|
|
Mahkûm duygular
Bâb-ı lûtfunu çaldım bir gece yarısı. Günah yükünden kamburlaşan bedenim, nihayetsiz lûtfun karşısında huzur-u İlâhîne varmaya yüz buldu. Yüz vermesen, kovsan yok ziyânı. Lisân-ı hâlim dahi, lisân-ı kavlimle beraber niyâz eyler Sana af kelâmı… Nihayetsiz âciz ve fakirim belki, lâkin öyle bir kapıyı çaldım ki, bu kapıdan elim boş dönmem muhaldir.
Gözyaşım, sinemdeki ateşi söndürmek için durmadan akıyor. Heyhat ki, sineme varacak yolu bulamıyor! Beyhûde yollarda biçare akıyor.
Bir ateş ki; değdiği yeri kül edene dek bırakmıyor. Bir kıvılcım ki, bir yayıldı mı kâinatı tutuşturmaya kâim. Bir silâh ki, kullanıcısı eninde sonunda kendi mermisiyle kurban ediliyor. Bir gül ki, kokusu ve ihtişamı bir hayranlık âbidesi… Fakat kendisine müptelâ olanları dikenleriyle kanatmaya mahkûmdur. Bir sanat ki; oluşturulurken sanatkârını kendisine köle ediyor. Bir âyine ki, yansıttığı sanat, sanatkârının tecelligâhlığını yapıyor. Bir yol ki, yolun sonu yolcusunun kararına göre ikilik gösteriyor. Bir sahra ki, bu çölün sahili yok! Yokluğa mahkûmdur eninde sonunda… Yokluk perdesi altında öyle mücevherat var ki, yokluğa vâsıl olanların mükâfatıdır. Zira o, “Var olmak istiyorsan Allah’ta yok ol!” kelâmındaki sırdır. Uğrunda ölmenin hedef edildiği bir dâvâ ki, sonu zevâl gibi görünür, fakat hakikati zahirdekinin tam zıddıdır. Ve öyle bir sevdâ ki, âşığı aşk cehenneminden vuslat cennetine yolcu ediyor.
Âlem bir aşk için yaratılmış ve aşk imiş her ne var âlemde… Dile gelse dağ, taş haykıracak aşikâr olarak aşkını! Heyhat ki, insan, dili var lâkin haykıramıyor…
O aşk ki Bilâl-i Habeşî’nin gönlünde ve dilindeydi. Yanık yanık okuyordu ezan-ı Muhammedî’yi. Zaten yanmadan nasıl pişilir ve kemâle erilir? O aşk ki; bağlıyor insanın elini, kolunu. Ve âşık yanıyor da, sönmek için su istemiyor. Ve her dâim “hoştur bana Sen’den gelen” diyor.
İnsan denize yansıyan ziyaya güneş dememeli. Zira o, güneşin su üzerine bir aksi, bir tecellisidir. Şöyle ki, geçici heves de aşk değildir. Kendine bir bekâ bulabilse aşk olacak belki. Lâkin bekâ kumaşı olmayan, hangi alıcıya kumaş biçebilir? Nasıl ki güneş guruba kayınca, ziyâda kaybolur. Öyle de aşk-ı mecazîler, ya zevâle ya da firaka mahkûmdur. Aynı kış güneşini andırır. Hâl böyleyken, geçici hevese ne cür’et, aşk denile.
“Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler malayani sayılabilir.(Mevlânâ Cami) Evet Cami, pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki mâbud yalnız Odur. Çünkü bu âlem, bütün mevcudatıyla, muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağâmâtıyla zikr-i İlâhi’nin halka-i kübrâsında beraber Lâ ilâhe illâ Hû der, vahdâniyete şehâdet eder…”(17.söz-s.83–84)
|
Tuba Nur KORKUT
08.06.2006
|
|
21.Yüzyılda Fatih olabilmek
“Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek,
Dağlardan çektiriler kalyonlar çekilecek,
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek,
Yürü, hâla ne diye oyunda oynaştasın,
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.”
Arif Nihat Asya, Fetih Marşı ile gençlere sesleniyor. Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaş, ülkemizin genç potansiyelini göz önüne alacak olursak, birçoğumuzun içinde bulunduğu yaştan çok fazla değil. Kolay mı yirmi bir yaşında bir şehri fethetmek? Aslında bir şehri fethetmenin de ötesinde, Fatih bir çağı fethetmiş. Köhne Bizans’la birlikte, Ortaçağın karanlığına son vermiş. Peki ya 21. yüzyılda? Kolay mı Fatih gibi olabilmek?
Henüz on iki yaşında tahta çıktığında, vatanın tehlikede olduğunu anlayarak babasına, “Eğer siz padişahsanız kâfirlerin hücumunu önlemek için gelip tahta oturmalısınız, yok ben padişahsam, emrediyorum; yine gelip tahta oturmalısınız. Padişaha itaat şarttır” şeklinde bir haber gönderiyor. Düşünün, bizi o yaşlarda memleket meseleleri hiç ilgilendirmiyordu ki… Oysa o çocukluğundan beri kendisini ideallerine adamıştı. İstanbul’u bir gün alacağını düşünüyor, planlar yapıyordu. Onun çocukluğunun hayâli, bir oyuncak, ya da bir bisiklet değil, koskoca bir şehirdi. Hem de o güne kadar defalarca kuşatılan, ama kimsenin fethetmeyi başaramadığı bir şehir. “Ya ben İstanbul’ u alırım, ya İstanbul beni” dedirtecek bir şehir.
Keşke kendisine sorabilseydik, büyük kaleleri yerle bir edecek topları nasıl icat ettiğini? Rumeli Hisarı’nın planını nasıl çizdiğini, hem de Peygamberimiz’in (a.s.m) adını yazacak şekilde. Bu ne büyük bir mimarlık, bu ne büyük bir zekâ. Ya gemilere bakır levhalardan zırh yapmasına ne demeli. Kuşatma ânında böyle mükemmel planları, ince hesaplamaları nasıl yapabildiğini kendisine sormak isterdim. Üstelik o zamanlar her şey insan gücü ile yapılıyordu. Bizim bugün sahip olduğumuz teknoloji onların elinde olsa, neler yaparlardı kim bilir?
Bizim bugüne kadar büyük sandığımız küçük ideallerimiz oldu. Hangimizin vatana millete faydalı olacak bir buluşu, bir icadı var? Ne kadar çaba sarfedip çalışıyoruz ülkemizin geleceği, insanlığın kurtuluşu adına? Oysa Fatih, yüksek idealleri olan, zamanını asla boşa geçirmeyen, tembellikten nefret eden bir gençti. Zamanın en çok kullanılan dillerinin hepsini bilmekte, sanatta, fende büyük bir ilme sahipti. Havan topunu icat etmesi, ilimde, bilimde, mimaride, edebiyatta şaheserler meydana getirmesi akıl alır gibi değil. O, aynı zamanda büyük bir şâirdi.
Peki ya şimdi, Fatih olabilmek?.. Kolay mı, zor mu; düşündürüyor beni. Şu dizeler imdadıma yetişiyor, biraz cesaretlendiriyor beni.
“Delikanlım işaret aldığın gün atandan,
Yürüyeceksin, millet yürüyecek arkandan,
Sana selam getirdimUlubatlı Hasan’dan,
Sen ki burçlara bayrak bayrak kumaştasın,
Fatih’ in İstanbul’u fethettiği yaştasın.”
Kimbilir, her genç fetih şuuru ile çok çalışırsa, büyük başarılar elde ederiz. İlimde, teknolojide, bilimde yeni fetihler yapabiliriz belki de. Ne dersiniz, uyuyan destanımızı uyandırmanın zamanı gelmedi mi?
|
Mehtap YILDIRIM
08.06.2006
|
|
Serzeniş
Gözlerimden akan her damla, cehennem ateşinden bir alevi söndürsün... Ve her kıyama duruşum, bir yemin olsun Ya Rab... Rüku edişim, baş eğmektir sana ve kalkışım Habib-i Zişanın vakarını yansıtsın... Sonra secdeye gidişim, “Her şeyin sahibi sensin, ben bir hiçim” deyişimdir. Yâ Rab! Günahkâr ellerimi kaldırıp Senden af dilemeye yüzüm yok, başım eğik, gönlüm biçare... Seni istiyorum yâ Rab! Seni diliyorum, yorgun bir kalple, buğulu gözlerle fanî bedenimin diyetini ödemek istiyorum. Bir teheccüd vakti başlasın yalvarışım ve sabah ezanına karışsın af yâ Rab!. “Af...” diyen çığlıklarım…
Sessiz hıçkırıklar yüreğimi dağlasın, mecazdan mânâya yürüyeyim yâ Rab! Seher vakti Seni zikrden bin bir çeşit hayvanât ve nebatât ve de camidâtın zikrine kat zikrimi. Bu sabah, doğan güneşle başlamasın günahlarım, isyanlarım. Bu sabah, sol taraftaki melek yazacak bir şey bulamasın, sağ tarafdaki melek hiç boş durmasın, yazsın istiğfarlarımı, Habîbine salavâtlarımı, kelime-i Tevhidlerimi, tekbirlerimi…
Bugün ve her gün aklımdan hiç çıkmasın, “Biz, insanları ve cinleri, ancak bize kulluk etsinler diye yarattık” âyet-i celîlesi. Ve yüzüm kıblenden başka tarafa yönelmesin ve bütün yüzler kıblene yönelsin. Kuşluk vakti girerken, kaçırdığım sabah namazları gelsin aklıma. Utana sıkıla huzuruna durup kaza etmenin verdiği ızdırapla ve kılabilmenin vakarıyla yine yemin olsun kıyamım ve baş eğmek olsun rûkum; sonra tüm acizliğimi sessiz çığlıklarla seccademe dökülen gözyaşlarım anlatsın!
Âlemlerin Rabb’i, âlemin Sahibi kapına geldim! Günahkâr bir dille yalvarıyorum ve aşk-ı Hak istiyorum yâ Rab! İstikamet diliyorum... Verdiğin bütün nimetlere, yarattığın tek bir zerreye varan mahlûkâtın adedince şükrolsun, Habibin Muhammed Mustafa (a.s.m)’ya salât ve selâm olsun .
Ey göz! Onun için yaş dökmüyorsan, kör ol! Ey kulak! Onun zikrini duymuyorsan, sağır ol! Ey gönül! Onu bilmiyorsan yok ol... yok ol... Zikirdir kalbin ilâcı, namazdır müminin mirâcı... İbadetsiz kul olunmaz, ibadetsiz hak bulunmaz. Zikirle başlasın Mevlâya yürüyüşüm, günde beş vakit Sana yürüt beni. Vuslat gününe kadar, o İlâhî düğünde beni kulluğuna kabul eyle! “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” İlâhî uyarısının bilincinde olmayı nasip et. Susuyorum yâ Rab! Tefekkürüm, tevekkülüm, Sana ayan, baş yerde, yürek serzenişte: Affeyle… Affeyle…Affeyle...
|
Mehtap ATLI
08.06.2006
|
|
Gözlerimden akan her damla, cehennem ateşinden bir alevi söndürsün... Ve her kıyama duruşum, bir yem
Yıkamadık önyargıları! Bak önyargıyla başladım! İsteseydik yıkacaktık; ama önyargıyı yıkmak, çaba ister. Çaba ise, nefse çok zor gelir! Kolay dururken, zor seçilir mi? Evet Müslümanlık zordur! Gereğini yapmak zordur, kâmil insan olmak zordur! Nefsini yenmek zordur! Ama, zor olduğu kadar lezzetlidir! Faziletin ve azizliğin verdiği lezzeti, nefsi insana veremez! O zaman aziz ve faziletli olmaya çalışalım. Ve aziz, faziletli insan önyargılı olmaz! İsmi üzerinde: önyargı! Ön neyin önü, ilmin önü, onu tanımadan önce, o konuyu bilmeden önce v.s.
Haydi, hep beraber ilk etapta önyargı yıkılmaz, önyargısını yıkalım. Çünkü bu önyargıyı yıkmadan, hiçbir önyargıyı yıkamayız! Ben şahsen önyargıya müsait bir insanım; çünkü Kürt olmam, Diyarbakırlı olmam, Nur Talebesi olmam, başörtülü olmam önyargıya sebep olabilir bazı kesimlerce! Benim görevim Kürtken PKK’yı savunmadığımı göstermek olacak! başörtülüyken açıkları dışlamamak olacak! Dindarken, dinin hoşgörü dini olduğunu amelimle göstermek olacak! Nur Talebesiyken, o kadar önyargı varken!... Hangisini sayayım. Hele ki bu mütedeyyin diye geçinen insanlardan olunca, bu durum beni daha çok kahrediyor. Bu durumda da diğer durumlarda olduğu gibi, önyargıyı yıkmak kâmil insan olmaya çalışmakla olacak! Yıkılmasa dahi görevini yaptıktan sonra üzüntü duyulmayacak! Üzüntü, hizmetin kezzabıdır! Ve zaten insanları hoşnut etmek değil gayemiz, Rabb’imizi hoşnut etmek… Önyargılarla da Allah için uğraşacağız! İslâm birliğini korumak için! Barış, huzur, hoşgörü, anlayış için. Nitekim hepsi üzerimize farz!
Kendimi düşünerek söyledim. Çünkü herkes kendisinden başlamalı! Toplum binasında herkes kendisiyle, yani tuğlasının tamiriyle uğraşmalı! Allah’ım, önyargılarımızı yık! Önyargılılara gerçeği anlatmayı nasip et! Âmin âmin âmin…
|
Hatice DURAK
08.06.2006
|
|
Hayat bizden uzaklaşınca
İnsan adım adım büyür, zirveye çıkmak için. Zirveye çıkar ve sonra sü-ratle bir binadan düşüyormuşcasına baş aşağı yuvarlanmaya başlar. Çocukluk günlerindeki sevinç, olgunluk çağlarındaki kudret yoktur, artık ölümün kolları olan hastalıkalar bünyesini sarmış, saçları ağarmış, yüzü buruşmuş, elleri titremeye başlamıştır. Taş sert, su boğucu, ateş yakıcıdır. Dünya dümdüz değildir, bahar ona gülmemekte, sonbahar ona ağlamaktadır. Gün ihtiyarlamış, mevsim ihtiyarlamış, asır ihtiyarlamış, genç ihtiyarlamış, dünya ihtiyarlamış.
Ölümün sesi, artık pek yakından duyulmaktadır. Zira bir köşede hiç kimse unutulmamış, herkes el sallayan bir gemi gibi ayrılmıştır limandan. Dünya insanı terk etmektedir. Bir durağa daha uğrayacaktır. İnsan ağlasa da, sızlasa da yolcusunu indirecektir. Ölüm nasıl birşeydir, nedir yani? Yok mu olacak insan, bir daha hiç gülmeyecek, hiç konuşmayacak, sevgililerini hiç görmeyecek midir? İnsan kabullenmez. Hâlden, ancak inancıyla kurtulur. Aldanmaya, kendini aldatmaya endişeye gerek yoktur; ölüm yokluk değil, terhis tezkeresidir.
|
Osman DURMAZ
08.06.2006
|
|
İnsan'a susmak
Gösterilen yolların çokluğundandır karmaşıklığım.
Sebepsiz sözlerin sükûtudur içimde haykıran,
Yalvarışlarımla duyurduğum sesimi…
Anlamsızlıkların hâkimiyetinde sürgün edilmiş birçok yanımla
Gidiyorum buralardan gecikmiş günlerin arefesinde
Düzensiz giden kuralların kıskacında, sorunların yoğunluğunda,
Doğruları arıyorum, cevabını bulamadığım…
Arayışlarım diz çöktürüyor bana, zorlandığım zorbalardan,
Geçemediğim yolların yokuşu çıkıyor karşıma yine
Boşluğu dolduramamanın sancısıyla gidiyorum elimdeki adrese
Yerini bulamamanın ümitsizliğiyle geriye dönüyorum çaresizce
Bu hâl çok vuku buluyor ruhumun boşluğunda…
Hayal edememenin imkânsızlığı sıkıyor beynimi
Bir meydan çizemiyorum, bir suret göremiyorum çıkmazlarda
Ağırlıkların birimi sarsıyor her yanımı, kaldırın bağırtılarıyla,
Uyanıyorum uykunun en derin yerinden…
Yaşam bu ya, sürprizler hep güzel çıkmıyor.
Maskelerin renkliliği yüzlere geçmiyor
İndirmeyin indirmeyin, çünkü görmekten korktuğum şey…
Yüzünüz değil yüzsüzlüğünüzdür!
Koşmaktan yoruldum, yürüyorum şehrin kaldırımlarında.
Arayışlarımın sükûtu çıkıyor karşıma
Yazılan sözlere bir yenisini daha ekliyorum
İnsana sustuğumda içime konuşuyorum hep…A
|
Nuriye TURGUT
08.06.2006
|
|
|
|