Herkes, “hür irâdesi” ile yaptığı işlerden mes’üldür. Çünkü, onları yaparken, herhangi bir baskı altında kalmadığını gayet iyi bilmektedir. Meselâ, insan yoldan giderken, önüne büyük bir çukur çıksa, “Ne yapayım, kaderimde bu da varmış!” deyip içine atlamamakta; yolunu değiştirmektedir. Aslında, kötü işler yapıp, günah işleyip, yoldan sapanlar, “Ben kaderin mahkûmuyum!” diyerek kendilerini mazur gösterirken; iyi işleri kendilerine mal ediyorlar.
Böylece kendilerini müdafaa etmekte ve mazur göstermek istemektedirler. Oysa, cinâyet işleyen, hırsızlık yapan ve bir başka suç ile günâha girenler, vicdânen bilirler ki, mahkûm değiller, zorlanmamakta, herhangi bir baskıya mâruz kalmamaktadırlar. Zîrâ, kendilerini öldürmeye teşebbüs edip, mallarını çalmaya çalışanların, “Biz kaderin mahkûmuyuz, ne yapalım, alnımıza yazılmış!” gibi saçma-sapan mazeretlerini kabul etmezler.
Okul kaderdir. Talebenin “okul” meselelerinde, yalnız “okumak” ve “hocalarla olan münâsebeti” dahilinde mesuliyeti vardır. Dersine çalışmayan, vazifesini yerine getirmeyen bir öğrenci, suçu öğretmene ve okula yükleyemez! Hayrettir ki, hiçbir Cebriyeci, suratının ortasına yediği yumruk sahibine, “Ne yapalım, sen rüzgârın önüne kapılmış bir kuru yaprak gibisin!” demediği halde; işlediği günah ve kötülükleri kadere yükleme cehaletini gösterebilmektedir.
Özetlersek; dünyaya gönderilişimiz bir imtihan. İmtihanın gerçekleşebilmesi için de “hür irâde” lâzımdır. Dolayısıyla, yaradılış ve dünyaya gönderilişimizin mayasında, hürriyet ve serbestlik vardır. İnsan kimliğinin, şahsiyetinin en önemli vasıflarından birisi olan hürriyet, “Rabbinin lütuf ve ihsanı hiç kimseden men olunamaz” (İsrâ, 20.) âyetiyle “Atiyye-i Rahman” yâni Rahman olan Cenâb-ı Hakkın bir bağışıdır...
Dolayısıyla ahlâktan yana tavır almak da, karşı gelmek de hür irâde çerçevesinde gerçekleşir. Ahlâkî davranışlarımıza da bu açıdan bakmamız gerekir. Sorumlu olduğumuz ahlâkî davranışlarımızda tamamen hürüz, serbestiz. Asla Cebriyecilerin düşündüğü gibi, bir baskı ve zorlama altında değiliz. Ki, zorlanarak, yapmaya mecbur bırakıldığımız fiil, davranış ve hareketlerimizden ise sorumlu değiliz.
Meselâ, oruç tutmak bir ibâdettir. İftar vakti girmeden, başkası zorla, baskıyla ağzımıza yiyecek ve içecek koysa ve yutsak, orucumuz bozulmaz. Eğer takdir tek belirleyici unsur olsaydı o zaman imtihana, peygambere, güzel ve çirkin fiillere, sevap ve günaha, Cennet ve Cehenneme ne gerek vardı; neden insan yaptığı kötü işlerden, fiillerden dolayı sorumlu tutulsun ki? Demek, davranış biçimimizi belirleyen biziz. Yaratan ise, Allah’tır. Fark edileceği gibi, karıştırdığımız nokta, istemenin ayrı; bilmenin ve yaratmanın ayrı hususlar olduğudur.
11.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|