Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Bir boğaz safâsı



“O kabristan, İstanbul’dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muâşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafında Sarıyer’de bir halvethâne kendime buldum.”

Bediüzzaman Said Nursî, böyle diyerek gitmişti Eyüb Sultan’dan Sarıyer’e.

Bu gidiş, aynı zamanda onun Eski Said’den Yeni Said’e gidişi; şanı, şöhreti, itibarı bırakıp inzivaya, halvete, uzlete çekilişi; devletin nişanını, meşihatın maaşını ve ahalinin teveccühünü terk edişi demekti.

Bu itibarla onun her hâli ve hareketi gibi bu seyahati de an be an takip edilmesi gereken manidâr bir yolculuktu. Onun için biz de takriben seksen beş sene sonra onun sudaki akislerini takip ederek Boğaz hattındaki Nur menzillerini gezmek istiyorduk.

Bu maksatla Sirkeci İskelesinden Boğaz vapuruna bindik. Fakat o zamanlar iskeleler Galata Köprüsünün üzerinde olduğundan köprünün altından geçerken kendimizi vapura oradan binmiş farzettik.

Daha Boğaz’ın ağzında başladık onun hatıralarını yaşamaya.

Zira Bediüzzaman, 1959 yılı sonunda yaptığı son İstanbul seyahati sırasında, önce Üsküdar’a gelmiş, arabalı vapuru beklerken Valide Camii’nde namazını eda etmiş, sonra da Kabataş’a geçmişti.

1911 Haziranında Şark vilayetlerini temsilen, Sultan Reşat’ın Balkan seyahatine iştirak ettiği zaman, onları Selanik’e götürecek olan Barbaros Zırhlısına Dolmabahçe rıhtımından binmişler, dönüşte de yine orada inmişlerdi.

Gerçi, başka yerlerde olduğu gibi orada da artık her şey değiştiğinden tarihî hadiseleri hatırlatan herhangi bir tahattur vesilesi yoktu ama öyle bir şey olmasa da hatırlamak için bilmek yeterdi.

Nitekim onun hayatının tarihî seyrini bildiğimiz için, o sırada eteklerinden geçtiğimiz yamaçların gerisinde olması hasebiyle onun 1952 yılı baharında Şişli ve Çağlayan taraflarına yaptığı seyahatleri de hatırladık.

O günlerde ahâlinin aşırı ilgisinden rahatsız olan Bediüzzaman, biraz tenha olduğunu düşünerek Şişli’ye gelmiş ve ibadete yeni açılan Şişli Camii’nde namaz kılıp görevlilerle sohbet etmişti.

Bir başka gün mevcudatın bayramı olarak kabul ettiği nevruz vesilesiyle kırlarda gezmek isteyince Çağlayan tepelerinde tenezzühe çıkmış ve gün boyu tabiatın canlanışını temâşâ ederek dinlenmişti.

İçinde bulunduğumuz zaman nevruz değildi. Öyle olsa bile oralarda canlanışını temâşâ edecek mevcudât pek kalmamıştı. Şişli Camii’nde de, Mısır’da okuduğu yıllarda görüştüğü Mustafa Sabri Efendiden Bediüzzaman’a selâm getiren Mustafa Runyun Hoca ve Üstadını görmek için Gençlik Rehberi mahkemesine gidip içeri giremeyince meyus olan, geri geldiğinde onu camide görünce hüznü sürûra dönen müezzin Hafız Enver Efendi yoktu.

Oralarda onlar olmayınca muhayyilemizi meşgul edecek fazla bir şey bulamadık. Hissen ve hayalen tekrar Boğaz’ın büyüleyici manzarasına avdet ettiğimizde vapur Aziz Mahmud Hüdaî türbesini ve Yahya Efendi dergâhını birbirine bağlayan nuranî hat üzerinde hareket hâlindeydi.

Yerin üstü kadar altına da âşinâ olduğundan, gaybî bir nazarla gezdiği güzergâhlardaki kabristanları temâşâ eden Bediüzzaman’ın, buradan geçerken o türbe ve dergâh sakinlerini fâtihalarla selâmladığını düşünerek biz de o hattı fâtiha okuyarak geçtik.

Aralarındaki yol onları birbirinden ayırsa da, uzaktan bakınca Yahya Efendi dergâhının bahçesi gibi görünen Yıldız Parkını seyrederken İkinci Abdülhamid Han’ı hatırladık. O da bir başka tahattur faslını başlattı.

Bediüzzaman, İstanbul’a ilk olarak onunla görüşmek için gelmişti. Maksadı memleketi saran cehalet karanlığına dikkat çekmek ve Şarkta açmayı düşündüğü Medresetü’z-Zehra için yardım istemekti.

Medresesine yardım alamadığı, şahsına yapılmak istenen ihsan-ı şahaneyi ve bağlanan maaşı reddettiği, padişaha da ‘Yıldız Sarayını medrese yap’ dediği için Üsküdar’daki Toptaşı tımarhânesine hapsedilmiş ve oradan ancak, Sultan Abdülhamid’in gönderdiği doktorun, “Bediüzzaman’da zerre kadar delilik varsa, dünyada akıllı adam yoktur” şeklindeki raporu sayesinde çıkabilmişti.

Toptaşı hâlâ harabe hâlinde durduğu için hafızamız oradan Yusuf İzzeddin Efendinin köşküne atlamakta fazla zorlanmadı. Fakat Bediüzzaman’ın esaretten döndükten sonra; ‘Gayet zekî, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ı maneviyem’ dediği yeğeni Abdurrahman’la birlikte zaman zaman kaldığı o köşkün de Toptaşı’ndan pek farkı yoktu.

Bediüzzaman’ın tabiriyle ‘Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’ onu hatırlatan yer, iz ve işaretlerle birlikte cazibesini kaybettiği için hissen ve hayalen tekrar vapura döndük ve kendimizi Boğaz safâsının seyrine bıraktık.

Artık her hâlimizle İstanbul Boğazının büyüleyici iklimindeydik.

O ana kadar seyahatin gidişatına hâkim olan akıl ve irademizin yerini görme, duyma uzuvlarımız alınca, başta his ve hayal hassalarımız olmak üzere bütün melekelerimiz hareketlendi.

Varlığını idrak edebildiğimiz, edemediğimiz bütün lâtifelerimize manzaralar da ayniyle mukabele edince bedenimiz, ruhumuz, aklımız, şuurumuz Boğaz’la insicam içinde akmaya başladı.

O zaman Boğaz tam bir tahattur mecraı hâline geldi. Yer bitkileri siklameni, nilüferi, çiğdemi, zambağı, köygöçüreni ve diğer endemik çiçekleri hatırlattı; ağaçlar erguvanı, akasyayı, kestaneyi, manolyayı.

Her kuş gözümüzde bülbül oldu, her çiçek gül.

Kıyılar ve tepeler, dar yerlerde hızlanan akıntıya rağmen bizim görüş mesafemize girebilmek için dalgalı sulara dalarken, bulutlar gökyüzü ile birlikte bu mavi derinliklerde de gezinmeye heveslendi.

Leb-i derya yalılar, artık tarihin derinliklerinde kalmış olan zevk-i selim sahnelerini hatırlatırken genellikle koylarda yer alan köşkler ve saraylar, gönül güzelliğini andıran iç tezyinatlarını durgun sular vasıtasıyla nazarlara aksettirme yarışına girdiler.

İrademizi hissimizin akıntısına kaptırarak biraz daha dalsak, meşhur mehtap safâlarını, tulu’ ve gurub fasıllarını, şiirlere menşe, romanlara, hikâyelere mekân olan yerleri de bir bir hatırlayacaktık.

Hele hisarlara biraz dikkat etseydik, kulesinin dibindeki mesire mescidi harabezara dönen Güzelcehisar’ın suskun, yıkılan camisinin bir zamanlar namaz kılınan mahallinde konserler verilen Boğazkesen’in mahzun olduğunu görecek ve hüzünlenecektik.

Boğaz’ın tabiî ve tarihî müştemilatı sadece bunlardan ibaret değildi elbet. Orada her yer, her zaman her insanın bütün uzuv, hasse ve lâtifelerini her hâli ile tatmin edecek özelliklere, güzelliklere sahipti.

Öyle ki, günlerce orada kalsak, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık.

Lâkin biz oralarda da muhayyilemizi münhasıran Nur menzillerinin müstesna manzaraları ile tezyin etmek istediğimizden, yalıların hazzına da hisarların hüznüne de takılıp kalmak istemiyorduk.

Biraz da bu yüzden, Bediüzzaman’ın Sarıyer’e giderken, bu günkünden çok daha bakir ve tenha olan kıyılara, sırtlara ve tepelere bakıp tefekkür ettiğini düşünerek çevreyi o nazarla temâşâya hazırlanırken fark ettik Said Halim Paşa’nın, Yeniköy sahilindeki muhteşem köşkünü.

Vârisi olmayan paşa bu köşkü bütün müştemilatıyla birlikte Bediüzzaman’a vermeyi teklif ettiği, o da düşünmek için biraz mühlet istediği için o zaman buradan geçerken o nazarla iyice tetkik etmiş olmalıydı.

Nitekim bir süre sonra, dünyaya teşbih ettiği köşkün akıbetini hatırlatarak paşaya, teklifini kabul etmediğini bildiren manidâr bir cevap vermişti:

“Beni dünyaya çağırma, ona geldim fena gördüm.”

Gerçekten de paşa bir süre sonra Roma’da Ermeniler tarafından öldürülünce devlete kalan köşk 1966 yılında Amerikalılar tarafından kiralanıp kumarhane yapılarak mânen yıkılmış, 1995 yılında çıkan bir yangında da içindeki emsalsiz eşya ve eserlerle birlikte yanmıştı.

Üstadın o zaman bakmış olabileceği ihtimali nazara alarak, gördüğümüz anda dikkat kesildiğimiz köşkün mevcut hâlinin de onun teşhisini teyit eder mahiyette olduğunu müşahede edince, maddî ihtişamına rağmen mânen ‘alâka-i kalbe’ değmediğini gördük.

Sarıyer’e ilk seferinde denizden gelen ve Fıstıklıbağlar mevkiindeki evde kalan Bediüzzaman, orada “Gavs-ı Âzam (ra) Fütuhü’l-Gayb’ıyla bana bir üstad, bir tabip ve mürşid olduğu gibi İmam-ı Rabbânî de (ra) Mektubât’ıyla bir enis, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti” şeklinde de ifade ettiği gibi mânevî bir ‘ameliyat-ı cerrahiye’ hâli yaşamıştı.

İkincisinde ise 1952 yılında kara yoluyla gelerek o evi ziyaret etmiş, hane sakinlerinden müsaade isteyerek “Eski Said’in, Yeni Said’e inkılabına sahne olan” odaya girerek hayatının dönüm noktası olan hatıralarını yadetmişti.

Biz bu iki seferin de hâlet-i ruhiyesini yaşamak istediğimiz için Sarıyer’e inince ilk işimiz onun sık sık yaptığı gibi Ali Kethüda Camii’ne giderek namaz kılmak oldu. Ardından da Fıstıklıbağlar mevkiinin yolunu tuttuk.

Aradan geçen zamanın bütün tahribatını üzerinde taşıyan metruk evin kapısı kilitli olduğundan içeriye giremedik ama yakında aslına uygun olarak tamir edilip alt katının dershane, üst katının da müze şeklinde tanzim edileceği müjdesini alınca oradan mesrur ayrıldık.

Gelmişken Sarıyer’in meşhur kıymalı, kuş üzümlü, çam fıstıklı kol böreğinden de nasibimizi aldıktan sonra motorla Anadolu Kavağı’na geçtik, oradan da otobüsle Yûşa Tepesine çıktık.

Burası, âfâkı kıt’aları ihata edecek kadar geniş olması, eteklerinde deryaların kollarının kaynaşması ve sinesinde ulul-azim bir peygamberi misafir etmesi hasebiyle zaten tam bir Nur menzili idi.

Bu uhrevî hususiyetlere Bediüzzaman’ın, Yeni Said sıfatıyla ilk gezdiği yer olması ve burada verdiği kararla Said Halim Paşa’nın köşkünü kabul etmeyerek ahireti dünyaya tercih etmesi de eklenince, Nur talebeleri için burayı gezip görmek artık bir vazife hâline gelmişti.

Bunu idrak edince biz de günün kalan kısmını ibadet, tefekkür ve temâşâ içinde geçirdik. Gün guruba yaklaştıkça, burada gecenin gündüzden daha âsûde olduğunu hissettik ve tenezzüh zamanını gece yarısına kadar uzattık.

Böylece, Beşinci Rica’nın yanı sıra, ‘Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eden levhayı’ da ilk terennüm edildiği yerde bir defa daha okuyarak mânâsını yaşayıp safâsını görmeye çalıştık:

“Demâ gaflet zeval buldu, ve nur-u Hak ayan gördüm

Vücut bürhân-ı Zât oldu, Hayat mir’at-ı Hak’tır gör.

Eğer hakikî abd-i hüdabin isen, hudutsuz bir safâdır gör,

Hesapsız bir sevap var tat, nihayetsiz saadet gör.”

11.06.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Faiz kuyusu



“Her şey yolunda” denilse de, ekonomideki çalkantılar işlerin sarpa sarmaya başladığı mesajını veriyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, önceki hükümetleri suçlamak için hatırlattığı gibi, “Borç alan, emir de alır” kaidesi yine işledi. Genel hatlarıyla IMF’ye teslim olan ve her geçen gün borç yükü artan bir ekonominin; uzun vadede istikrar unsuru olamayacağı görüldü.

Ekonomideki dalgalanmaların faiz lobilerinin işine yaradığı malûm. Merkez Bankası’na ‘başkan’ tayin edilmesi sürecinde başlatılan tartışmalar, güven sarsıcı açıklamalar ve dış şartların da tesiriyle; etkileri daha sonra ortaya çıkacak sarsıntılar yaşandı. Küçük çaplı da olsa yaşanan krizin ‘çare’si olarak da faiz görüldü. MB, tahminlerin de üzerinde bir faiz artışıyla (1.75) güya yangına su serpti.

Ancak, faiz arttırımının kriz yangınına derman olmadığı, aksine dertleri daha da arttırdığını uzmanlar ifade ediyor. En tehlikeli olan da ‘Ekonomik krizden ancak faiz arttırılarak çıkılacağı’ yönündeki yanlış telâkkidir. Daha da tehlikeli olan ise, düne kadar faizin çare olmadığını ve olamayacağını her fırsatta —haklı olarak— ilân edenlerin, böyle bir kabule yanaşmasıdır.

Merkez Bankası’nın faiz arttırımına itiraz edenlerden biri de ASKON oldu. ASKON Başkanı Mustafa Koca, “Piyasalar diye propagandası yapılan ve birkaç bankanın uluslar arası fonların temsilciliğini yaptığı lobiler, çok ciddî propaganda yaptılar. MB’yi adeta faiz arttırmaya zorladılar. Ülkede faizin artması, başka dengeleri ve özellikle geniş halk kesimlerinin ekmeğini olumsuz etkileyecektir” şeklinde konuşmuş. (Yeni Asya, 9 Haziran 2006)

Tabiî ki faiz arttırımını destekleyen de var. Ama bunların, ‘faiz lobisi’ olduğu noktasında her halde şüphe duyulmaz. Her şart altında sadece kendilerinin kazanmasını düşünen lobiler, bazen faizden, bazen dövizden olmak üzere ‘pozisyon’ belirlerler.

Her ne kadar ‘Faiz artışı serbest ekonominin gereğidir” şeklinde propaganda yapsalar da aksini düşünen çok sayıda uzman var. Meselâ, bir haberde özetle şöyle denilmiş: “Kurdaki artış ve Merkez Bankası’nın şok faiz arttırımı 2002’de başlayan trendi tersine çevirecek. İlk başta son iki üç yılda hızla artan iç talep önemli ölçüde törpülenecek. İthalattaki düşüş carî açığın frenlenmesinde önemli rol oynayacak. Ancak ihracatta hızlı bir yükseliş beklenmiyor. Tüm bunlar büyümeyi düşürüp, işsizliği daha da artırabilir.” (Vatan, 9 Haziran 2006)

Türkiye’nin en büyük probleminin ‘işsizlik’ olduğunu başbakan dahil yetkililer onlarca defa ifade etmediler mi? Peki, netice olarak işsizliği arttıran bir uygulama nasıl faydalı olabilir? ‘Piyasa’yı oluşturan ‘faiz lobisi’nin oyununa dikkat etmek gerekir. Geçmiş yılların aksine, ‘faiz’in böyle krizlerde çare olmadığı dünyada da kabul görüyor. Faiz iyi bir şey olsaydı, fıtrat dini olan İslâm, bunu yasaklar mıydı?

Faiz üzerine dönen bir ekonomi, ‘kuyu’ya düşmüş sayılır. ‘Faiz’in ekonominin ‘olmazsa olmazı’ olduğu iddiasını hayatın gerçekleri doğrulamıyor. Faizsiz sistemle de pekâla ekonomik kalkınma ve refahın sağlanabileceği bilinmelidir. Sistemi yanlış uygulayanların hatasını, ‘faizsiz sistem’de aramaktan vazgeçilmelidir.

Türkiye’yi “faiz kuyusu”na itmek isteyenlerin tuzağına düşmeyelim...

11.06.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

“Nev-i beşer...” meselesi!



Son yıllarda giderek artan şiirli günlere rastladıkça, yapılanları duydukça hele hele halkımızı –zaman zaman üzen sahnelere rağmen- ilgisini duydukça çok seviniyorum…

Ucundan kıyısından da olsa şiirle ilgilenilmesi, şiire hayatın içinde bir yer açılması, çölde su bulmak gibi bir şey! Çünkü şiirle ilgilenen, şiire ilgi ve sevgisi olan insan nahiv insandır, nazik insandır, sevgi doludur, hislidir, duyguludur… Böyle insandan kimseye zarar gelmez! Gelmemesi gerekir… Eğer yukarıdaki özelliklere sahip değilken şiirle ilgilenen varsa ortada başka sebeplere uzanan yanlışlıklar var demektir…

İşte böylesi güzelliklerden biri daha bu hafta içinde Beyoğlu’nda gerçekleşecek…

Faaliyetle ilgili ilânları görünce, afişte kullanılan “Milletim nev’-i beşer, vatanım rûy-i zemin!” mısraını görünce, -doğrusu- içim burkuldu… “Uluslar arası” çapta düzenlenen böylesi bir organizasyona, bula bula bu mısraın slogan olarak seçilmiş olması ilginçti! Düşündürücüydü! Hemen aklıma, İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmet Âkif Ersoy’un bu mısra hakkındaki bir yorumu geldi…

Bu mısra ile beraber AB konusuna bakışta da ölçümüz olabilecek hâtırayı, Mithat Cemal Kuntay’ın ağzından hatırlayalım:

“ (Akif’in) sinirlerine dokunan bir mısra vardı: ‘Milletim nev’-i beşerdir, vatanım rûy-i zemin!’ (İnsanlık milletimdir, yeryüzü vatanım) Bu mısraı okuduğum gün acı acı gülerek;

-Sen de bu yalana inanıyor musun? Bir Avrupalının nev’-i beşerinde, rûy-i zemininde Türkler ve Müslümanlar dâhildir sanıyor musun? Dedi. Sonra tuhaf bir şey anlattı:

-Umumî Harpte biz üç kişi Berlin’e gittiğimiz zaman Alman Hükümeti bize ne dedi bilir misin? ‘Türklerle ittifak ettik diye Rayiştak’ta Katolik mebuslar bağırıyorlar, Müslümanlar ve Türkler gibi vahşîlerle medenî Alman milleti nasıl birleşir? diyorlar. Makaleler yazınız da Türklerin ve Müslümanların da insan olduklarını bu adamlara karşı ispat edelim’ dedi.

-Acayip! Dedim.

-Bundan daha acayibi var! Dedi; yine; Umumî Harpte Viyana’da idim; bir gece Viyana kiliselerinin çanları çalmaya başladı; otelin penceresinden baktım; caddede her elde bir mum, herkes haykırıyordu. Kendi kendime: Müttefikimiz Viyanalılar galiba cephede bir muzafferiyet kazandılar, dedim. Sokağa fırladım. Bir dükkâncıya:

-Bir zafer haberi mi var! dedim.

Adam:

-Zafer de söz mü? Dedi. İngilizler Müslümanlardan Kudüs’ü aldılar: İngiliz ordusu Allenby’nin kumandasında Kudüs’e girdi. Mukaddes şehir ay’dan kurtuldu, haç’a kavuştu. Ve Akif bunu anlattıktan sonra gözlerime dik dik baktı:

-‘Milletim nev’-i beşer, vatanım rüy-i zemin!’ Öyle mi? dedi. Sonra ilâve etti:

-Biz bu yalana inanırsak, ne milletimiz kalır, ne rûy-i zeminimiz! Avrupa’nın nev’-i beşerinde ben yoksam, benim nev’-i beşerimde de o yoktur.”

Peki, bu nasıl olacak? Elbette bu inceliği kavrayacak bir kültürel donanımla!

Yoksa kimi büyülere, yaldızlı lâflara kanarsa birileri, vay halimize!

DEVLETİN ELİNDEN YAVRULAR KAYBOLUYOR!

Bir taraftan devletin elindeki müzelerimizin içler acısı hâlinden küçük bir kesit orta yere dökülürken, aynı günlerde bir haber daha patlak verdi hafta içinde: Devletin eline teslim edilmiş yavrularımızdan 34 tanesi kayıptı…

Sayıyla sayarsak, 1-2-3-4-5-6 değil… Tam 34 yavru!

Mesuliyet duygusuyla ve kaybolanın insan, çocuk olduğunu göz önüne alınca 1 tanesinin kaybı bile bir çok yetkiliyi makamından etmeliyken, 34 kayıp yavruyu neredeyse milletçe, “olur bizde böyle olaylar!” kabilinden bir genişlikle değerlendirdik…

Ve ister istemez Mehmet Âkif Ersoy’dan bir hatırayı daha anmak gerektiğini düşündüm… Yine Mithat Cemal Kuntay’ın ağzından dinleyelim: “Baytar mektebindeyken, sınıf arkadaşı Hasan Efendiyle Akif o kadar dosttu ki birbirlerine söz veriyorlardı, ileride çoluk çocuk sahibi olurlarsa ölenin çocuklarına kalan bakacaktı. Bunu bana anlattığı sıralarda Akif genç ve Hasan Efendi, yaşlı olmakla beraber dinçti: Baytar mektebindeki bu fazilet mukavelesinin tatbikine çok vakit vardı. İçimden güldüm. Kendi kendime düşünüyordum: Mektepteyken insanlar, umumen, seciye kahramanıdırlar fakat yaş ilerleyip de insan hayata karışınca... Akif:

- Ne düşünüyorsun? Dedi.

- Hiç. Dedim.

Aradan yıllar geçti. Meşrûtiyette, Baytar Müdüriumumîsi Abdullah’ı, Ziraat Nazırı, derecesini indirerek başka yere kaydırdı. Akif, onun muaviniydi; öfkeleniyordu: Abdullah Bey Mon Pelye’de ziraat okumuştu. Ona karşı bu haksızlık reva mıydı? Bu öfke o kadar şiddetliydi ki, anlıyordum, kendine ait olmayan bu haksızlıktan Akif kendi aleyhine bir netice çıkaracaktı. Nasıl ki, ertesi gün, Ziraat Nezaretindeki memuriyetinden istifa etti.

Beylerbeyi’ndeki evinde kendi yağı ile kavruluyordu. O sırada, ona, her cuma, sabahtan gidiyordum: Kitap okuyorduk. Sabahtan gittiğim için de öğle yemeklerine ondaydım. İstifadan sonra mazeretler bularak yemeklerden sonra gitmeye başladım: Evin ıztırabı o derece belliydi.

Bir cuma Akif’in evinde sekiz çocuk buldum. Teker teker çok sevimli olan çocuklar bir araya gelince ne manzara alırlar malûmdur. Evde sekiz kişilik bir kıyamet kopuyordu. Akif’in beş çocuğuna katılan bu üç çocuğun komşudan gelmiş ufak misafirler olduğunu zannettim ve ertesi cuma bu çocuk gürültüsüyle artık karşılaşmam sandım. Fakat her cuma sekiz çocukla sofada aynı kıyamet kopuyordu. Akif de buna katlanıyordu. Bu üç çocuğun gelişi, Akif’in çocuklarına da fazla hürriyet vermişti.

Bir cuma, sofada, çocuklardan birinin yanağını hıncımdan çimdikler gibi sıkarak, Akif’e sordum:

- Kim bu yavrular?

Akif cevap vermedi.

Odaya girince, bu üç ıztırabını, bu misafir çocuklarını Akif’le takılarak tebrik ettim. Akif in yüzü değişti:

- Misafir çocukları değil, benim çocuklarım! Dedi.

Üç beş haftada üç çocuğu nasıl olurdu?

-Hasan Efendi öldü de, dedi… Ve bu çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanın bakacağı çocuklardı, rahmetli Hasan Efendinin çocukları. Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdiği sözü hâlâ unutmayan bir çocuk.”

Demek ki; “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu/ Gelir de adl-i İlâhi sorar Ömer’den onu” beyti, şairlik olsun diye yazılmamış… Bittecrübe denemeyle yazılmış!

Payımıza düşeni alabilir miyiz dersiniz?

11.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Namaza koşturmak



İki gündür namaza koşma ve koşmama üzerinde duruyor, koşmanın ne kadar gerekli, koşmamanın ise ne kadar büyük bir kayıp ve zararlara vesile olduğunu anlatmaya çalıştık.

Allah Resûlü (a.s.m.), bir kimsenin ikindi namazını kılmamasını eviyle, barkıyla, çoluk çocuğuyla birlikte evin altında kalıp helâk olmasına benzetir. Sabah namazının sünnetinin önemini anlatırken de, onun dünya ve dünya içindeki her şeyden hayırlı olduğunu bildirir.

Şu iki hakikat bile gösterir ki mü’min için namaza koşmaktan başka çare yoktur. Koşmamak ise düşünülemez.

Mü’minin miracı, Allah’ın huzuruna kabulü olan namaz sürekli Allah Resûlünün (a.s.m.) gündemindeydi. Ölüm döşeğindeyken bile, “Namaza, namaza dikkat ve devam ediniz” diye namazı hatırlatıyordu.

Namaz madem önem noktasında imandan hemen sonra yerini alıyor, iman kurtarmanın yanında en önemli hizmet de insanları namaza sevk etmek, alıştırmak, koşturmaktır.

Evet, namaz aşk ve şevkini uyandırmak, namaz kılmayanları namaza başlatmak en büyük hizmetlerdendir.

Geçen Pazartesi günü Fatih Araştırma ve Kültür Vakfında Namaz Gönüllüleri isimli grupla bir araya gelip namazı kamuoyuna maletme stratejilerini görüştük. Halkının % 99’u Müslüman olan ülkemizin yapılan araştırmalara göre ne yazık ki % 75-80’i namaz kılmamaktaydı. Namazın ihyası gerekiyordu. Namaz turneleri düzenlenmeli ve bu büyük ibadet umuma mal edilmeliydi. Son zamanlarda namazın gündeme gelmesi ve konuyla ilgili kitapların yüz binlerce satması sevindiriciydi. Araştırma ve Kültür Vakfı üyelerinden yazar Abdullah Yıldız’ın Haydi Namaza isimli kitabı 150 bin satarak rekor kıran kitaplar arasına girmişti. Hele Cemil Tokpınar’ın Sabah Namazına Nasıl Kalkılır? isimli kitabı 800 bin gibi süper bir rakamı yakalamıştı. Kitapları okuyanlar canla başla namaza sarılıyor, o güne kadar niçin kılmadıklarına hayıflanıyorlardı.

Tabiî bu güzel bir başlangıçtı. Bir İslâm ülkesinde namaz kılanların sayısı % 25’lerde seyretmemeli, daha da arttırılmalıydı. Namaz insanın hayatına yeni bir çekidüzen vermekte; düzene sokmakta; plânlı, programlı olmaya itmekteydi. Günde beş defa Allah’ın huzuruna çıktığına inanan her insan, Allah korkusunu gizli bir polis gibi kalbine yerleştirmekteydi. Böylece toplum hayatını sarsan kötülüklerin önüne set gerilmekteydi.

Toplantıda namazın panel, sempozyum, konferans, açık oturum, şiir, İlâhî, resim, tiyatro ve filmlere konu edilerek yaygınlaştırılması, herkesin bir çırpıda okuyabilmesi için 1 milyon kadar namaz broşürü basılıp dağıtılması bu toplantının en dikkat çekici kararlarından biri oldu. Daha şimdiden meşhur Gözyaşı Gecelerinin yönetmeni Haşim Altın namazı işleyen tiyatrosuna start demişti.

Ümit ve temennimiz odur ki namazı gündeme getiren ve gündemde tutan böyle toplantıların yaygınlasması, namazın ihyası, daha doğrusu namazla ihya olmak...

11.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kardeşlik ibadetimizin vakti geçmesin



H. Turnali: “22. Mektub’da geçen ‘Vahdet-i îtikad dahi vahdet-i içtimaiyeyi gerektirir’ ne demektir? Ne anlamamız gerekiyor? Mü’minler arasında niye bu birlik oluşmuyor? İtikatta problem mi var? Hatta aynı kitabı okuyan aynı virdleri yapanlar arasında da bu birlik tamamıyla görülmüyor?”

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bu sözü iki milyar Müslüman’ın kanayan yarasına merhem gibi bir sözdür: İnanç birliği sosyal birlikteliği gerektirir demektir. Müslümanların her konuda birlik ve beraberlik içinde olmaları, ortak düşmana ortak tepki vermeleri, ortak problemlerini ortak katkılı çözümlerle aşmaları, ortak projeler üretmeleri, ortak işler yapmaları emredilen, arzu edilen, olması gereken ve olmadığında kesinlikle çaresizlik getiren, gözyaşı getiren, düşmana boyun eğiş getiren, can damarı gibi önemli bir husustur. Kur’ân “İnneme’l-Mü’minûne ihvetün”—Mü’minler kardeştirler—diyerek mü’minleri kardeşlik ibadetine çağırırken; Müslümanların kardeşlik ibadetinde sınıfta kalmaları günümüzdeki perişanlığın da en korkunç müsebbiplerinden değil mi? Öyle ki, Irak kendi derdiyle kendisi boğuşurken, Filistin kendi derdine kendisi ağlıyor, Endonezya bir başına çığlık atıyor, Afganistan kendi derdine kendisi yanıyor. Kimse kimsenin derdine yanamıyor. Diğer yandan zenginlikten, keyften, varlıktan, rahattan kendinden başkasını görmeyen Müslümanların sayısı da az değil. Bunun mahşer gününde her halde hesabı kolay olmayacak.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri yüz sene önce bundan dolayı, bu zamanın en mühim farz ibadetini ittihad-ı İslâm olarak ilân ediyor, yani Müslümanların acıda ve huzurda, iyi günde ve kötü günde birlik ve beraberlik içinde olmaları ve birlik ve beraberlik kurumlarını kurmalarının önemine işaret ediyor. Tembellik mi, gaflet mi, dalâlet mi, vahşî kapitalizmin oyunu mu, ruhsuz materyalizmin karanlık gölgesi mi, nedir üstümüzdeki ölü toprağı bilemiyorum. Fakat iki kişinin bir araya gelip şirketleştiği, herkesin sağda solda birlikler kurduğu, dünya insanının asgarî müştereklerde birleştiği günümüzde, maalesef iki milyar Mü’min kardeşlerden oluşan Müslüman âlem birlikte hareket etmeyi henüz başarabilmiş değil. Arada mutlaka dehşetli fitneciler var ki, Müslüman âlem hakta ve hayırda birleşemiyor.

Diğer yandan herkes imtihandadır. Herkes kendi ahiretini dokuyor. Herkes kendi Cennetini imar ediyor veya ateşini yakıyor. Herkes Allah’ın rıza makamlarından birinde, kendisine bir rıza derecesi biçiyor. Kur’ân’ı dinleyip kardeşlik yapan da, düşmanla dost olup kardeşini dışlayan da kendi amel defterini yazıyor. Herkes kendi amel yazılarıyla doldurduğu defterini mahşerde alacak. Elbette ya gülecek, ya ağlayacak.

Müslümanlar arasında itikatta problem yok elbet. Fakat neden böyle bölük pörçükler? Arada şeytan var, düşman var, fitneci odaklar var, nefsimiz var. Tüm bu negatif bentleri aşıp pozitif bina dikmek ve kardeşlik ibadetini yapmak, kolay olmuyor demek. İmtihan şiddetli. Ve kardeşlik ibadetini başarmak zor. Oysa unutulmamalı; bu, Kur’ân’ın emridir. Kur’ân’ın emri bizim için ibadettir. Demek ibadet sadece namaz ve oruçtan ibaret değildir.

Şüphesiz kardeşlik ibadetinin tesisi için hayırlı adımlar atılmıyor değil. Ümitsiz olmayalım. Biz en azından duâ edelim. İnşallah Müslümanların daha güçlü ve daha birlik ve beraberlik içinde günlere doğru gideceklerini Rahmet-i İlâhiye’den umalım ve duamızı kesmeyelim. Çünkü kavgacı ve gürültücü dünyamız böyle bir ortak sese, bir barış ve kardeşlik nefesine, bir adalet eline ve nice muhabbet fedaisine muhtaç.

Allah Müslümanların yardımcısı olsun. Âmin.

11.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ahlâk ve kader



Herkes, “hür irâdesi” ile yaptığı işlerden mes’üldür. Çünkü, onları yaparken, herhangi bir baskı altında kalmadığını gayet iyi bilmektedir. Meselâ, insan yoldan giderken, önüne büyük bir çukur çıksa, “Ne yapayım, kaderimde bu da varmış!” deyip içine atlamamakta; yolunu değiştirmektedir. Aslında, kötü işler yapıp, günah işleyip, yoldan sapanlar, “Ben kaderin mahkûmuyum!” diyerek kendilerini mazur gösterirken; iyi işleri kendilerine mal ediyorlar.

Böylece kendilerini müdafaa etmekte ve mazur göstermek istemektedirler. Oysa, cinâyet işleyen, hırsızlık yapan ve bir başka suç ile günâha girenler, vicdânen bilirler ki, mahkûm değiller, zorlanmamakta, herhangi bir baskıya mâruz kalmamaktadırlar. Zîrâ, kendilerini öldürmeye teşebbüs edip, mallarını çalmaya çalışanların, “Biz kaderin mahkûmuyuz, ne yapalım, alnımıza yazılmış!” gibi saçma-sapan mazeretlerini kabul etmezler.

Okul kaderdir. Talebenin “okul” meselelerinde, yalnız “okumak” ve “hocalarla olan münâsebeti” dahilinde mesuliyeti vardır. Dersine çalışmayan, vazifesini yerine getirmeyen bir öğrenci, suçu öğretmene ve okula yükleyemez! Hayrettir ki, hiçbir Cebriyeci, suratının ortasına yediği yumruk sahibine, “Ne yapalım, sen rüzgârın önüne kapılmış bir kuru yaprak gibisin!” demediği halde; işlediği günah ve kötülükleri kadere yükleme cehaletini gösterebilmektedir.

Özetlersek; dünyaya gönderilişimiz bir imtihan. İmtihanın gerçekleşebilmesi için de “hür irâde” lâzımdır. Dolayısıyla, yaradılış ve dünyaya gönderilişimizin mayasında, hürriyet ve serbestlik vardır. İnsan kimliğinin, şahsiyetinin en önemli vasıflarından birisi olan hürriyet, “Rabbinin lütuf ve ihsanı hiç kimseden men olunamaz” (İsrâ, 20.) âyetiyle “Atiyye-i Rahman” yâni Rahman olan Cenâb-ı Hakkın bir bağışıdır...

Dolayısıyla ahlâktan yana tavır almak da, karşı gelmek de hür irâde çerçevesinde gerçekleşir. Ahlâkî davranışlarımıza da bu açıdan bakmamız gerekir. Sorumlu olduğumuz ahlâkî davranışlarımızda tamamen hürüz, serbestiz. Asla Cebriyecilerin düşündüğü gibi, bir baskı ve zorlama altında değiliz. Ki, zorlanarak, yapmaya mecbur bırakıldığımız fiil, davranış ve hareketlerimizden ise sorumlu değiliz.

Meselâ, oruç tutmak bir ibâdettir. İftar vakti girmeden, başkası zorla, baskıyla ağzımıza yiyecek ve içecek koysa ve yutsak, orucumuz bozulmaz. Eğer takdir tek belirleyici unsur olsaydı o zaman imtihana, peygambere, güzel ve çirkin fiillere, sevap ve günaha, Cennet ve Cehenneme ne gerek vardı; neden insan yaptığı kötü işlerden, fiillerden dolayı sorumlu tutulsun ki? Demek, davranış biçimimizi belirleyen biziz. Yaratan ise, Allah’tır. Fark edileceği gibi, karıştırdığımız nokta, istemenin ayrı; bilmenin ve yaratmanın ayrı hususlar olduğudur.

11.06.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Başarı ittifaktadır



Nur hizmetlerinde ittifakın, birlik-beraberliğin önemi bu hizmete aşina olanların malûmu olduğundan, bu konuda fazla söze gerek görmüyorum. Çünkü her hizmet erbabı bilir ki tam bir birlik-beraberlik, samimî bir tesanüd olmadan istikrarlı ve etkili bir hizmetten bahsetmek abes olur.

Diğer bir ifade ile tefrika ve ihtilafların, ayrılık ve gayrılıkları hükümferma olduğu bir ortamda verimli ve kalıcı bir Nur hizmetinin yapılamayacağını her akl-ı selim biliyor olmalı.

Bu ulvî hizmetin olmazsa olmazları arasında sayılan tesanüdün önemi, Risale-i Nur’un müteaddit yerlerinde zikredilmekte, ittifak ve beraberliğin korunmasıyla alâkalı çok geniş tahşidatlar yapılmaktadır.

Samimi bir tesanüdün sırrındandır ki Bediüzzaman sağlığında bir avuç talebesiyle çok harika hizmetlere imza atmış. Vefatından sonra da onun güzide talebeleri birlik ve beraberliği ön planda tutarak önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.

Geçmişten bu güne baktığımızda Nur hizmetinde ittifak ve birlikteliğin sağlandığı yıllarda, bu ulvî hizmetin adeta şaha kalktığını, buna paralel olarak her alanda ülkemizin çehresinin değiştiğini görmekteyiz.

Nur camiasında şu veya bu şekilde vahdet ve ittifakın sarsıldığı, küçük de olsa ihtilafların olduğu zamanlarda ise hizmet kervanının arzulanan performası göstermekte zorlandığını ve bunun bir sonucu olarak ülkemiz insanlarının da maddî-manevî sıkıntı ve kaoslara giriftar olduğunu görüyoruz.

O bakımdan manevî hizmetlerimizde ideal ve doğru olanın ihtilaf değil ittifak; tefrika değil ittihad; dağınıklık değil birlik ve beraberlik olduğunda şüphe yoktur.

Yalnız şurası da ayrı gerçektir ki, çok samimi arzularımıza ve gayretlerimize rağmen, istesek de, istemesek de, küçük de olsa bazı ihtilaflar ve ayrılıklar da olmuyor değil. Nâhoş da olsa, bu durumdan üzüntü de duysak, böylesi durumları bir vaka olarak kabullenmek durumundayız.

Mizaç ve meşrep farklılıklarının beraberinde getirdiği teferruâttaki bazı görüş ayrılıklarının sebep olduğu ihtilâfları da müsbet ihtilaflar sınıfından saymak gerekir diye düşünüyorum.

Böylece zorunlu bir ayrılığı tercih etmekle karşı karşıya kalan kişiler, huzur-u kalple, en iyi hizmeti nerede ve hangi ortamda yapabileceğine yine kendisi karar verme hakkına sahiptir elbette. Ama istemeyerek de olsa ayrı kaldığı dost çevresiyle samimî dostluk ve kardeşlik bağlarını koparmadan... Herhangi bir kırgınlığa ve dargınlığa girmeden...

Böylece Kur’ân’a hizmeti ön planda tutan, aynı manevî kaynaktan beslenen; hedefi bir, maksadı, gayesi bir olan hizmet erbabı insanlar farklı mekânlarda, değişik kulvarlarda ifa-i hizmette bulunsalar da, onlar ruhen bir, kalben beraber sayılırlar. Zahiren ayrı gibi görünseler de hakikat-ı halde onlar beraber sayılırlar. Böylesi bir ihtilâf, Efendimizin (asm) “Ümmetimin ihtilâfında rahmet vardır” müjdesine dahil olsa gerektir.

Zaman zaman Sahabe-i Kirâmın da bazı içtihadî meselelerde görüş ayrılıklarına düşerek, farklı biçimlerde dîn-i mübîne hizmet ettiklerini düşünecek olursak, Nur camiasının bu nevî durumlarla karşı karşıya kalmalarını fazlaca kaygıyla karşılamamak gerekir diye düşünüyorum. Yeter ki bu gibi durumlarda “müsbet hareket” etme prensibini ön planda tutalım. Yeter ki ihlâs ve uhuvvet düsturlarını burada da geçerli kılalım. Yeter ki gereksiz, zararlı tenkitlerden, hâl ve tavırlardan uzak durma kemalâtını gösterebilelim.

Aramızda böyle bir müsbet hareket tarzını prensip edinebilirsek, ancak o zaman Efendimizin (asm) buyurduğu ihtilâftaki rahmete erişebilme şansını elde edebiliriz. Ve bu sayede iman ve Kur’ân hizmetlerimizdeki başarı grafiğimiz artarak devam eder.

Böyle yapmayıp, birbirimize karşı menfîce bir tavır içine girer, tenkit ve sitemlerde bulunur, dostluk ve kardeşlik düsturlarına riayet etmeyerek ihtilâfa düşersek, bundan birinci derecede omuzumuzdaki ulvî dâvâmız zarar görür ki, bunu bu kudsî dâvânın hiçbir ferdi kabullenemez.

Kısaca rızâ-ı İlâhî yolundaki hizmetlerimizde muvaffakiyet; ihtilâfta değil, ittihat ve ittifaktadır.

11.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Müstakîm şahs-ı manevî



ÇEŞNİ

Senaryolar tutmuyor, dönüyor, çark ediyor.

Ve herkes uyanıyor, oyunu fark ediyor.

Bir “dane-i hakikat” yığın yığın yalanı

Yakıyor, yandırıyor, yokluğa gark ediyor…

Saltanatın kaldırıldığı, hilâfetin ise henüz devam ettiği sıralarda Bediüzzaman Hazretlerinin Ankara’da Meclis-i Mebusan’a hitaben yazdığı hutbede dediği gibi, “..lakaydâne ve ihmalkârâne müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahripkârâne iş ise; bu kadar rahnelere (yaralara) maruz kalan İslâm, zâten muhtaç değildir.”

Yaklaşık 85 yıl önce bunları söyleyen Üstad, “Avrupa sefih medeniyetinin yırtılmaya yüz tuttuğu, Kur’ân medeniyetinin zuhura yakın geldiği bir anda...” hükmüne yer veriyor. Öyleyse bu sıralarda sefih medeniyetin tamamen yok olması, Kur’ân medeniyetinin tamamen zuhuru lâzım gelmez miydi? Acaba bunu geciktiren hangi hallerimiz, hangi günahlarımızdır?

Aynı soruyu içimize dönük, dairemiz dahilindeki “ehl-i hâl ve akd” mevkiindeki zevâta soralım mı?

Yoksa “saltanat” mânâsını deruhte edenlere soralım da, bizimkiler de kendi paylarına düşeni alsınlar mı?

Meselâ şöyle diyelim:

Sizin hizmetlerinizi takdir edenler ve sizi cân ü gönülden sevenler cumhur-u mü’minîndir ve bilhassa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümanlardır. Öyleyse siz de, onların hissiyâtına tam tercüman olmakla liyakatinizi gösterebilirsiniz. Hükümetliğiniz esnasında “saltanat” mânâsını tam deruhte ediyorsunuz.

Kanunlar, kararlar, yaptırımlar, müeyyideler ve cezalar…

Kur’ân’ın düsturlarını, imanın esaslarını ve İslâmî şeâiri tam muhafaza etmek ve size hasbî destek veren avâm-ı mü’minînin hukukunu gözetmek sûretiyle de, arkanızda bulunan “şahs-ı manevî” gücünün hakkını vermiş olursunuz. Böylece hariçte size karşı “manevî değerler” ve “şeâir” tezlerini kullanarak ortaya çıkan ve (Allah korusun) “inşikak-ı asa”ya sebebiyet verebilecek olan bir gücün önünü kesmiş olursunuz.

“Cemaatin rûhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakîm olsa, ziyade parlak ve kâmil olur; eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur (sınırlıdır) ; cemaatin ise gayr-i mahduttur (sınırsızdır).”

***

Artık saltanat da, hilâfet de mazide kaldı.

“Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlâl”

Evet, “yok olma, dağılma, perişan olma” mânâsındaki “izmihlâl”den, izn-i İlâhî ile ve Bediüzzaman gibi âlimlerin gayretleriyle kurtulan, İslâmî kimliğiyle birlikte yeni hali, yani meşrûtiyeti, cumhuriyeti ve demokrasiyi seçen bu millet; her türlü badirelerden, “inşikâk”lardan, fasid ve tahribkâr oyunlardan yine izn-i İlâhî ile korunacaktır inşaallah.

Bu millet korunduğu gibi, bu milletin içinde yine bu millete, dolayısıyla İslâm âlemine, dolayısıyla bütün insanlığa hizmet eden Nur talebeleri de korunacaktır inşaallah.

Gayr-ı müslimlerden İslâma düşman olanlar, Allah’ı ve ahireti inkâr eden maddeperest ve materyalistler; bütün vasıtalarıyla, habis medeniyetleriyle, fen ve teknolojileriyle âlem-i İslâma üstünlük sağladıkları halde, Müslümanlara din ve itikad noktasında galip gelemediler.

“İslâmiyet, metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda lâubâliyâne, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’âtkârane, sinesinde yer tutamaz.”

Nerede kaldı ki, böyle bir “cereyan-ı bid’âtkârâne” Nur talebelerinin şahs-ı manevîsi içinde yer tutsun.

Yeter ki cemaatin ruhu olan şahs-ı manevî müstakîm olsun.

“Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvâri bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirine inkıyâd ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise de, çabuk ölüp, sönmüş.”

Değişimin temel taşlarının sağlam olması gerek.

11.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

En güzel gül ya da aşka aşık olmak



Zamanın birinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış. Bu kız öyle güzelmiş öyle güzelmiş ki, uzak şehirlerden ve ülkelerden zengin, yakışıklı, asil pek çok delikanlı onu istermiş.

Gelgelelim, kendisiyle evlenmek isteyen nice asilleri ve zenginleri reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş.

Bu arada aynı kasabada yaşayan bir delikanlı da uzaktan da olsa bu kıza aşıkmış ve onunla evlenmek istiyormuş. Ama kız onu da reddetmiş.

Aradan uzun yıllar geçmiş. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış. Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış.

Uzun seneler sonra, bir gün yolu bir zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düşmüş. Orada tanıdık birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş.

Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını pek merak etmiş.

Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış. Üstelik zengin bile değilmiş. Çok merak eden adam kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş.

Bir zamanların dünya güzeli, şimdinin yüzünde kırışıklıkların kol gezdiği kadın ona arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse cevabı vereceğini söylemiş. Tek şartı, bahçede ilerlerken geriye dönmemesi olduğunu söylemiş. Yani geride bıraktığı bir gülü koparmasına izin yokmuş, sadece önündeki güllerden seçebilirmiş.

Adam yüzlerce güzel gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Birden çok güzel sarı bir gül görmüş. Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pembe bir gül gözüne çarpmış. Tam ona uzanırken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş. Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki bir gülü koparıp kıza götürmüş. Bahçenin en güzel gülünü getirmesini beklerken kız bir de ne görsün yaprakları solmuş cılız bir gül.

Bunun üzerine adama dönen kadın şöyle demiş “Bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçiyor ve sen en kötüsüne razı olmak zorunda kalabiliyorsun.“ 

***

Öykü burada bitiyor.

Ama bizim aşk öykülerimiz devam ediyor. Dünya güneş etrafında dönmeye devam ettiği sürece de aşklar yüreklere misafir olmaya devam edecek. Mide acıkır, gözler görür, kulak duyar. Ve kalpler aşık olur…

Kâh ayrılık hüznüyle, kâh hasretin ateşiyle, kâh terk edilme elemiyle, kâh karşılıksız kalma üzüntüsüyle bir alevden diğerine düşer yürekler. Ama yürek yine de sever. Çünkü o sevmek ve aşık olmak için yaratılmıştır.

Aşktır yüreklerin gıdası. Ama mükemmele, eksiksize, kusursuza, sonsuzcasına devam edecek olana duyulan aşktır bu. Sonsuzu, kusursuzu, mükemmelliği bu dünyada, yaratılmış bir şeyde, birisinde aramaya kalkınca yüreğimizi aç kalmaya mahkûm ederiz.

Yemeğin kokusu mideyi doyurmaz. Gülün resmi kokmaz. Suyun sesi susuzluğu gidermez. Yürekler mecazi aşka kanmaz.

Leyla’dan Mevlâ’ya, mecazi aşklardan hakikî aşka yol açmak her bir insanın önündeki çetin bir sınavdır.

Çetindir, ama imkânsız değildir. Yeter ki yüreğimizi dinleyelim. Kalbimizle düşünelim. Sevdiğimizi bir tanrı gibi sevmek ve onu öyle olmadığı halde kusursuz görmek yerine, asıl Sevgili’nin kusursuz güzelliğine, eksiksiz mükemmelliğine, sonsuz muhabbetine talip olabilelim ve dünyadaki sevmelerimizi Onu sevmeye basamak eyleyebilelim.

Bölük-pörçük sevgilerimizi Ona muhabbette toplayabilelim.

Evet, mecazi aşk bahane, aslolan hakiki aşk.

11.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tesettür yorumları



Cuma günü çıkan “Tesettürde son durum” başlıklı yazımız, aynı gün Haber-7 portalında da yayınlandı. Gerek orada yapılan, gerekse doğrudan bize ulaşan okuyucu yorumlarından bir demet:

***

Abdül Ömer: Sistem dindarları dönüştürüyor. Bunu o kadar derinden ve kolay yapıyor ki.... Anne örtülü, baba namazında niyazında; kız çocukları okula gidiyor. Haliyle başı açık. Aile bunu normal karşılıyor. Belli bir zaman sonra bakıyorsunuz, o kızla ailesi arasında büyük farklar oluşuyor. Ya o kız onların kızı değil ya da onlar onun anası babası değil. Şu sorgulanmıyor: Neden benim kızım başı açık okula gitmek zorunda? Ailenin “Kızımız okuyacak, para kazanacak, bize bakacak” anlayışına sahip olması da bu durumda maalesef etkili oluyor.

***

Salih Mumcu: Avrupa’da yaşayan biri olarak Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde Müslüman olmayan, fakat tesettürlü dolaşan bayanlara çok rastladım. Almanya ve Avusturya dahil olmak üzere tesettürlü Hıristiyanları kiliseye gider gelirken gördüm. Bazılarıyla bizzat görüştüm. İnandıkları için tesettürlü olduklarını ve tesettürlü Hz. Meryem’i örnek aldıklarını belirtiyorlardı.

Müslüman kadınlar açısından Allah emrettiği için örtünmenin esas olması gerekir.

Tesettürlü olmanın devlet zoruyla yasaklandığı yerlerde bunun vebali yasağın arkasında olan devlet ricalindedir. Zorla imanın hiçbir değeri olmadığı gibi, zorla bir farzı terk ettirmenin asıl vebali de onlardadır.

Bu nedenle yazıda istimal edilen istatistikler kaale alınacak bir değeri haiz değildir.

***

Bahadır Ata: Yahu birşeyi anlayın artık Bu ülkede hangi mevkide olursa olsun—en tepeden en dibe kadar—kime ne kızlarımızın başörtü takmasından? Bu olaya bir inanç hürriyeti olarak bakın artık. Sizlerin kızlarınızın ve eşlerinizin açık olması beni hiç ilgilendirmiyor. Bu oranlar daha da düşük olsa ne olacak? Hadi düştü diyelim yüzde 5‘e, size ne kardeşim?

***

Karaömeroğlu: Yazınızın sonundaki “Görünen o ki, ‘Önce iman, sonra tesettür’ formülü ekseninde yeni bir tebliğ, tenvir, irşad seferberliği öncelik kazanmış durumda” cümlenizden şunu anlıyorum:

Tesettürdeki sapma imandaki eksikliğe işaret ediyor. İşe imandan başlamak gerekiyor. Ama baskılardan sonra bazı kesimlerde, “Başımızı açalım, makamları ele geçirdikten sonra yasağı kaldırırız” anlayışının yerleştiğini gördük. Bu tutar bir yol mudur?

***

Bizim notumuz: Tesettür bahsinde yasağa karşı mücadele verirken, derin bir iç muhasebeye de ihtiyacımız var. Bu otokritiğin, özellikle birinci ve son mektuplarda dile getirilen hususlar çerçevesinde yapılması lâzım. Ve bu sürece bilhassa genç kızların ve hanımların aktif şekilde katılması gerekiyor.

11.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Zerkavi sonrası



Zerkavi’nin ihanete kurban gittiği ve içeriden elde edilen bilgilerle yerinin tespit edildiği ve o şekilde öldürüldüğü anlaşılıyor. Öyleyse, hala neden gurusu Bin Ladin’in yeri tespit edilemiyor? Afganistan’ın dağlık olduğundan korunma açısından Irak’tan daha muhkem ve sağlam olduğu söylenebilir. Başka nedenleri de olabilir. Belki zamanı gelmediği için üzerine gitmiyor da olabilirler.

Zerkavi’nin dini danışmanı Şeyh Abdurrahman’ın harekâtını izleyen Amerikalıların içeriden devşirilen rehberlerle adrese ulaştıkları söyleniyor. Yeri tespit edildikten sonra da bombardımana tabi tutuluyor ve bombardıman sonrasında mekâna ulaşan Amerikalılar ve Iraklı müttefikleri Zerkavi’nin yaralı olduğunu ve can çekiştiğini tespit ediyorlar. Sedyeye alındığında ise ruhunu teslim ediyor. Amerikalıların anlattıkları bunlar. İsmini açıklamaktan kaçınan bir aile ferdi, Zarkavi’nin 2. evliliğinden olan ve Suriye’de dünyaya gelen 18 aylık oğlunun, ABD tarafından düzenlenen hava saldırısı sırasında hayatını kaybettiğini ileri sürdü. Aynı şahıs, Çarşamba günü Bağdat’ın kuzeyindeki Bakuba kentinde gerçekleştirilen operasyonda Zarkavi’nin 3 eşinin de öldüğünü öne sürdü. İlginç olan, aynı zaman diliminde neredeyse bütün Zerkavi aile fertlerinin tasfiye edilmiş olmasıdır.

Efsanevi ‘direnişçi’ Zerkavi’nin ortadan kaldırılmasıyla birlikte Amerikalılar rahat bir nefes amış olmalılar. Onların Bağdat’taki Şii müttefikleri de. Herhalde Zerkavi sonrasında en temel mesele bu başarıyla birlikte Amerikan işgalci güçlerinin Irak’tan çekilmesi ve bunun için bir takvim belirlemesi olmalıdır. Madem Zerkavi gitti öyleyse Amerikan askeri varlığının da bir anlamı kalmadı ve ene güne karşı Irak’ta daha ne bekliyorlar? Amerikalılar daha fazla yıpranma savaşıyla karşı karşıya kalmak istemiyorlarsa bu altın fırsatı çekilme lehinde değerlendirebilir ve bunun için tertibat alabilirler. İşte tam bu noktada Irak’ın yeni Başbakanı Nuri Maliki işlerini kolaylaştırabilecek bir teklifte karşılarına çıktı.

***

‘Iraklılar çekilmemizi isterlerse derhal, tereddüt etmeden çekiliriz’ diyorlardı. İşte bunu ispatlamanın tam vakti. Nuri Maliki 18 ay içinde Iraklı güçlerin ülkede güvenliği sağlayabilecek donanıma ve pozisyona eerişebileceklerini açıkladı. Daha önce ‘ne kadar Irak askeri artarsa o kadar Amerikan askeri çekilecek ve azalacaktır’ diyen Bush bu sözlerden hiç memnun kalmadı ve Maliki’nin açıklamalarını onaylamadığını ifade etti. Demek ki, Antony Zınni doğru söylemiş. Amerikalıların çekilme niyeti falan yok.

Zerkavi’ler ise işin bahanesi. Şiiler ise bunu gördükleri halde niye görmezlikten geliyorlar anlamak mümkün değil. Onlarınkisi de başka hesap. Kongre seçimlerine kadar bir takım makyajlar yaparak Amerikan kamuoyunun gazını almak ve gözlerini boyamak için çekilme yönünde bazı düzenlemeler yapmak istiyorlardı. Onlar önce bir miktar asker bile çekebilir ardından seçim mevsimi geçtikten sonra asker yekününü yeniden artırabilirler de. Şeytanlıklarına şeytan bile akıl sır erdiremez. Bush Maliki’nin teklifine karşılık, ‘Çekilme takvimi belirlemenin hakimane olmayacağını (would be unwise)’ söyledi (Bush Disagrees With Iraqi Leader on Expected withdrawal, David Stout, NYT, 9 Haziran 2006). Amaçları güvenlik falan değil, tek kelime ile Irak’a hakim ve sahip olmaktır.

***

Irak meselesinde olduğu gibi Guantanamo meselesinde de zikzaklarına alıştık. Irak’ın aynası Guantanamo. Guantanamo meselesinde de baskıyla karşılaştıklarında ‘aslında biz o mekânı kapatmak istiyoruz’ diyorlar, sonra ipe un sermeye devam ediyorlar. Zar zor Ebu Garib’i devretmeye razı oldular. Sözgelimi, Amerikan Gulag’ı veya Belenesi de denen Guantanamo üssünün kapatılmasıyla alakalı Blair bazen günah çıkartıp temennilerini dile getiriyor ama ‘gaz aldıktan’ sonra değişen bir şey olmuyor. Bush bile zaman zaman Guantanamo’nun geleceğini düşündüklerini söylüyor ama o gelecek hiçbir zaman gelmiyor.

‘Çıkmaz ayın son çarşambası’ dedikleri hesap. Hadisa katliamından sonra Bush yine aynı manevraya birkez daha başvurdu. ABD Başkanı George W. Bush, uluslararası kamuoyundan yoğun bir şekilde eleştiri alan Guantanamo’daki cezaevi için, “Biz Guantanamo’nun boş olmasını istiyoruz” ifadesini yineledi. Küba’daki Guantanamo Körfezi’nde bulunan hapishaneye ilişkin uluslararası kamuoyunun baskıları sürerken, ABD Başkanı Bush, hapishanenin boşaltılmasının en büyük istekleri olduğunu tekrarladı. Hollanda Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in ziyareti sırasında açıklama yapan Bush, “Guantanamo’ya ilişkin olarak artan ilginin farkındayım. Rasmussen’e de belirttiğim gibi, biz Guantanamo’nun boşaltılmasını istiyoruz. Umarız ki yakın zamanda bunu gerçekleştiririz” demektedir. Guantanamo’da tutuklu bulunan mahkumların kendi ülkelerine iade edilmesi için çalışma yürüttüklerini sözlerine ekleyen Bush’un özrü kabahatinden büyük ve kendi pozisyonunu şöyle savunuyor, “Ortada bir sorun var. Mahkumların yeniden sokaklara salınması durumunda bunlar, hem ABD vatandaşları hem de tüm dünya için tehlikeli olabilir.”

Anlayacağınız Bush’un kaypaklığında değişen bir şey yok.

11.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004