Dünya kurulduğundan bu yana insanlar birbirleriyle iletişim kurmuşlar ve bir etkileşim meydana gelmiş. Komşuluk ilişkileri gün geçtikçe yerini sürekli oturup kalkmalara, tadı damaklarda kalan çay sohbetlerine ve hatta evin bir bireyi şeklinde anılmaya kadar gitmiştir.
Çok iyi hatırlıyorum ben henüz 5-6 yaşlarındayken bizim bir “komşu annemiz” vardı. İsmi Sebahat olan bu teyzeye neden komşu anne derdik o zamanlar anlayamamıştım. Ama o kadar yakın ve o kadar sıcak kanlıydı ki anne gibi komşuydu anlayacağınız. O her gün bizdeydi ya da biz her gün onda. Çok tatlı kızları vardı. Biz onlarla masanın altında kendimize ev yapar, oyuncak bardaklara su koyup çay diye içerdik. Yaptığımız su çaylarını annelerimize, “Hadi bize misafirliğe gelin, bakın size çay yaptık” diye gerçeğe yakın hale getirmeye de bayılırdık. Ama hatır için içilen oyuncak çayları, bir süre sonra çay tiryakisi ve su sevmez annemi çılgına çevirirdi. Annem: “Ama su içmekten karnım ağrıdı” derdi. Bizim cevabımız ise topluca ve sesli olarak hep aynı şekilde verilirdi: “Anne o su değil çaaaaaaay!.” Masanın üstüne örttüğümüz battaniye (Neden daha ince bir örtü kullanmamıştık acaba, sanırım içerisi karanlık olsun diye. Çünkü içeride lamba yakıp kendimize ait bir masalın kahramanı olabileceğimizi düşünüyorduk.) bizim için önemliydi, çünkü evimizin sınırlarını çiziyordu. Bu çocukça oyunların içinde çok büyükçe bir sevgi yatıyordu.
Hal böyle olunca da “misafirlik” akrabalıktan da öte bir kan bağı taşır hale geldi bizler için. Komşuluğun ne demek olduğunu öğrendim ben büyürken. Ülkemden ayrılırken canıma hiçbir komşum dokunmadı nedense. Aslında bunun sebebi çok açık. Gündelik hayatın keşmekeşinde o kadar kaybolduk ki komşularımızla iki çift lâf edemeden akşam olmaya başladı. Bir zamanların anne yarısının hayatında neler değişti, bizim hiç haberimiz olmadı. Biz aynı zamanda koşuyorduk, zamanı yakalamak için. Ailem ve sevdiklerim, sosyal yaşantım ve İstanbul’umdu benim canımı yakan.
***
Amerika’nın her eyaletinde birbirinden neredeyse tamamen bağımsız komşuluk ilişkileri yaşanıyor. Eğer bir şehir büyük ve hareketliyse oradaki ilişkiler daha mesafeli ve sıradan, (Boston, New York… vs.) eğer bir şehir küçük ve kasabamsı bir hava içindeyse oradaki ilişkiler de çok sıcak ve içten (Tapma, Orlando, N. Carolina… vs.). Bunlar sadece Türkler arasında değil diğer yabancılar için de böyle. Çok da şaşılacak bir durum değil aslında. Türkiye’nin metropolü İstanbul ve doğunun incisi Urfa arasındaki ilişkiye benziyor.
İnancın bağlayıcılığı öyle büyük bir mucize ki bizler için. Komşusu hasta olduğunda ona yemek yapıp getiren bir Müslüman ile evinde 5 yıldır ölü olarak duran ve hiç kimsenin halini hatırını sormak için kapısını çalmadığı bir gayr-i müslim ile aynı dünya içinde yaşıyoruz.
Amerika’ya ilk gittiğimde içine düştüğüm yabancılık hissi “Kimse kimseyi tanımıyor” düşüncesini sardı başıma. Kendi ülkemizin insanları da bize yabancı fakat neden bu duyguyu hissetmiyordum? “Sahiplenmekti” aradığım kelime. Yaratanın kullarını sahiplenişi, her nerede olursa olsun, onu duymasına olan ihtiyaç, kendini fazlasıyla açığa çıkarmıştı. O bizi duymuştu ve bize fevkalâde komşular göndermişti. Her birini kardeşim yerine koyabileceğim, yeri asla dolmayacak dediğim güzel insanlar bize her konuda destek oldular. (Ev eşyasından mutfak eşyasına, Amerika’yı tanımaktan sosyal hayata dahil olmaya kadar.) Her yeni taşınan Türk arkadaşa yaptıkları gibi. Ailenden, akrabalarından ayrı yaşadığını fakat yalnız olmadığını gösteren uzak komşuları işte böyleydi.
Hangi teknoloji bunu yapabilirdi? Hangi bilim bunu hesaplayabilir ve koordinatları ona göre belirleyebilir ve bizi bu alana yerleştirebilirdi?
Kâinatı kucaklayan yüce kudretin İslâm kardeşliğini yaratması ve bizi ona bağlaması ne büyük bir rahatlık.
Gemiye binip kaptana teslim olma sükûneti bu, valizleri (gemideyken) elde tutmaya ne gerek var?
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|