Çevremize baktığımızda canlı cansız her şeyi şekilleriyle idrak ederiz. Haritada kıt’aları, denizleri, gölleri ve yüzlerce devleti siyasî ve coğrafî sınırlarıyla görürüz. Şekil demek sınır demek, çizgi demek, had demek, hudud demek.
Ressam resim çizerken tıpkı harita gibi sınır çizgisini çizerek resme başlar. Çizgiler mutlaka çizildiği yerde kalmalı. Mürekkep ya da boya çizgiyi ve hududu aşmamalı, taşmamalı. Kâğıt ve boya ona göre seçilmeli. Kâğıda çizilen bir gül ya da göz resmi iki boyutlu olmakla birlikte, gözün ve gülün kendisi üç boyutludur ve sadece modeli için bile son teknolojiyi ihtiva eden iyi bir bilgisayar yazılımı gereklidir.
Mürekkep, nasıl çizildiği yerde kalmalı ise ve ülkeler sınırlarını en azından fizikî olarak nasıl korumaya çalışıyorsa; canlıların da iç ve dış şekilleri aynı şekilde korunmak zorunda. Aksi takdirde ne gözümüz göz olur, ne de elimiz el.
Âlemlerin Rabbi karaların ve denizlerin şekillerini ve sınırlarını çizdiği gibi sayısız bitki ve hayvanın da şekillerini en ince detaylarına kadar çizer, her insana ayrı bir sima, ayrı bir retina ve ayrı bir parmak izi verir. Yaşayan canlıların uzuvlarının sınırları ve oranı muhafaza edilerek büyür. Yeni doğmuş bir çocuğun eli mükemmel bir kalıptan çıkmış gibidir.
Hatta kalıptan çıkmak yanlış bir tâbir. Çünkü sanki dışında sürekli tazelenen şeffaf ve harekete mâni olmayan bir kalıp hâlâ mevcuttur ve yıllarca o nazenin parmaklar izleri bozulmadan o kalıba göre büyür.
Şimdi kendimize bir soru soralım, Cenâb-ı Hak, esasta benzerlikleri, detayda ise farklılıkları binlerce mu’cizeyi gösteren bunca mahlûkatı kalıplarla mı yaratır? Eğer kalıp varsa nasıl bir kalıptır? Aslında bu soru eski çağlardan beri insanın aklını kurcalayan bir sorudur.
Eski Atina’da bir fırıncı hem satışları arttırmak ve hem de san’atını göstermek maksadıyla, at ve tavşan gibi hayvanlar şeklinde ekmek imal etmeye başlayınca meşhur filozof Eflatun’un dikkatini çekmiş. Şekilli ekmeklerin, hepsinin aynı olmasının sırrını anlamaya çalışmış. Daha sonra fırıncının kalıp kullandığını görünce merakını gidereceğini düşünürken büsbütün artmış. Çünkü etrafında gördüğü bütün gerçek atların da, yavruları olan tayları ile birlikte birbirine benzemesi onu düşünmeye sevk etmiş. Eflatun, sıfatlarında hata etse de, şu kâinatı yaratan bir yaratıcının olduğuna inanıyordu. Fırındaki hamurların kendi kendine at şekline gireceğine ihtimal verecek kadar aptal birisi olmadığı gibi, atların da kendi kendine oluştuğunu iddia edecek kadar mantıksız değildi. Fırından çıktıktan sonra düşündüğü; yaratıcının atları, tavşanları ve insanları yaratırken nasıl bir sistem kullandığı idi.
Yaratıcının fıtrat kanunları olarak özellikle manevî boyutta çizdiği sınırları bilmeyenler ya da kabullenmeyenler, kalıpçılardan mı ilham aldı bilinmez ama, kendi aklıyla oluşturduğu kalıpları topluma uygulamaya çalışarak büyük kargaşalara sebep oldular. Eski Yunan’da buna benzer bir çok felsefî akım oluştu. Bazıları o anlayışı bugün de devam ettirmek istiyor. İlâhî ölçülere sığmayan ve topluma dar gelen yasakçı kalıplar parçalanmaya başladıkça, kalıplar ve elbise yerine, vücut kesilip biçilmeye en azından deforme edilmeye çalışılıyor.
Kayda geçen ilk kalıp tartışmaların üzerinden iki bin küsur yıl geçti. Binlerce yıldan bu yana maddiyatçılara ve tabiatçılara imdad edecek, her bir canlıya şekil verecek maddî bir kalıp henüz bulunamadı. Gerçi kalıp olsa bile mutlaka yine bir kalıpçı şart. O zamandan bu yana küçük âlemde, canlı ve cansızların yapı taşı olan atom, elektron, hücre ve sanki kader kitabı olan DNA gibi binlerce keşif yapıldı. Dağları tepeleri aşıp gelerek midemize giren bir gıda, bir çok karmaşık yolu ve işlemi takib ederek göze ya da başka bir uzva gelip yerleşiyor, ne ileri gidiyor, ne de geri kalıyor, bir kalıba dayanmış gibi sınırda duruyor. Aslında geldiği ve yerleştiği yer DNA’larda yazıldığı yer. Gözün kubbesine yerleşen bu gıdanın macerası, dağdaki şekilsiz kaba bir taşın, Ayasofya veya Süleymaniye’nin kubbesine bir mimarın projesi ile yerleşmesi macerasından daha basit değildir. Gıdaların ya da taşın kendi kendine ya da kör ve sağır tabiatın tesiriyle gelip yerleştiğini iddia etmek, o hücre ve atomların ya da taşın Eflatun kadar zekî ve Mimar Sinan kadar kabiliyetli olduğunu iddia etmek kadar mantıksızdır.
Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi, insanın içi dışından ne kadar harika ise, ruhu da cesedinden o kadar harikadır. Meselâ kalblerdeki sevgi ya da annelerdeki birbirine tıpa tıp benzeyen şefkat acaba nasıl bir kalıpta imal edilerek tek tek dağıtıldı? Belki de bizim kalıp dediğimiz şey Âlemlerin Rabbinin esma-i hüsnasının Adl, Mukaddir ve Musavvir ismine göre birer tecellîsi. En iyi, yapan bildiğine göre, rahat ve huzur isteyen, Yaratıcının talimatına göre yaşamalı.
Bu kalıp neden bu kadar önemli? Karıncadan file, yapraktan çiçeğe, insanın maddî ve manevî kalbinin kalıplarından parmak uçlarına ve izlerine kadar şekil veren, uzuvlarına çizgiler ve sınırlar çeken sonsuz bir ilim ve kudretin, insanın hayat çizgisinden habersiz veya ilgisiz kalması, tesadüfe havale etmesi, başı boş bırakması mümkün mü? Demek ki, hadise sadece bir biyoloji veya san’at boyutunda kalmıyor. Nasıl şekilli ekmekler sadece imalat ve san’at boyutunda bırakılmak ya da çöpe atılmak yerine, mülkiyet sınırları çizilerek önce sergilendiği ve sonra da kendi ölçüsünde maddî ve manevî bir ücret istenildiği gibi Yaratıcı da elbette yarattıklarını izleyecek, hak ve hukuk gibi sınırlar çizecek ve şanına yakışır bir ücret ve bedel isteyecek.
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|