Bu yazıyı hazırlamadan yarım saat önce kliniğe uğradım. Orada sohbet esnasında bir sağlık memurunun yakın akrabasının vefatından bahsedildi. Askerden izne gelmiş yirmi bir yaşında bir genç. Son günlerde ortada herhangi bir sebep ve belirgin bir hastalık yokken sürekli öleceğini dile getiriyormuş. Çevresindeki akrabalarına da dünya sıkıntılarını fazlaca büyütmenin yersiz olduğundan, ölümün her an gelebileceğinden belki de o dakika gelebileceğinden bahsediyormuş. Bir kaç gün önce banyoda traş olurken yere yığılmış vaziyette bulunmuş acilen kaldırıldığı hastahanede vefat ettiğini öğrenen aile büyük bir şok yaşamış.
Bu olay bana yıllarca önce Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde öğrenci iken Adlî Tıp stajı sırasında yaşadığım ve beni çok etkileyen bir olayı hatırlattı. O dönemlerde yirmili yaşların ortalarındaydık. Kendimizi çok güçlü kuvvetli algılıyor, pek hastalık yaşamıyor ve ölümden bahis açılınca da hastalıklı olanlar ve yaşlılar hatırımıza geliyordu. Ölüm takdir edilmişse öncesinde muhakkak bir belirti, bir hastalık olacağı inancındaydık. Bir gün otopsi salonunda gördüğüm manzara başıma inen bir tokmak gibi beni sarstı ve günlerce etkisinden kurtulamadım. Masada yatan ceset, benim yaşlarımda oldukça iri yarı, kasları çok gelişmiş bir gence aitti. Hocamıza otopsi yapılma sebebini sorduğumuzda şüpheli ölüm olduğunu, bu yüzden otopsi yapıldığını ifade etti. Bir önceki gün arkadaşları ile halı sahada futbol maçı yapmışlar, ardından toplu halde çorba içmeye gitmişler. Sonra bir-iki arkadaşı ile berbere traş olmaya gittiklerinde orada sıra beklerken oturduğu koltuktan yere yuvarlanmış. Bayıldı düşüncesi ile kaldırıldığı hastahanede vefat ettiği ifade edilmiş. Otopsi sonucunda da ölüm sebebi tesbit edilemedi.
Bu olay günlerce beni çok sarsmıştı. Ölümün gelişinin hep bazı ipuçları ve hazırlık döneminden sonra olacağını düşünürdüm. Oysa, masada yatan ve benimle aynı yaşlarda olan gençliğin bahar dönemlerinde bir şahsa ait ceset ölümün her an gelebileceğini zihnime adeta kazıyordu. Her an hazırlıklı olmak lâzımdı. Bazı zamanlar hayatını dahi gözden geçiremeyecek ölçüde ansızın karşılaşılabilecek bir durumdu ölüm.
Bu durumda hayat; gelecek endişesi, geçim sıkıntısı, kariyer plânlama, iş performansı gibi kavramlardan daha öte bir anlam ifade etmeli, ölümün bütün bu kavramlar çerçevesinde şekillenen algılardan daha öte bir anlamı olmalıydı. Burada iki örnekle âlemimize yansıyan haller tüm dünya göz önüne getirildiğinde kim bilir ne kadar yüksek rakamlara ulaşıyordu. Bu hal, ölümün hak olduğunu, bir gün ansızın gelebileceğini tasdik eden imzalar hayatın farklı bir gerçekliğini, belki de en net ve asırlardır değişmeyen her şeyi içine alan gerçekliğini ortaya koyuyordu.
Bir insan ancak bu durumun farkında olmaksızın ya da farkında değilmiş gibi davranarak, bu şekilde başta kendini kandırarak varlığa madde ötesi bir anlam bulma arayışından uzak kalabilir. Ancak bu şekilde sistemin genelini kuşatan ve kulakları çınlatırcasına haykıran kâinat kitabının ilâhî mesaja dönüşümüne kulak tıkayabilir. Oysa sadece varlık âlemi hakkıyla okunsa ve fert vicdanı ile başbaşa kalabilse kâinat kitabı kendini açacak ve kişi hayatının gerçek anlamına ulaşma serüvenine bir noktadan başlayabilecektir. Günlük yaşantının koşuşturmaları arasında zaman zaman düşünmek için durmak gerekiyor. Durmak, pek çok zaman ani bir şokla ya da yüksek sesli bir uyarıyla mümkün oluyor. Bu yüzden ölümü sık sık hatırlamamız ve kapılıp gittiğimiz dünya selinde içinde bulunduğumuz hali tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Her birimiz için ölümün geleceği an şu dakika olabilir belki de bunlar okuduğumuz son satırlar olabilir.
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|