Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Abdurrahman ŞEN

“Nev-i beşer...” meselesi!



Son yıllarda giderek artan şiirli günlere rastladıkça, yapılanları duydukça hele hele halkımızı –zaman zaman üzen sahnelere rağmen- ilgisini duydukça çok seviniyorum…

Ucundan kıyısından da olsa şiirle ilgilenilmesi, şiire hayatın içinde bir yer açılması, çölde su bulmak gibi bir şey! Çünkü şiirle ilgilenen, şiire ilgi ve sevgisi olan insan nahiv insandır, nazik insandır, sevgi doludur, hislidir, duyguludur… Böyle insandan kimseye zarar gelmez! Gelmemesi gerekir… Eğer yukarıdaki özelliklere sahip değilken şiirle ilgilenen varsa ortada başka sebeplere uzanan yanlışlıklar var demektir…

İşte böylesi güzelliklerden biri daha bu hafta içinde Beyoğlu’nda gerçekleşecek…

Faaliyetle ilgili ilânları görünce, afişte kullanılan “Milletim nev’-i beşer, vatanım rûy-i zemin!” mısraını görünce, -doğrusu- içim burkuldu… “Uluslar arası” çapta düzenlenen böylesi bir organizasyona, bula bula bu mısraın slogan olarak seçilmiş olması ilginçti! Düşündürücüydü! Hemen aklıma, İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmet Âkif Ersoy’un bu mısra hakkındaki bir yorumu geldi…

Bu mısra ile beraber AB konusuna bakışta da ölçümüz olabilecek hâtırayı, Mithat Cemal Kuntay’ın ağzından hatırlayalım:

“ (Akif’in) sinirlerine dokunan bir mısra vardı: ‘Milletim nev’-i beşerdir, vatanım rûy-i zemin!’ (İnsanlık milletimdir, yeryüzü vatanım) Bu mısraı okuduğum gün acı acı gülerek;

-Sen de bu yalana inanıyor musun? Bir Avrupalının nev’-i beşerinde, rûy-i zemininde Türkler ve Müslümanlar dâhildir sanıyor musun? Dedi. Sonra tuhaf bir şey anlattı:

-Umumî Harpte biz üç kişi Berlin’e gittiğimiz zaman Alman Hükümeti bize ne dedi bilir misin? ‘Türklerle ittifak ettik diye Rayiştak’ta Katolik mebuslar bağırıyorlar, Müslümanlar ve Türkler gibi vahşîlerle medenî Alman milleti nasıl birleşir? diyorlar. Makaleler yazınız da Türklerin ve Müslümanların da insan olduklarını bu adamlara karşı ispat edelim’ dedi.

-Acayip! Dedim.

-Bundan daha acayibi var! Dedi; yine; Umumî Harpte Viyana’da idim; bir gece Viyana kiliselerinin çanları çalmaya başladı; otelin penceresinden baktım; caddede her elde bir mum, herkes haykırıyordu. Kendi kendime: Müttefikimiz Viyanalılar galiba cephede bir muzafferiyet kazandılar, dedim. Sokağa fırladım. Bir dükkâncıya:

-Bir zafer haberi mi var! dedim.

Adam:

-Zafer de söz mü? Dedi. İngilizler Müslümanlardan Kudüs’ü aldılar: İngiliz ordusu Allenby’nin kumandasında Kudüs’e girdi. Mukaddes şehir ay’dan kurtuldu, haç’a kavuştu. Ve Akif bunu anlattıktan sonra gözlerime dik dik baktı:

-‘Milletim nev’-i beşer, vatanım rüy-i zemin!’ Öyle mi? dedi. Sonra ilâve etti:

-Biz bu yalana inanırsak, ne milletimiz kalır, ne rûy-i zeminimiz! Avrupa’nın nev’-i beşerinde ben yoksam, benim nev’-i beşerimde de o yoktur.”

Peki, bu nasıl olacak? Elbette bu inceliği kavrayacak bir kültürel donanımla!

Yoksa kimi büyülere, yaldızlı lâflara kanarsa birileri, vay halimize!

DEVLETİN ELİNDEN YAVRULAR KAYBOLUYOR!

Bir taraftan devletin elindeki müzelerimizin içler acısı hâlinden küçük bir kesit orta yere dökülürken, aynı günlerde bir haber daha patlak verdi hafta içinde: Devletin eline teslim edilmiş yavrularımızdan 34 tanesi kayıptı…

Sayıyla sayarsak, 1-2-3-4-5-6 değil… Tam 34 yavru!

Mesuliyet duygusuyla ve kaybolanın insan, çocuk olduğunu göz önüne alınca 1 tanesinin kaybı bile bir çok yetkiliyi makamından etmeliyken, 34 kayıp yavruyu neredeyse milletçe, “olur bizde böyle olaylar!” kabilinden bir genişlikle değerlendirdik…

Ve ister istemez Mehmet Âkif Ersoy’dan bir hatırayı daha anmak gerektiğini düşündüm… Yine Mithat Cemal Kuntay’ın ağzından dinleyelim: “Baytar mektebindeyken, sınıf arkadaşı Hasan Efendiyle Akif o kadar dosttu ki birbirlerine söz veriyorlardı, ileride çoluk çocuk sahibi olurlarsa ölenin çocuklarına kalan bakacaktı. Bunu bana anlattığı sıralarda Akif genç ve Hasan Efendi, yaşlı olmakla beraber dinçti: Baytar mektebindeki bu fazilet mukavelesinin tatbikine çok vakit vardı. İçimden güldüm. Kendi kendime düşünüyordum: Mektepteyken insanlar, umumen, seciye kahramanıdırlar fakat yaş ilerleyip de insan hayata karışınca... Akif:

- Ne düşünüyorsun? Dedi.

- Hiç. Dedim.

Aradan yıllar geçti. Meşrûtiyette, Baytar Müdüriumumîsi Abdullah’ı, Ziraat Nazırı, derecesini indirerek başka yere kaydırdı. Akif, onun muaviniydi; öfkeleniyordu: Abdullah Bey Mon Pelye’de ziraat okumuştu. Ona karşı bu haksızlık reva mıydı? Bu öfke o kadar şiddetliydi ki, anlıyordum, kendine ait olmayan bu haksızlıktan Akif kendi aleyhine bir netice çıkaracaktı. Nasıl ki, ertesi gün, Ziraat Nezaretindeki memuriyetinden istifa etti.

Beylerbeyi’ndeki evinde kendi yağı ile kavruluyordu. O sırada, ona, her cuma, sabahtan gidiyordum: Kitap okuyorduk. Sabahtan gittiğim için de öğle yemeklerine ondaydım. İstifadan sonra mazeretler bularak yemeklerden sonra gitmeye başladım: Evin ıztırabı o derece belliydi.

Bir cuma Akif’in evinde sekiz çocuk buldum. Teker teker çok sevimli olan çocuklar bir araya gelince ne manzara alırlar malûmdur. Evde sekiz kişilik bir kıyamet kopuyordu. Akif’in beş çocuğuna katılan bu üç çocuğun komşudan gelmiş ufak misafirler olduğunu zannettim ve ertesi cuma bu çocuk gürültüsüyle artık karşılaşmam sandım. Fakat her cuma sekiz çocukla sofada aynı kıyamet kopuyordu. Akif de buna katlanıyordu. Bu üç çocuğun gelişi, Akif’in çocuklarına da fazla hürriyet vermişti.

Bir cuma, sofada, çocuklardan birinin yanağını hıncımdan çimdikler gibi sıkarak, Akif’e sordum:

- Kim bu yavrular?

Akif cevap vermedi.

Odaya girince, bu üç ıztırabını, bu misafir çocuklarını Akif’le takılarak tebrik ettim. Akif in yüzü değişti:

- Misafir çocukları değil, benim çocuklarım! Dedi.

Üç beş haftada üç çocuğu nasıl olurdu?

-Hasan Efendi öldü de, dedi… Ve bu çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanın bakacağı çocuklardı, rahmetli Hasan Efendinin çocukları. Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdiği sözü hâlâ unutmayan bir çocuk.”

Demek ki; “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu/ Gelir de adl-i İlâhi sorar Ömer’den onu” beyti, şairlik olsun diye yazılmamış… Bittecrübe denemeyle yazılmış!

Payımıza düşeni alabilir miyiz dersiniz?

11.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (04.06.2006) - Hayırdır inşallah!

  (28.05.2006) - Tarihten dersimizi bir alabilsek!

  (21.05.2006) - Herkes ağzından çıkanı duymalı!

  (14.05.2006) - Yazmaktan bir fırsat bulabilsek!

  (07.05.2006) - “Geleneksel Türk Tiyatrosu Günleri” yapıldı

  (30.04.2006) - Sazımızdan bir tel daha koptu

  (23.04.2006) - Bugün 23 Nisan da...

  (16.04.2006) - Teknolojinin gücünü anlamak..

  (09.04.2006) - “Sanat-Din Buluşması”

  (02.04.2006) - Zamanında anlatmazsan!

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004