğun!
İşte tam da bu günler, gerçek demokrat olunduğunu isbatla, günübirlik çıkarlar peşinde olunduğunu ifşa etmenin zamanı!
Yıllardır “demokratlık” denilince “cin çarpmışa” dönüp saldırganlaşanları kendi hallerine bırakalım… Gölge etmesinler yeter! Ammmaaa… “Demokratlık” iddiasında bulunan herkes, taşıdığını iddia ettiği sıfatın hakkını vermek zorunda…
Yarın daha geç olmadan!
Simurg efsanesi
Simurg kuşunun özelliği malûm… Gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesi...
İşte bu Simurg kuşlarıyla ilgili hikâyelerden birini yollamış dostlarım ve de bir not eklemişler: “Her fikir ayrılığını fırsat bilerek ayrışmayı yaygınlaştırdığımız, çare olan kendimizi tanımayı ihmal ettiğimiz şu günlerde, Simurg’lardan ders çıkaranımız olur mu dersin?”
Okuyun siz karar verin:
“Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Ancak ne var ki kuşlar dünyasında her şey ters gitmeye başlamış. İşler ters gittikçe onlar da durumu düzeltmesi için Simurg’u bekler dururlarmış. Fakat Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.
Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu düşünen dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte hükümdarlarının huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.
Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise hepsi birbirinden çetin yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. İstek, aşk, marifet, doygunluk, birlik, hayret ve yokluk vadileri...
Kuşlar hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevî hazlara takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş…
‘Aşk denizi’nden geçmişler önce...
‘Ayrılık vadisi’nden uçmuşlar...
‘Hırs ovası’nı aşıp, ‘kıskançlık gölü’ne sapmışlar...
Kuşların kimi ‘aşk denizi’ne dalmış, kimi ‘ayrılık vadisi’nde kopmuş sürüden...
Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...
Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp... Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş; kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu da bataklığını...
Vadileri aştıkça sayıları gittikçe azalmış.
Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen altıncı vadi ‘şaşkınlık’ ve sonuncusu olan yedinci vadi ‘yok oluş’ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...
Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Bakmışlar ki dağın zirvesinde kimse yok! Tam kendilerini kurtaracak hükümdarlarını bulamamanın düş kırıklığını yaşıyorlarmış ki sonunda işin sırrının sözcüklerde olduğunu anlamışlar:
Farsça ‘si’ otuz, ‘murg’ ise kuş anlamına geliyormuş.
Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki, ‘Simurg’ ‘otuz kuş’ demekmiş! Yani Simurg aslında kendileriymiş. Hepsi Simurg’muş. Otuz kuş anlar ki aradıkları sultan kendileridir ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.”
Bu şiddete kim dur diyecek?
Okullarımızın kapanma günleri yaklaştıkça sevincim artıyor… Öyle ya… Son günlerde yine gündemi işgal eden okullardaki silâhlı, bıçaklı yaralama, öldürme olaylarında artış görüldü… Hiç yoksa tatile girilince o ortam dağılacak! Acılar da tatile çıkacak bir süreliğine de olsa!
Okullardaki disiplin suçlarını yıllar içinde erite erite adeta uygulamadan kaldıran “Millî Eğitim”imiz, bugün okullarda işlenen cinayetleri de en yetkilisi ağzından hafife almamış mıydı? Sorumlulukları başkalarının üstüne atmıyor mu her seferinde?
Oysa… Öncelikle okuldaki öğrenciden kendisinin sorumlu olduğu bilinciyle bir yapılanmaya gitmeyi denese!
Öğretmenlerini öğrencisi karşısında para toplama ayıbından kurtarıp, okuldaki ağırlığını geri verse…
Artık ilköğretim okullarının önlerinde formasıyla bekleyen öğrencinin bile elinden sigarası düşmüyorsa… Sadece anne babanın ilgisizliğinden, çevrenin etkilerinden söz edilebilir mi?
Konu okullardaki şiddet olunca, olayın destekleyici/yönlendirici failleri arasında televizyon kanalları da gösteriliyor… Ve bu kanallardaki şiddet unsuru taşıyan programların etkileri geliyor gündeme… Elbette doğru…
Yıllar önce bu sütunlardan sizlerle şu görüşümü paylaştığımı hatırlıyorum: Müstehcenliğe gösterdiğimiz tepkinin aynısını şiddete karşı göstermezsek, sonumuz kötü olur. Bugünleri de ararız…
Aradan geçen yıllarda haklı çıkmaktan öyle rahatsızım ki… Ama bu günleri arar hâle gelmekten de korkuyorum… Çünkü birçok konuda olduğu gibi bu konuda da ana konuya girer gibi yapıp, iki dakika sonra bambaşka şeyleri tartışıyor gibi yaparken buluyoruz kendimizi!
Yol yakınken bu yanlışlarımızdan hep birlikte dönelim… Başta sayın bakan olmak üzere millî eğitim yetkililerimiz de yaklaşan yaz tatilinde serin bir yerde oturup ciddî bir nefs muhasebesi yapsınlar… “Gök ekin gibi…” biçilenler kadar, onlara kıyanların da birer kurban olduğu ortamı kurutmanın ilk yolu, okulların sahibi/yöneticisi olanların bu muhasebeyi sağlıklı yapmasından geçiyor…
Bu yıl zirveye vuran okul içi şiddet olaylarına el birliğiyle “dur” demeliyiz…
04.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|