Dilekçe Komisyonunda Çin rekabeti
Çin mallarının, ucuz ve kalitesiz olmaları nedeni ile ülke ekonomisini olumsuz yönde etkilediği ve buna bağlı olarak üretim ve istihdamın azalmasına sebep olduğu, artık “TBMM Dilekçe Komisyonu Genel Kurul” kararı ile tesbit edilmiş durumda. Yani, sağır sultanın duyduğunu, herhangi bir şüphe ve yanlışlığa mahal vermeden Komisyon tesbit etmiş durumda.
İstanbul’da oturan Eyüp Ceylan, muhtemel olarak Çin mallarının yıkıcı rekabetine dayanamayan sanayici olarak son çareyi Komisyona müracaat etmekte bulmuş. Dilekçesinde, “Bundan bir ay önce tanesini 1 YTL’den olmak üzere beş porselen kupa bardak aldım işportadan. İşporta’da kural en son satıcının en fazla kazanması olduğuna göre, işportacı 0,5 Ykrş, toptancı 0,254 Ykrş kazansa, bu bardakların Çin’deki fiyatı 0,25 Ykrş’dan fazla olmayacaktır. Bu fiyat ise, rekabet etmeyi imkânsız bırakmaktadır” şeklinde uyarıda bulunmuş.
Bunlardan ayrı olarak, başkanlığını Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman’ın yaptığı Dilekçe Komisyonu raporunda bir çok ilginç noktaya temas edilmiş. Çin malları Türkiye’de 30 sektörü etkiliyor. Piyasadaki her, 100 oyuncaktan 95’i, 100 armatür’den 76’sı, 100 gözlükten 50’si ve 100 halıdan 25’inin Çin malı olduğuna dikkat çekiliyor…
Çin mallarının ülkemize hızlı girişinin temelinde AB ile imzalanan Gümrük Birliği anlaşması gereği (10 Madde) olduğu ve “AB mevzuatına göre belgelendirilmiş malların serbest dolaşımının Türkiye tarafından engellenemediği”, dolayısıyla malların doğrudan girdiğinin altı çiziliyor. Buna rağmen, Gümrük Müsteşarlığı tarafından 78 mala anti-damping uygulandığı ve 21 malda ise, soruşturmanın açıldığı yine raporda ifade edilmekte.
Yine Çin’den yapılan ithalatın 2003 yılında 2.160 milyon dolar iken, 2005 yılında 6.866 milyon dolara ulaştığı, bu rakamın resmî istatistiklere göre, kaçak giren, yalan beyan yolu ile giren, çifte fatura veya benzeri yollarla giren mallarla birlikte hesaplandığında, çok daha büyük olacağı açıktır. Meselâ, 1 milyon adet olarak beyan edilen ayakkabı konteynerinden 3 milyon adet ayakkabı çıkabilmektedir.
Dış ticaret istatistiklerine bakacak olursak; son 10 yılda Çin’den 20.6 milyar dolarlık ithalat yapan Türkiye, aynı sürede bu ülkeye sadece 2.2 milyar dolarlık mal satabildi. Çin ile dış ticaret açığı son 1996-2005 döneminde 18.4 milyar doları buldu. 2005 yılında Türkiye’nin Çin’den yaptığı ithalat 6,8 milyar dolar düzeyine ulaştığı halde, ihracatımız ise, maalesef sadece 541 milyon dolarda kaldı. Yani, dış ticaret açığımız 1’e 13 oranına ulaşmıştır.
Türk firmalarının Çin ile rekabeti Çin’de mal üreterek, aynı markayla mal satmak şekliyle uygulanmaya başlamıştır. Üstelik 5-6 bin kişi çalıştıran büyük fabrikalar kurularak yapılmaktadır. Çin’e gidip gelen bir arkadaşın söylediğine göre, 40-50 dolarlık ücretlerle insanlar çalıştırılmaktadır. Bunun tabiî sonucu, insanlar, ancak karın tokluğuna çalışırken, fabrikadan bir şeyler yürütmek oldukça masum görülen işlemler olarak kabul edilmektedir. Yine aynı arkadaşın verdiği başka bir örnekte, plastik pencere üreten bir fabrika işçisini evine gidildiğinde kullanamayacağı ve belki satamayacağı kadar çok plastik pencereyi evine götürdüğü görülmüş. Ayrıca, her Çin malının kalitesiz olduğu doğru değilmiş. Her kalite de mal bulmak mümkünmüş.
Meslek kuruluşları ve sivil toplum kuruluşlarının görüşlerine göre; Çin malları ile rekabetin yalnızca gümrük denetlemeleri veya polisiye tedbirlerle olamayacağı, bunun yanında Çin ile veya diğer ülkelerle rekabette maliyetin tek unsur olmadığı, bu rekabetin yeni teknoloji ve buluşlar ile kazanılabileceği belirtiliyor.
Bunun yanında, bir şekilde Çin’de uygulanmakta olan ve kendi insanlarının emeğini sömürmek üzerine kurulu düzende, insan haklarını gözeten sosyal politikaların üretilmesi, sendikal hakların kurumsallaştırılması için talebin yönlendirilmesi ile birlikte tarife dışı engellemelerin uygulanabilirliği üzerinde çalışılması gereği ortaya çıkmaktadır. Aksi halde Çin ile olan dış ticaret açığımızın giderek daha fazla açılmasından, ülke içi üretimimiz ve istihdamımız daha da olumsuz etkilenmeye devam edecektir.
|
Emin Talha KARAMUSA
12.06.2006
|
|
Kurumsal sosyal sorumluluk toplantısı
AB yoluna Türkiye’nin demokratikleşmesinin yolunun, sivil toplumun kendilerini ilgilendiren konularda seslerini duyurabilmelerinden, güçlü ve altyapısı sağlam sivil toplum örgütlenmesinden geçtiğine inanan Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Topluluğu, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör arasında işbirliğini sağlayacak bir platform oluşturma düşüncesinden hareketle, “Ben de Varım Projesi”ni oluşturdu.
Ben de Varım Projesi’nin çalışma alanını özel sektör kuruluşlarının sivil toplum kuruluşlarına deneyim aktarımı olarak belirleyen topluluk, projede birincil önemi sivil toplum kuruluşlarının kurumsallaşmasına veriyor.
Proje kapsamında Türkiye’de kurumsal sosyal sorumluluk, sivil toplum kuruluşlarının kurumsal sosyal sorumluluk projelerindeki yeri ile örnek uygulama incelemelerinin sunulacağı bir de toplantı düzenleniyor. Toplum Gönüllüleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Betil’in konuşmacı olarak katılacağı toplantı 16 Haziran, 2006 tarihinde, Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilecek.
Dünyada 8,4 milyon mülteci var
Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü’nün yayımladığı yıllık istatistikî veriler, dünyada şu anda 8, 4 milyon insanın mülteci konumunda olduğunu ortaya koyuyor. Ancak örgüt, iç göçe maruz kalanların sayısının artmakta olduğuna işaret ediyor.
Buna göre, dünya genelinde mülteci sayısı düşüyor olsa bile, çatışmalar ya da baskı sonucu evlerini terk etmek zorunda kalanların sayısı hâlâ artıyor. Aradaki tek fark sınır geçmemiş olmaları.
Mülteci rakamları, 2005 yılında bir milyondan biraz daha fazla azalırken, BM mülteci örgütü için kaygı verici durumda insanların sayısı 19,5 milyondan 21 milyona çıktı. Bunun sebebi, iç göçe maruz kalanların sayısının çok hızlı artması.
Sudan ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde on binlerce kişi evlerini terk etmeye devam ediyor. Kendi ülkelerinde mülteci konumundalar, en basit ihtiyaçlarını dahi gidermekten yoksun, kamp hayatı yaşıyorlar.
Bu arada sanayileşmiş ülkelerde, iltica hakkı arayanların sayısında keskin düşüş görülüyor. İngiltere’de meselâ, 2004’e kıyasla 2005’te yüzde 25 oranında bir düşüş var. BM mülteci örgütü, refah içindeki ülkelerin dünyanın kalkınmakta olan kesimlerinden yerlerinden sökülüp çıkarılan insanları ve bu insanların pek çoğunun şu anda gördüklerinden daha fazla yardıma ihtiyaçları olduğunu hatırlamasını istiyor.
Dernekler Kanununda değişiklik
5253 sayılı Dernekler Kanununun 27. maddesinde yapılan değişiklikle, İçişleri Bakanı tarafından görevden uzaklaştırılan kamu yararına çalışan dernek organlarının yerine dernek merkezinin bulunduğu ilin valisi, sulh hukuk mahkemesinden kayyum atanmasını isteyecek. Değişikliğe göre, “Mahkeme bir hafta içinde, öncelikle dernek üyeleri arasından görevden uzaklaştırılanların sayısı kadar kayyum atanmasına karar verir ve bu kararda kayyumun görev ve yetkileri ile dernek tarafından kayyuma verilecek ücret de belirtilir. Kayyumun görevi dâvâ sonucu verilen hüküm kesinleşinceye kadar devam eder. Çeşitli nedenlerle boşalan bu kayyumların yerine, aynı usûlle yeni kayyum atanır.”
2005’te 115 sendikacı öldürüldü
Uluslararası Özgür Sendikalar Konfederasyonu’nun 2005 raporuna göre, dünya genelinde 115 sendikacı sendikal hakları savundukları gerekçesiyle öldürüldü, bin 600 sendikacı saldırılara maruz kaldı, 9 bin sendikacı da gözaltına alındı. Raporda, 10 bin işçinin de sendikal faaliyetlerde bulundukları gerekçesiyle işten atıldığına dikkat çekildi.
Uluslararası Özgür Sendikalar Konfederasyonu Genel Sekreteri Guy Ryder, kadın çalışanlar ve göçmen işçilere yönelik uygulamaların endişe verici düzeyde olduğunu söyledi. Ryder, “Bu yılkı rapor, ciddî endişeleri taşıyacak düzeyde. Özellikle kadınlar, göçmen işçiler ve kamu sektöründe çalışanlar için. Ölü sayısı bir önceki yıla oranla az. Ancak işçilere yönelik saldırılarda artış yaşanıyor” dedi.
Raporda Türkiye’ye de bir bölüm ayrılıyor. Türkiye’de iş yasalarının hem kamu sektöründe hem özel sektörde sendikal hakların korunması açısından yetersiz olduğu kaydediliyor. Örgütlenme özgürlüğü açısından sürmekte olan kısıtlamalar olduğu vurgulanırken, eğitim sektöründe çalışanlara yönelik şiddet kullanıldığı ifade edildi. 500’ün üzerinde işçinin sendikal faaliyetlerde yer alması sebebiyle işten çıkarıldığına dikkat çekildi.
|
12.06.2006
|
|
TMK ve STK
Terörle Mücadele Kanunu (TMK) dolayısıyla, sivil toplum kuruluşlarının (STK) adı, basında silâhsız toplum kuruluşları olarak geçmeye başladı. Silâhsız da olsalar, sivil ve gönüllü kuruluşları anarken ‘silâh’ isminin geçmesi hoş değil, ama kendilerini ifade etmek ve TMK ile kendilerine gelecek tehlikeye dikkat çekmek için, kullanmak da gerekli oldu.
Ülke olarak işgal, silâh, savaş, saldırı, top, tüfek, tank ve karşı cephe gibi şiddet ifade eden kelimeleri normal hayatta ve sporda sık sık kullanırken, nihayet TMK ile gönüllü işlerde dahi kullanmayı becerdik!
Sık olarak tekrarladığımız gibi, STK’lar “toplum yararına” gönüllü kuruluşlardır. Silâhlı terör kuruluşları ise, “toplum zararına” örgütler olup, buralara gönüllü veya zorla katılımlar olabilmektedir.
TMK tasarısında “toplum zararına” ve “toplum yararına” olanları aynı kefeye koymak; silâhlı terör örgütleri ya da çeteler var diye, tüm gönüllüleri töhmet altında bırakmak, onları cezalandırmak için bahaneler icat etmek, hangi akıl ve insafın eseri acaba?
Kanun bu haliyle geçerse, sivil toplum örgütlerinin, silâhlı terör örgütleri gibi muameleye tâbi tutulma ihtimali, haklı olarak sivil inisiyatiflerin de tepkisini çekti. Bu kanunun aslında silâhlı terörle değil, sivil toplumla mücadele kanunu olduğu konusunda yaygın kanaat var.
TMK tasarısında muğlak ve elastikî ifadeler kullanılıyor olması, suçun tarifinde net olunmaması işlerin yine karar vericilerin ve uygulayıcıların insaflarına, keyfine ve konjonktüre bırakılıyor olması, endişeleri arttırıyor.
Hukukçular da, insanımız da endişeli. Nasıl endişeli olunmasın ki? Ülkemizde “yangın çıkma tehlikesi var diye tüm kibritleri imha etmek” kültürü henüz sona ermedi. Ayrıca kitabın ismi “Ramazan'a dairdir” olduğu halde, köydeki tüm Ramazan isimlileri nezarete atmak gibi garabetler yaşandığı henüz hafızalarda. İşte TMK’daki muğlak ibareler, bu konularda oldukça tecrübeli olan insanımızın vicdanında başına neler gelebileceğini tahmin ettiriyor!
Bu kanun tasarısında, ülkenin en medenî kuruluşları olan gönüllü kuruluşları, en bedevî terör kuruluşları ile yan yana zikretmek dahi bir zûldür. Menfî unsurların, zaten kaybedecekleri bir şeyleri olmadığına göre, onlar sanırım bu tablo karşısında kıs kıs gülüyorlardır.
İlkesi “toplumsal yarar” esasına dayalı gönüllülük olan STK’ların gönüllü oldukları alanda hizmetlerini yürütürlerken, benzer argümanları kullanan kötü niyetli bir silâhlı çete veya örgüt yüzünden başlarının belâya girme ihtimali kanun koyucularca sıfırlanmalıdır.
|
Prof. Dr. Gürbüz AKSOY
12.06.2006
|
|
Çocuk yuvaları sivil denetime açılsın
Diyarbakır’daki çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtlarının son 3 yıllık kayıtlarının incelenmesi sonucu, 34 çocuğun kayıp olduğu ortaya çıktı. Diyarbakır Barosu Çocuk Hakları Merkezi’nden avukat Cengiz Analay, Diyarbakır’da 34 çocuğun kaybolmasının Türkiye’de korunmaya muhtaç çocuklarla ilgili mevcut işleyişten ayrı düşünülemeyeceği görüşünde.
“Türkiye’de korunma ihtiyacı olan çocuk sayısının çok olması ve bu konuda devletin istikrarlı bir politikasının olmayışı sorunu çözümsüz hale getiriyor” diye konuşan Analay, özellikle korunma ihtiyacı olan çocuklarla ilgilenen Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun (SHÇEK) bu konuda yetersiz kaldığını vurguladı.
Analay, bakıma muhtaç çocukların sorumluluğunu tümüyle SHÇEK’e bırakılmaması, bu konuda sivil toplum örgütlerinin de katılımının sağlanması gerektiğini, SHÇEK’e bağlı kurumların sivil denetime açılmasının gerek kurum içinde, gerekse kurum dışında olan çocukların esenliği açısından büyük önem taşıdığını belirtti.
|
12.06.2006
|