Türkiye’nin devâsâ hayatî meseleleri var. Her birinin çözümü yıllar sürecek mücadele, himmet ve azme muhtaç. Düşünce adamının vazifesi, her türlü rezilliğe karşı durmak, bütün haksızlıklara baş kaldırmaktır. Ölmüş bir cemiyeti “diriltmek” de onun vazifesi. Sesi, İsrafil’in Sûr’u kadar gür, onun kadar heybetli çıkmak zorunda... İster istemez bağıracak, ister istemez gürleyecektir.
Lâkin bu gün farklı bir yazı yazmaya niyetlendim. İ’tidâl adına üslûbumun tedirgin ediciliğinden yakınan bazı okuyucularımın düşünce ve hissiyatına hürmeten yazacağım. Olabildiğince yumuşak, olabildiğince dertsiz bir cemiyetin mes’ûd devirlerinden kalma, bir eski zaman bestesi gibi. Mümkün mü? Göreceğiz...
***
Aylarca sporsuz geçirdiğim tekdüze şehir hayatının bünyemde meydana getirdiği yorgunluğu atmak için, nihayet irâdeli davranıp, sabah namazından sonra dışarı çıktım. Büyük Çamlıca’nın ikinci tepesinin—TRT vericisinin bulunduğu tepe—Boğaz ve Marmara’ya bakan koruluğuna daldım. Burası yıllardan beri yanından araçla geçip, bir türlü içine girmediğim, korudan ziyâde kendi hâlinde, bakımsız yeşil bir bölge. Muhteşem bir manzaraya hâkim yeşilliğin, insandan haber veren tarafları elem verici: Günübirlik piknikçi, tinerci ve işsiz-güçsüz ayyaşların geride bıraktığı kirliliği, üç-beş yıl önce dikilen ağaçların bakımsızlığı tamamlıyor. Yeşilliği boydan boya yaran tozlu bir araç yolu, orta göbekte boş bir sahaya bağlanıyor. Küçük bir futbol sahası büyüklüğündeki bu alanda bir tanker, iki de çadır yeşilin böğründe, işleyen bir yaranın ana müştemilatı gibi duruyor.
Ağzı açık küçük çadırdaki hareketliliği fark edince, gayr-ı irâdî oraya yöneldim. Birbirine bitiştirilmiş üç-dört masanın etrafında, on-onbeş kişilik bir grup kahvaltı yapıyor. Bunlar, Büyükşehir Belediyesinin park ve bahçe işlerinde çalıştırdığı mevsimlik işçiler. Çoğu Diyarbakırlı... Büyük çadırda yorgun vücutlarını uykunun kollarında dinlendiriyor, küçük çadırda da hayat meşgalesinin birinci müsebbibi mideyi memnun etmeye çalışıyorlar. Hayat şartlarının güçlükleri ne ise de, kazandıkları paranın azlığı, müşterek şikâyetleri... Bu ülkenin ekser insanları gibi, onlar da daha rahat, daha müreffeh bir hayat hasreti içinde güne başlıyorlar.
Büyükşehir Belediyesinin İstanbul’u güzelleştirmek ve yaşanabilir kılmak için verdiği mücadeleyi takdir edenlerdenim. Son aylarda, bilhassa trafiği rahatlatmaya yönelik her tarafta hummalı bir faaliyet göze çarpıyor. Yol güzergâhları ve ana kavşakların on yıl öncesi izbe hallerinden eser yok. Her köşe dâvetkâr bir park, bir mesire yeri şûhluğu içinde göz kırpıyor. Ne var ki, İstanbul için, Boğaz gibi, eşsiz manzara hâkimiyetiyle Çamlıca da eski sevdâdır. Merhum Necip Fâzıl’ın, “Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği,/ Çamlıca’da yerdedir göklerin derinliği.” dediği bu muhteşem ikili, İstanbul’un zenginliğini muhayyelelere taşıyan eski zaman dilberleri. İkisi de nezih, ikisi de ma’mûr, ikisi de iffet gibi temiz olmalı.
Boğaz ne ise de, yazık ki Çamlıca öyle değil. Gözlerden ırak kalmış bu köşenin derbeder hâli, bir mimarın idare ettiği bir şehre yakışmıyor, İstanbul’a ise asla... Bütçesi orta çaplı bir devlet bütçesinden büyük olan İstanbul Büyükşehir Belediyesinin Çamlıca’ya karşı bu hasisliğini anlamak, imkânsız. Halbuki her üç tepesi ile Çamlıca’lar İstanbul ve sevdâlıları için birer Cennet köşesi olabilir. Tabiîliğini bozmadan imar edilmeleri durumunda, nefes almakta zorlanan İstanbullular için sabah yürüyüşleri, ikindi çayları ve hafta sonu piknikleri için büyük zenginlik olur.
Büyük Çamlıca’nın yarı metruk, harâbe-zârı andıran hâli, Küçük Çamlıca’da bir nebze daha iyi bir çehre ile karşımıza çıkıyor. Büyük sedir ağaçları, yıllara meydan okuyan kalın gövdeli meşeleri, koyu gölgeli ıhlamurları ile tam bir yeşil Cennet’i. On yıl kadar önce Marmara’ya hâkim cephesine oturtulan eski zaman mimarîmizin kopyası köşk ile aksi istikamette, orta yerlerde ağaçların içine gizlenmiş ikinci bir köşkün vaziyeti içler acısı. Lokanta ve çay bahçesi olarak kullanılan birinci köşkün yer yer dökülen saçakları, düşen mermer kaplamaları yakın geçmişi hatırlandığında, hayreti mucib. Bu kadar kısa zamanda bu çapta bir yıpranmışlık, kabul edilebilir gibi değil. Köşkü işleten firmanın ilgisizliği, güzelim yapıyı, korkarım ki bir kaç yıl zarfında tanınmaz hale getirecek.
Kafeterya olarak plânlanan ve hiç açılmadan tahribata terk edilen diğer köşk ise görülmeye değer. Bütün camları kırılmış, duvarları yazılardan görünmez hâle gelmiş, lime lime dökülüyor. Ehil birilerine işletmesi meccanen bile devredilse, Çamlıca adına kazanç olur. Daha da iyisi, küçük bir kütüphâneye çevirmek olur. Eminim bir mabed gibi, sürekli ziyaretçileri olur. İstanbulluların gözlerine hitâb eden Kadir Topbaş Beyin, düşünen kafalara da seslenmeyi kazanç sayacağını umarım.
Hiç şüphesiz korusunun yayıldığı geniş alan, kısmen hazır alt yapısıyla Küçük Çamlıca, daha küçük bir himmet ve bütçe ile ıslâh edilebilir. Dört başı ma’mûr Çamlıca projesinin Kadir Beyi rahmet ve minnetle İstanbulluların gönlüne oturtacağına şüphe yok. İstanbul’un çehresini güzelleştirmeye yönelik faaliyetleri taçlandıracak böylesi bir projenin başlatıldığını görmek, bu satırların yazarı için de büyük bahtiyarlık olur. Lütfen Kadir Bey, bir mimar olarak İstanbul’a sevdâlı olduğunuzu gösteriniz. Bundan daha iyi bir ilân-ı aşk olmaz...
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|