|
|
Murat ÇETİN |
Ey devlet, bize yeni yasaklar koy! |
|
Neden insanlar, ortak payda arayıp duruyorlar da; devletler halklarını tek bir değerde birleştirmeye çalışıyorlar da, “adalet” kimsenin aklına gelmiyor?
Neden kimse adalet üzerinde birleşemiyor? Adaletin olmadığı bir toplumda, haksız yere edinilen hakların bir anlam ifade etmediği, herkesin er ya da geç zulüm tünelinden geçip, haksızlık limanına uğrayacağı gerçeği için, tarih yeterince malzeme vermiyor mu?
Bizi yönetenlerden, neden hep yeni kurallar, yeni yasaklar, yeni sınırlamalar getirmesini istiyoruz da, bizden çok uzaklarda, hiç tanımadığımız, ismini bilmediğimiz, yüzünü görmediğimiz bir çobanın kaybolan koyununun hesabını soramıyoruz?
İnsanın başına ne gelirse, haksızlık yaparak elde ettiği hak(sızlık)lardan geldiğini, zulümlerinin bumerang gibi kendisine döndüğünü, bugün zulmeden olanların bir gün mutlaka bir bedel ödeyeceğini bilmek için, neden okullardaki ilim, kalplerdeki vicdan, kafatasları içindeki beyin yetmiyor?
Bir adalet gözlüğü olsa, “zulüm zulüm” diye ortalığı velveleye veren, haksızlık yapılması, adaletten uzaklaşılması için slogan atan insanlar olarak göreceğimiz kalabalıkları, kim ve neden kahraman ilan ediyor?
Adalet dağıtanların “hak” kavramından bihaber oldukları manzarayı, “kokan tuz” örneğinden daha iyi anlatabilecek bir misal var mı?
Adaletten; iki kişi kavga ettiğinde devreye giren, ama taraflardan birinin devlet olduğu durumlarda, kamu, yani halk kökünden türemiş gerekçelerle sıvışan bir adaleti mi anlıyoruz?
Adalet deyince, içinde insanın, içinde vicdanın, içinde ölçünün, inceliklerin, ince eleyip sık dokumaların olmadığı bir kavram yerine; ince hesapların döndüğü bir dünya anlıyorsak, bu nasıl anlayıştır?
Adalet, gücü olandan yanaysa, gücü olana meydan okuyanın üstüne basıp eziyorsa ve bu, bir ülkenin gerçeği sayılıp, “zaten”le başlayan, çaresizlikler ifade eden cümleler kuruluyorsa; bu nasıl adalettir?
Emirle kanun çıkartıp, herkesi potansiyel suçlu ilan edebilen, gerektiğinde kanuna bile gerek duymayıp, kendi kanunu kendi yapanlarla, içinde hak, hukuk ve adil bir dünya geçen cümleler kurabilir misiniz?
Siz neredesiniz? Haksız güçlülerle misiniz, haklılarla mı?
Peki neden susuyorsunuz?
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Özümüze dönelim |
|
En çok tahrip edilen değerlerimizden birinin de ‘dil’imiz olduğu her halde tartışılmaz. Bilhassa büyük şehirlerin caddelerinde gezerken kendinizi yabancı hissedebilirsiniz. Çünkü sağa baksanız ‘yabancı,’ sola baksanız ‘yabancı’ levhalarla karşılaşmak mümkün.
Yabancı isimleri kullanmak öyle bir ‘moda’ halini aldı ki, işin nereye varacağını tahmin etmek zorlaştı. Bazı işadamlarımız, ürettikleri ‘marka’lara bile —özellikle— yabancı isimler bulmanın telâşında.
Hatırlamak lâzım. Konya’da yapılan bir işhanına önce yabancı isim verilmişti, halktan gelen tepkiler üzerine bu isim değiştirildi. Benzer şekilde İstanbul’da da bir gösteri merkezinin ismi nihayet değiştirildi.
Dünya Ticaret Merkezi’nin (CNR: SiEnAr demesek ayıp olur!) yakınında bulunan “Myshowland” isimli gösteri merkezinin adı “İstanbul Gösteri ve Kongre Merkezi” olarak değiştirilmiş. Çok da iyi olmuş. Değişikliği yapan işadamı “Tebrik telefonlarına yetişemiyorum” diyor. (Zaman, 10 Haziran 2006)
“Myshowland”ın adı değişti diye artık iş yapamaz hale mi gelecek? Tam aksine, orada toplantılar düzenleyenler hiç değilse adres verirken sıkılmayacaklar.
Bu isim değişikliğinin, bu güne kadar yanlışta ısrar eden ‘palaza’cılara, ‘center’cılara ve ‘towers’çılara örnek olmasını dileyelim...
“Dil”imize ve “el”imize sahip çıkmanın tam zamanı...
*
Hizanî’ye hoş geldin diyelim
“Bir Güneş Doğdu Cihana” adlı albümüyle uzun bir aradan sonra yeniden dinleyici kitlesine ‘merhaba’ diyen Aşık Hizanî Ağabeyimize ‘hoşgeldiniz’ diyoruz.
Aşık Hizani’nin ilk albümünü dinlediğimizde ortaokul sıralarında okuyorduk. İlk albümündeki eserlerin neredeyse tamamını ezberlemiştik. İlk albümüne, ‘Hizanî’ adını almasının sebeplerini anlatarak başlamıştı. “Hizanî dedim adıma. Çünkü orada büyük bir zat yetişmiştir. O ‘zat’a kurban olam kardaş” deyişi hâlâ kulaklarımızda...
Türkçe’deki bozulmayı tenkid ettiği “Dilciye bak dilciye” türküsünü unutmak mümkün mü? Hele hele, 27 Mayıs’ı ve merhum Başbakan Adnan Menderes’i anlatırken, “Yassıada dediğin uğursuz ada. (...) Vay zulüm zulüm, kırılsın kolun, hoşgeldin ölüm!” sözlerini!
Aşık Hizanî’nin ilk albümünü iki yıl önce yeniden bulmuş ve eski hatıraların canlandırmak için dinlemiştim. Tabiî ki o albümün hazırlandığı şartlarla, bugünkü şartlar arasında dağlar kadar fark var.
Aşık Hizani, 27 yıl aradan sonra —dostlarının teşvikiyle— ikinci albümünü hazırladı ve dinleyicisiyle yeniden buluştu. “Bir Güneş Doğdu Cihana” adlı yeni albümde de birbirinden güzel parçalar var. Yeni albümdeki parçalarda, ilk albümün aksine siyasî mesajlar ön planda değil. Bu durum aynı zamanda Türkiye’deki değişimin takip edildiğini de gösteriyor.
Hizanî, yeni albümüne ismini verdiği “Bir Güneş Doğdu Cihana” parçasında Bediüzzaman Said Nursî’yi anlatıyor. Albümdeki diğer eserler de ikaz edici mahiyette.
Asıl adı İbrahim Akkuş olan Aşık Hizanî, dinleyicilerine şöyle seslenmiş: “İsteğim, albüme sahip çıkılmasıdır. Bu işle uğraşan insanların cesaretlerinin kırılmamasıdır. Bu anlamda Yeni Asya okuyucularının desteğine ihtiyacımız var. Bu destek olmadan hiçbir yere varamayız. Bu mânâda dinleyicilerimden destek bekliyorum. Bu albümün getireceği her artı değer şahsımın olmayacaktır.”
Aşık Hizanî ustayı tebrik ederken, yeni albümler beklediğimizi de ifade ediyoruz.
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Kaderin kalıpları |
|
Çevremize baktığımızda canlı cansız her şeyi şekilleriyle idrak ederiz. Haritada kıt’aları, denizleri, gölleri ve yüzlerce devleti siyasî ve coğrafî sınırlarıyla görürüz. Şekil demek sınır demek, çizgi demek, had demek, hudud demek.
Ressam resim çizerken tıpkı harita gibi sınır çizgisini çizerek resme başlar. Çizgiler mutlaka çizildiği yerde kalmalı. Mürekkep ya da boya çizgiyi ve hududu aşmamalı, taşmamalı. Kâğıt ve boya ona göre seçilmeli. Kâğıda çizilen bir gül ya da göz resmi iki boyutlu olmakla birlikte, gözün ve gülün kendisi üç boyutludur ve sadece modeli için bile son teknolojiyi ihtiva eden iyi bir bilgisayar yazılımı gereklidir.
Mürekkep, nasıl çizildiği yerde kalmalı ise ve ülkeler sınırlarını en azından fizikî olarak nasıl korumaya çalışıyorsa; canlıların da iç ve dış şekilleri aynı şekilde korunmak zorunda. Aksi takdirde ne gözümüz göz olur, ne de elimiz el.
Âlemlerin Rabbi karaların ve denizlerin şekillerini ve sınırlarını çizdiği gibi sayısız bitki ve hayvanın da şekillerini en ince detaylarına kadar çizer, her insana ayrı bir sima, ayrı bir retina ve ayrı bir parmak izi verir. Yaşayan canlıların uzuvlarının sınırları ve oranı muhafaza edilerek büyür. Yeni doğmuş bir çocuğun eli mükemmel bir kalıptan çıkmış gibidir.
Hatta kalıptan çıkmak yanlış bir tâbir. Çünkü sanki dışında sürekli tazelenen şeffaf ve harekete mâni olmayan bir kalıp hâlâ mevcuttur ve yıllarca o nazenin parmaklar izleri bozulmadan o kalıba göre büyür.
Şimdi kendimize bir soru soralım, Cenâb-ı Hak, esasta benzerlikleri, detayda ise farklılıkları binlerce mu’cizeyi gösteren bunca mahlûkatı kalıplarla mı yaratır? Eğer kalıp varsa nasıl bir kalıptır? Aslında bu soru eski çağlardan beri insanın aklını kurcalayan bir sorudur.
Eski Atina’da bir fırıncı hem satışları arttırmak ve hem de san’atını göstermek maksadıyla, at ve tavşan gibi hayvanlar şeklinde ekmek imal etmeye başlayınca meşhur filozof Eflatun’un dikkatini çekmiş. Şekilli ekmeklerin, hepsinin aynı olmasının sırrını anlamaya çalışmış. Daha sonra fırıncının kalıp kullandığını görünce merakını gidereceğini düşünürken büsbütün artmış. Çünkü etrafında gördüğü bütün gerçek atların da, yavruları olan tayları ile birlikte birbirine benzemesi onu düşünmeye sevk etmiş. Eflatun, sıfatlarında hata etse de, şu kâinatı yaratan bir yaratıcının olduğuna inanıyordu. Fırındaki hamurların kendi kendine at şekline gireceğine ihtimal verecek kadar aptal birisi olmadığı gibi, atların da kendi kendine oluştuğunu iddia edecek kadar mantıksız değildi. Fırından çıktıktan sonra düşündüğü; yaratıcının atları, tavşanları ve insanları yaratırken nasıl bir sistem kullandığı idi.
Yaratıcının fıtrat kanunları olarak özellikle manevî boyutta çizdiği sınırları bilmeyenler ya da kabullenmeyenler, kalıpçılardan mı ilham aldı bilinmez ama, kendi aklıyla oluşturduğu kalıpları topluma uygulamaya çalışarak büyük kargaşalara sebep oldular. Eski Yunan’da buna benzer bir çok felsefî akım oluştu. Bazıları o anlayışı bugün de devam ettirmek istiyor. İlâhî ölçülere sığmayan ve topluma dar gelen yasakçı kalıplar parçalanmaya başladıkça, kalıplar ve elbise yerine, vücut kesilip biçilmeye en azından deforme edilmeye çalışılıyor.
Kayda geçen ilk kalıp tartışmaların üzerinden iki bin küsur yıl geçti. Binlerce yıldan bu yana maddiyatçılara ve tabiatçılara imdad edecek, her bir canlıya şekil verecek maddî bir kalıp henüz bulunamadı. Gerçi kalıp olsa bile mutlaka yine bir kalıpçı şart. O zamandan bu yana küçük âlemde, canlı ve cansızların yapı taşı olan atom, elektron, hücre ve sanki kader kitabı olan DNA gibi binlerce keşif yapıldı. Dağları tepeleri aşıp gelerek midemize giren bir gıda, bir çok karmaşık yolu ve işlemi takib ederek göze ya da başka bir uzva gelip yerleşiyor, ne ileri gidiyor, ne de geri kalıyor, bir kalıba dayanmış gibi sınırda duruyor. Aslında geldiği ve yerleştiği yer DNA’larda yazıldığı yer. Gözün kubbesine yerleşen bu gıdanın macerası, dağdaki şekilsiz kaba bir taşın, Ayasofya veya Süleymaniye’nin kubbesine bir mimarın projesi ile yerleşmesi macerasından daha basit değildir. Gıdaların ya da taşın kendi kendine ya da kör ve sağır tabiatın tesiriyle gelip yerleştiğini iddia etmek, o hücre ve atomların ya da taşın Eflatun kadar zekî ve Mimar Sinan kadar kabiliyetli olduğunu iddia etmek kadar mantıksızdır.
Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi, insanın içi dışından ne kadar harika ise, ruhu da cesedinden o kadar harikadır. Meselâ kalblerdeki sevgi ya da annelerdeki birbirine tıpa tıp benzeyen şefkat acaba nasıl bir kalıpta imal edilerek tek tek dağıtıldı? Belki de bizim kalıp dediğimiz şey Âlemlerin Rabbinin esma-i hüsnasının Adl, Mukaddir ve Musavvir ismine göre birer tecellîsi. En iyi, yapan bildiğine göre, rahat ve huzur isteyen, Yaratıcının talimatına göre yaşamalı.
Bu kalıp neden bu kadar önemli? Karıncadan file, yapraktan çiçeğe, insanın maddî ve manevî kalbinin kalıplarından parmak uçlarına ve izlerine kadar şekil veren, uzuvlarına çizgiler ve sınırlar çeken sonsuz bir ilim ve kudretin, insanın hayat çizgisinden habersiz veya ilgisiz kalması, tesadüfe havale etmesi, başı boş bırakması mümkün mü? Demek ki, hadise sadece bir biyoloji veya san’at boyutunda kalmıyor. Nasıl şekilli ekmekler sadece imalat ve san’at boyutunda bırakılmak ya da çöpe atılmak yerine, mülkiyet sınırları çizilerek önce sergilendiği ve sonra da kendi ölçüsünde maddî ve manevî bir ücret istenildiği gibi Yaratıcı da elbette yarattıklarını izleyecek, hak ve hukuk gibi sınırlar çizecek ve şanına yakışır bir ücret ve bedel isteyecek.
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Önümüzdeki günleri değerlendirebilirsek |
|
Vücut binamızdan düşen hiçbir taş artık yerine gelemeyecektir. Geçmişte yaşayıp, zaman zaman yâd ettiğimiz hiçbir günümüzü tekrar yaşayabilmemiz mümkün olmayacaktır. Mazi sayfaları arasında kalan hatıralarımızdan aklımıza gelenler bazen bizleri derin düşüncelere daldırmaktadır.
Bir daha yaşamak istemediğimiz, hatta hatırlamak istemediğimiz günlerimiz yanında; hasretini duyduğumuz, “Keşke o günler geri gelseydi, keşke tekrar o günleri yaşayabilseydik” dediğimiz güzel günlerimiz de bulunmaktadır, geçmişin geri gelmesi mümkün olmayan derinliklerinde…
Geride bıraktığımız yıllar artınca, uzaklaştığımız, kaybettiğimiz dostlarımız daha da artmaktadır. Bir zamanlar genç dinamik olanların ihtiyarlık sınırları içine dahil olduğunu, sıhhatı yerinde olanların da hastalıklı günler geçirdiğini görüyor, bir kere daha bu dünya hanında misafir olduğumuzun idrakini yaşıyoruz.
Ebedî saadeti kazanmak için bizi ikaz eden mürşidleri dinlemeye çalıştığımız ve selef-i salihinin yolundan gitmek için çabaladığımız anlarda; karşımıza dikilen nefis ve şeytanlar bizleri manevî hazinelerden mahrum etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bunlar acıma duygusu olmayan düşmanlar. Öyle olmasaydı hiç ebedî şekavetlere maruz kalmamız için büyük gayretler gösterirler miydi?
Geri dönmemizin mümkün olmadığı ve ömrümüzün kalan dakikalarını çok verimli geçirmemiz gerektiği gerçekleri gözümüzün önünde dururken, elbette dünya hayatının fani cihetine endeksli bir hayat yaşamamamız gerekir. Ama ne kadar gerçeklerden haberdar olsak da, yine de hızla akıp giden ömür dakikalarımızı boş şeylerle geçirdiğimiz zamanlarımız olmaktadır ne yazık ki…
Gerçekten çok aciz olduğumuzu, yapmak istediğimiz iyi işleri yapmaya muvaffak olamadığımız zamanlarda daha iyi anlıyoruz. O zaman bizim, kudreti kâinatı kuşatan Sultan-ı Kâinat olan Rabbimize ne kadar fazla muhtaç olduğumuzu daha iyi anlıyoruz. Maruz kaldığımız musibetleri def etmede aciz olduğumuz, yakalandığımız hastalıklardan kurtulmada çaresiz kaldığımız zamanlar bu dünyaya gönderiliş hikmeti ile ilgili gerçekleri daha iyi anlıyoruz. Çaresiz kalanların daha fazla duâya sarılması, dünyada kurtarıcı bulamayacaklarını anlayanların Rabb-i Rahîme yönelmesi örnekleri yaşadığımız hayatta ne kadar fazladır. Adeta insan için dünyadaki bütün sıkıntılardan kurtuluş sebeplerinin sükût etmesi bir uyanmanın başlangıcı olmaktadır. İmkânlardan çok istifade ettiğimiz sürece nefis bizi daha fazla kandırabilmekte, bizleri daha fazla insanî değerlerimizden uzaklaştırabilmektedir.
Musîbetlere maruz kalmadan, hastalıkların ıztırapları altında inlemeden önce uyanıp, ubudiyet canibine yönelerek aydınlık yolda ilerleyen insanlar en kârlı olanlardır. Nefis ve şeytanların dünya malı ve imkânlarıyla kandıramadığı insanlar en bahtiyarlarımızdan olmalıdırlar.
Akıl ve kalbi birleştirerek yaşayan, Allah’ın rızası dairesinde dünyanın imkânlarından istifade eden ve kulluğun huzurlu iklimlerinden çıkmayan insanlar, hem dünyalarını hem de ahiretlerini kurtarmış olurlar. Sıhhatı ve huzuru da, hastalığı ve sıkıntıları da İlâhî birer nimet bilen insanlar da zorlu imtihandan başarıyla çıkmanın yolunu bulmuşlardır.
İnsanlar kendilerine verilmiş olan manevî cevherleri tam değerlendirebilirlerse, hem dünyanın güzelliklerinden istifade etmenin zevkini yaşayacak hem de ebedî saadetin yaşanacağı ölümsüz dünyaları kazanacaklardır. Aksi takdirde hem dünya sille üstüne sille vuracak, hem de bir anlık yaşantısı dünyanın bütün lezzetlerinin üstünde olan güzelim dünyalarda yaşamak mümkün olmayacaktır.
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Fâni gençliği ebedîleştirme |
|
Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin:
1. Ölüm gelmeden önce hayatın, 2. Hastalık gelmeden önce sağlığın, 3. Dolu vakit gelmeden önce boş vaktin, 4. İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin, 5. Fakirlik gelmeden önce zenginliğin.”1
Allah Resûlünün ibret ve hikmetlerle dolu özlü sözlerinden biri bu. Beş maddenin hangi birisi üzerinde durulsa yeridir. Biz bu yazımızda “İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin kiymetini bilin” hakikati üzerinde duralım.
Pırıl pırıl bir gençlik geçiren, örnek bir hayat sergileyen Allah Resûlü (a.s.m.) daha o gençlik yıllarındayken güvenilir Muhammed anlamında Muhammedü’l-Emin lâkabıyla tanınmıştı. Kırk yaşında peygamberliğini ilân ettiğinde de etrafında halkalananların çoğu gençlerdi.
Allah Resûlü (a.s.m.) gençlere büyük önem ve değer verir, yeteneklerine göre onları yönlendirirdi. Günün şartları içinde Zeyd bin Sabit’e (r.a.) İbranice öğrenmesini istemiş; genç, kabiliyetli Hz. Zeyd de 15 gün içerisinde öğrenmişti. Yakışıklı, centilmen Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) Medine’ye Kur’ân öğretmeni olarak gönderdiğinde gençliğinin kemalinde 35 yaşında bir delikanlıydı. Yemen’e vali olarak gönderdiğinde zeki Muaz bin Cebel (r.a.) 20 yaşlarındaydı. Mekke’ye vali tayin ettiği Attap bin Esid de aynı şekilde 20’sine merdiven dayamıştı. Tebük Seferine gönderilen orduya komutan tayin edilen Üsame bin Zeyd’in yaşı da 20’den fazla değildi. Sesi gür ve güzel Ebû Mahzûre’yi keşfeder etmez, onu ezan okumakla görevlendirmiş, talebi üzerine de Mekke’de Mescid-i Harama onu müezzin olarak tayin etmişti.
Daha güzel, daha mükemmel hizmetlere hazır atılgan, dinamik, enerji yüklü, şevk dolu gençlerin her zaman önünü açmıştır Allah Resûlü (a.s.m.). Onları sürekli hayra teşvik etmiş, aslâ yeteneklerini kısıtlamaya gitmemiştir. Bir yolculuk esnasında Hz. Ömer’in oğlu Abdullah babasının genç ve sert devesine binmiş, deve de hızlanıp Efendimizin (a.s.m.) devesinin önüne geçmişti. Bunu edindiği edeb ve saygıya yakıştıramayan Hz. Ömer oğluna, “Ey Abdullah! Hiçbir kimse Resûlullahın önüne geçemez” dediğinde, Efendimiz (a.s.m.) Hz. Ömer’e, “Ey Ömer, bu deveyi bana sat!” demiş, o da kabul edip satmış, Allah Resûlü (a.s.m.) ücretini ödedikten sonra, “Ey Abdullah, buyur bu deve senin artık. İstediğin gibi hareket edebilirsin”2 demişti.
Demek gençleri sıkmamak, yetenekleri yönünde istihdam etmek çok önemli. Onlar sevgi ve şefkatle hayra teşvik edilmeliler.
Geçen Çarşamba günü Geyve’de bir okuma programına katıldığımda ömürlerinin baharını en güzel şekilde değerlendirmeye çalışan Adapazarlı gençleri görünce mesrur oldum. Herkesin tatile gitmeye çalıştığı, kitaptan kaçtığı bir dönemde ruhen, kalben, fikren olgunlaşmayı hedef alan çalışmalar tek kelimeyle takdire şâyân. Hem gençleri, hem de onlara ön ayak olan ağabeylerini tebrik ediyorum.
Dipnotlar:
1. Müslim (Riyazü’s-Salihin Tercümesi, 2:510. 2. Buharî, Hibe: 55.
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ahlâkın kaynağı |
|
Ahlâkın insan hayatında tam olarak yer etmesi veya etkisizliği, kaynağı ile de ilgilidir. Eğer, ahlâk arzî, beşerî ise, etkisi fazla olamaz. Çünkü, o da gücünü, me’hazdeki kudsiyetinden alır.
Gerek kelâmcılar, gerekse filozoflar arasında sık sık tartışıldı ahlâkın kaynağı. Acaba akıl ve vicdân, ahlâkî değerleri, normları bulamaz mı? Enaniyetine/egosuna güvenen fesefe, “İnsan kendi aklıyla ahlâkî değerleri bulabilir” düşüncesinde. Halbuki, ahlâkî normları anlamak, kavramak başka bir şey, onları bir prensip olarak koymak başka bir şeydir. Yemeğin lezzetli olup-olmadığını anlamak ile, lezzetli yemek yapmak ayrı şeyler olduğu gibi.
Ahlâk; iyi, güzel, doğru, yerinde, uygun davranış ve duruş biçimidir, diye tanımlanmıştık. Yanlış, kötü, çirkin huy veya davranışa da “ahlâk dışı” davranış dendiğini biliyoruz. Yüksek ahlâkı ve yüce huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı dâimâ yaşattıran da ciddiyet ile doğruluktur.1 Ancak, iyi-kötü, doğru-yanlışın kıstası, ölçüsü nedir? Kime, neye göre iyi, doğru, güzel, ahlâkî; kime ve neye göre hata, çirkin, günah ve ahlâk dışı?
İnsanın aklı kısa, ömrü kısa olduğuna göre; ahlâkî hakikatleri tüm yönleriyle ortaya çıkaramaz. Ayrıca, insan egoist ve bencil bir yapıya sahip olduğundan, dâima kendisinden/nefsinden, cibiliyetinden yanadır. Oysa, bir arada yaşamaya mecbur ve sosyal bir varlık olan insan, beşerüstü ve tarafsız bakacak genel ahlâk prensiplerine muhtaçtır.
Hiç şüphesiz ki, davranışların ahlâkî olup-olmadığını, elbette her şeyi yaratan yüce Yaratıcı tayin eder. Çünkü, kâinatı, insanı, imtihan dünyasını irâde edip yaratan Odur. Bir cihazı, âleti, makineyi kim icad etmiş, keşfetmiş ise; nasıl verimli kullanılacağını en iyi o bilmez mi? İnsan Cenâb-ı Hakkın hârika ve antika bir san'atıdır. Öyle ise, hangi davranışın onun için daha iyi, güzel, doğru olacağını elbette O daha iyi bilir. Onu da, “vahiy-peygamber ve kitaplar” vasıtasıyla bildirmiştir. Peygamberler insanlığın maddî ve mânevî açıdan üstadı, kılavuzu, rehberi, önderidirler. Kitaplar da bir harita, katalog. Kezâ, insanı hem kendisi, hem çoluk-çocuğu, hem akrabası, hem toplumu, hem de diğer insanlarla münâsebettar yaratıp, bu ilgi neticeleriyle imtihana tâbi tutan da Odur. Ahlâkî öğretileri insanlığa tebliğ eden peygamberleri ve kitapları gönderen de Odur. Şu halde, bizim ahlâklı bir insan olmamızın reçetesini, kaidelerini bilen de Odur. Demek ki, hakikî ahlâkın kaynağı İlâhîdir.
Dipnot:
1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 162
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Tek parti rejimi 'dörtlü takrir'le sarsıldı |
|
12 Haziran 1945: Dörtlü takrîr, (önerge) CHP parti grubunda tartışıldı ve yedi saat boyunca saldırıya kadar varan hakaretli konuşmalardan sonra, nihayet oy çokluğuyla reddedildi.
Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan tarafından verilen önergeyle, mevcut kànunlarda ve parti tüzüğünde yer alan antidemokratik hükümlerin çıkartılması, seçimlerin serbestçe, namusluca yapılması ve Meclisin hükûmeti denetlemesi gibi hususlarda yenilikler yapılması talep ediliyordu.
* * *
İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte, özellikle Avrupa kıtası yeni bir arayış süreci içine girdi.
Diktatörlükler sona ermeye ve üllkeler hızla demokratikleşmeye başladı.
Öyle bir noktaya gelindi ki, gerek ikili ilişkilerde ve gerekse kurulan birliklerde, çok partili demokratik sistemin uygulanıyor olması öncelikli şart haline geldi.
Yani, kendi içinde demokrasiyi uygulamayan hiçbir ülke, Avrupa'daki kuruluşlara üye, yahut ortak olamıyordu.
Aynı durum, Avrupa ile entegrasyon içine girmiş bulunan Türkiye için de geçerliydi.
Türkiye, şayet çok partili sisteme geçmeyecekse, Avrupa tarafından gitgide dışlanacak ve zamanla büsbütün kopma noktasına gelecekti.
Bu arada Rus (SSCB) tehlikesi de bariz şekilde görünüyordu. Rusya, toprak talebi dahil, hemen her konuda Türkiye'ye baskı uyguluyor, hatta arada bir tehdit bile ediyordu.
Bu durumda, Türkiye'nin Avrupa'dan gelecek kuvvetli bir desteğe acil ihtiyacı vardı. Dolayısıyla, Avrupa'nın taleplerine—istemeyerek de olsa—karşılık vermek durumundaydı.
Ne var ki, bu iş öyle sanıldığı kadar kolay değildi. Zira Türkiye, 22 senedir tek parti rejimiyle yönetiliyordu ve bundan vazgeçmeye de iktidardakilerin hiç niyeti yoktu.
* * *
Çok partili sisteme geçiş ihtiyacı, dışardan olduğu kadar içerden de şiddetle hissediliyordu.
Fakat, halk o derece korkutulmuş ve sindirilmişti ki, bu istek açıkça seslendirilemiyordu.
Nihayet, gün geldi ki artık bu isteğin önüne geçilemez oldu.
Halk, tek parti diktatoryasından iyice sıkıldı, daraldı, bunalma, hatta patlama noktasına geldi.
İşte, Meclis'teki dört parlamenter, kendilerini adeta feda edercesine ortaya çıktılar ve halkın bu şiddetli hissiyatına tercüman olmaya çalıştılar.
7 Haziran 1945’te, Türkiye'de hürriyet ve demokrasi sahasında ciddî adımlar atılması gayesine yönelik olarak, adına "dörtlü takrir" denilen dört imzalı bir önerge hazırlandı.
CHP grubuna verilmek üzere hazırlanan bu önergenin altında İzmir milletvekili Celal Bayar, İçel milletvekili Refik Koraltan, Kars milletvekili Fuat Köprülü ve Aydın milletvekili Adnan Menderes'in imzası bulunuyordu.
* * *
Bu dörtlü takrir, 12 Haziran 1945’te parti grubunda görüşmeye açıldı. Konu üzerinde uzun uzun konuşmalar yapıldı.
Konuşmalar çoğu zaman seyir ve makas değiştiriyordu. Öyle ki, takrir sahiplerine hakaret edercesine şiddetli hücumlar yapıldı. Hatta, imza sahiplerinin üzerine yürüyenler bile oldu.
Takrir sahipleri ise, bilhassa Menderes’in takririni izah etmeye çalıştı.
Bu kaotik ve hakaretli gergin durum, yaklaşık 7 saat sürdü.
Nihayet, parti adına konuşmak üzere kürsüye Şükrü Saraçoğlu geldi. Saraçoğlu, Halk Partisinin takrirde yazılı olduğu şekilde ıslâha muhtaç olmadığını, hatta partilerinin sağlam bir demokratik temele dayanmış olduğunu bile söylemekten çekinmedi. Sonunda ise, önerge sahibi dört milletvekilinin takrirlerini geri almaları tavsiyesinde bulundu.
* * *
Bütün bu sert ve de bed muameleye rağmen, takrir sahipleri gevşemedi ve isteklerinden vazgeçmedi.
Grup adına yapılan açıklamada şöyle denildi: “Biz verdiğimiz takriri geri alacak insanlar değiliz.”
Evet, bir bakıma ok yaydan çıkmış ve geri dönüş ihtimali ortadan kalkmış gibiydi. Yine de oylamaya geçildi ve önerge ezici oy çoğunluğu ile reddedildi.
Ancak, sıkıntı bitmiş, sancı dinmiş değildi. Zira, genel konjonktür, demokratikleşmeden, serbest seçimlerden ve hürriyetlerin genişletilmesinden yanaydı. Nitekim, öyle de oldu.
Dörtlü takrir sahipleri, kısa sürede hür basının ve halk ekseriyetinin adeta gözdesi oldular. Her gittikleri yerde büyük itibar gördüler.
Hatta, Halk Partisinden ayrılarak yeni bir parti kurmaları halinde, halktan fevkalâde bir destek görecekleri noktasında tatmin ve ikna oldular bile, denilebilir.
Zaten, genel gidişat da bu istikametteydi.
Bu arada, Ulus ve Cumhuriyet gazetesinden farklı bir politika izlemeye başlayan Milliyet ile Vatan gazetesi, dörtlü takrir sahiplerine sempatiyle yaklaşmaya, fikir ve görüşlerine sayfalarında yer vermeye başladı.
Milliyet Bayar'a, Vatan ise Menderes'e yakınlık gösteriyordu.
Bu da, doğrusu o tarihte hayli cesaret verici bir gelişmeydi.
* * *
CHP Genel Başkanlık Divanı, Menderes'in Vatan gazetesinde "dörtlü takrir" istikametindeki neşriyatı ve Meclisteki konuşması üzerine 21 Eylül 1945 Cuma günü Şükrü Saraçoğlu’nun başkanlığında toplandı ve Adnan Menderes ile Fuat Köprülü’nün oybirliği ile partiden ihraç edilmesine karar verildi.
Bunun üzerine, Celal Bayar da partiden ihraç edilen iki arkadaşıyla beraber olduğunu söyleyerek 26 Eylül günü CHP'den ayrıldı.
Bu tarihten sonra, yine Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes'in başında bulunduğu yeni bir parti kurma çalışmalarına hız verildi.
Nihayet, çalışmalar 7 Ocak 1946'da tamamlanarak, yeni parti kurulmuş oldu. Halkın büyük teveccühle karşılamış olduğu bu yeni siyasî hareketin ismi ise, "Demokrat Parti" şeklinde resmen ve alenen ilân edildi.
Tek parti rejimi, böylelikle ilk kez bir ciddî rakiple, yahut bir alternatifle karşı karşıya gelmiş oldu.
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin YILMAZ |
Bir eski zaman bestesi, yahut himmet bekleyen Çamlıca |
|
Türkiye’nin devâsâ hayatî meseleleri var. Her birinin çözümü yıllar sürecek mücadele, himmet ve azme muhtaç. Düşünce adamının vazifesi, her türlü rezilliğe karşı durmak, bütün haksızlıklara baş kaldırmaktır. Ölmüş bir cemiyeti “diriltmek” de onun vazifesi. Sesi, İsrafil’in Sûr’u kadar gür, onun kadar heybetli çıkmak zorunda... İster istemez bağıracak, ister istemez gürleyecektir.
Lâkin bu gün farklı bir yazı yazmaya niyetlendim. İ’tidâl adına üslûbumun tedirgin ediciliğinden yakınan bazı okuyucularımın düşünce ve hissiyatına hürmeten yazacağım. Olabildiğince yumuşak, olabildiğince dertsiz bir cemiyetin mes’ûd devirlerinden kalma, bir eski zaman bestesi gibi. Mümkün mü? Göreceğiz...
***
Aylarca sporsuz geçirdiğim tekdüze şehir hayatının bünyemde meydana getirdiği yorgunluğu atmak için, nihayet irâdeli davranıp, sabah namazından sonra dışarı çıktım. Büyük Çamlıca’nın ikinci tepesinin—TRT vericisinin bulunduğu tepe—Boğaz ve Marmara’ya bakan koruluğuna daldım. Burası yıllardan beri yanından araçla geçip, bir türlü içine girmediğim, korudan ziyâde kendi hâlinde, bakımsız yeşil bir bölge. Muhteşem bir manzaraya hâkim yeşilliğin, insandan haber veren tarafları elem verici: Günübirlik piknikçi, tinerci ve işsiz-güçsüz ayyaşların geride bıraktığı kirliliği, üç-beş yıl önce dikilen ağaçların bakımsızlığı tamamlıyor. Yeşilliği boydan boya yaran tozlu bir araç yolu, orta göbekte boş bir sahaya bağlanıyor. Küçük bir futbol sahası büyüklüğündeki bu alanda bir tanker, iki de çadır yeşilin böğründe, işleyen bir yaranın ana müştemilatı gibi duruyor.
Ağzı açık küçük çadırdaki hareketliliği fark edince, gayr-ı irâdî oraya yöneldim. Birbirine bitiştirilmiş üç-dört masanın etrafında, on-onbeş kişilik bir grup kahvaltı yapıyor. Bunlar, Büyükşehir Belediyesinin park ve bahçe işlerinde çalıştırdığı mevsimlik işçiler. Çoğu Diyarbakırlı... Büyük çadırda yorgun vücutlarını uykunun kollarında dinlendiriyor, küçük çadırda da hayat meşgalesinin birinci müsebbibi mideyi memnun etmeye çalışıyorlar. Hayat şartlarının güçlükleri ne ise de, kazandıkları paranın azlığı, müşterek şikâyetleri... Bu ülkenin ekser insanları gibi, onlar da daha rahat, daha müreffeh bir hayat hasreti içinde güne başlıyorlar.
Büyükşehir Belediyesinin İstanbul’u güzelleştirmek ve yaşanabilir kılmak için verdiği mücadeleyi takdir edenlerdenim. Son aylarda, bilhassa trafiği rahatlatmaya yönelik her tarafta hummalı bir faaliyet göze çarpıyor. Yol güzergâhları ve ana kavşakların on yıl öncesi izbe hallerinden eser yok. Her köşe dâvetkâr bir park, bir mesire yeri şûhluğu içinde göz kırpıyor. Ne var ki, İstanbul için, Boğaz gibi, eşsiz manzara hâkimiyetiyle Çamlıca da eski sevdâdır. Merhum Necip Fâzıl’ın, “Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği,/ Çamlıca’da yerdedir göklerin derinliği.” dediği bu muhteşem ikili, İstanbul’un zenginliğini muhayyelelere taşıyan eski zaman dilberleri. İkisi de nezih, ikisi de ma’mûr, ikisi de iffet gibi temiz olmalı.
Boğaz ne ise de, yazık ki Çamlıca öyle değil. Gözlerden ırak kalmış bu köşenin derbeder hâli, bir mimarın idare ettiği bir şehre yakışmıyor, İstanbul’a ise asla... Bütçesi orta çaplı bir devlet bütçesinden büyük olan İstanbul Büyükşehir Belediyesinin Çamlıca’ya karşı bu hasisliğini anlamak, imkânsız. Halbuki her üç tepesi ile Çamlıca’lar İstanbul ve sevdâlıları için birer Cennet köşesi olabilir. Tabiîliğini bozmadan imar edilmeleri durumunda, nefes almakta zorlanan İstanbullular için sabah yürüyüşleri, ikindi çayları ve hafta sonu piknikleri için büyük zenginlik olur.
Büyük Çamlıca’nın yarı metruk, harâbe-zârı andıran hâli, Küçük Çamlıca’da bir nebze daha iyi bir çehre ile karşımıza çıkıyor. Büyük sedir ağaçları, yıllara meydan okuyan kalın gövdeli meşeleri, koyu gölgeli ıhlamurları ile tam bir yeşil Cennet’i. On yıl kadar önce Marmara’ya hâkim cephesine oturtulan eski zaman mimarîmizin kopyası köşk ile aksi istikamette, orta yerlerde ağaçların içine gizlenmiş ikinci bir köşkün vaziyeti içler acısı. Lokanta ve çay bahçesi olarak kullanılan birinci köşkün yer yer dökülen saçakları, düşen mermer kaplamaları yakın geçmişi hatırlandığında, hayreti mucib. Bu kadar kısa zamanda bu çapta bir yıpranmışlık, kabul edilebilir gibi değil. Köşkü işleten firmanın ilgisizliği, güzelim yapıyı, korkarım ki bir kaç yıl zarfında tanınmaz hale getirecek.
Kafeterya olarak plânlanan ve hiç açılmadan tahribata terk edilen diğer köşk ise görülmeye değer. Bütün camları kırılmış, duvarları yazılardan görünmez hâle gelmiş, lime lime dökülüyor. Ehil birilerine işletmesi meccanen bile devredilse, Çamlıca adına kazanç olur. Daha da iyisi, küçük bir kütüphâneye çevirmek olur. Eminim bir mabed gibi, sürekli ziyaretçileri olur. İstanbulluların gözlerine hitâb eden Kadir Topbaş Beyin, düşünen kafalara da seslenmeyi kazanç sayacağını umarım.
Hiç şüphesiz korusunun yayıldığı geniş alan, kısmen hazır alt yapısıyla Küçük Çamlıca, daha küçük bir himmet ve bütçe ile ıslâh edilebilir. Dört başı ma’mûr Çamlıca projesinin Kadir Beyi rahmet ve minnetle İstanbulluların gönlüne oturtacağına şüphe yok. İstanbul’un çehresini güzelleştirmeye yönelik faaliyetleri taçlandıracak böylesi bir projenin başlatıldığını görmek, bu satırların yazarı için de büyük bahtiyarlık olur. Lütfen Kadir Bey, bir mimar olarak İstanbul’a sevdâlı olduğunuzu gösteriniz. Bundan daha iyi bir ilân-ı aşk olmaz...
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Şu an ölebilirsiniz |
|
Bu yazıyı hazırlamadan yarım saat önce kliniğe uğradım. Orada sohbet esnasında bir sağlık memurunun yakın akrabasının vefatından bahsedildi. Askerden izne gelmiş yirmi bir yaşında bir genç. Son günlerde ortada herhangi bir sebep ve belirgin bir hastalık yokken sürekli öleceğini dile getiriyormuş. Çevresindeki akrabalarına da dünya sıkıntılarını fazlaca büyütmenin yersiz olduğundan, ölümün her an gelebileceğinden belki de o dakika gelebileceğinden bahsediyormuş. Bir kaç gün önce banyoda traş olurken yere yığılmış vaziyette bulunmuş acilen kaldırıldığı hastahanede vefat ettiğini öğrenen aile büyük bir şok yaşamış.
Bu olay bana yıllarca önce Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde öğrenci iken Adlî Tıp stajı sırasında yaşadığım ve beni çok etkileyen bir olayı hatırlattı. O dönemlerde yirmili yaşların ortalarındaydık. Kendimizi çok güçlü kuvvetli algılıyor, pek hastalık yaşamıyor ve ölümden bahis açılınca da hastalıklı olanlar ve yaşlılar hatırımıza geliyordu. Ölüm takdir edilmişse öncesinde muhakkak bir belirti, bir hastalık olacağı inancındaydık. Bir gün otopsi salonunda gördüğüm manzara başıma inen bir tokmak gibi beni sarstı ve günlerce etkisinden kurtulamadım. Masada yatan ceset, benim yaşlarımda oldukça iri yarı, kasları çok gelişmiş bir gence aitti. Hocamıza otopsi yapılma sebebini sorduğumuzda şüpheli ölüm olduğunu, bu yüzden otopsi yapıldığını ifade etti. Bir önceki gün arkadaşları ile halı sahada futbol maçı yapmışlar, ardından toplu halde çorba içmeye gitmişler. Sonra bir-iki arkadaşı ile berbere traş olmaya gittiklerinde orada sıra beklerken oturduğu koltuktan yere yuvarlanmış. Bayıldı düşüncesi ile kaldırıldığı hastahanede vefat ettiği ifade edilmiş. Otopsi sonucunda da ölüm sebebi tesbit edilemedi.
Bu olay günlerce beni çok sarsmıştı. Ölümün gelişinin hep bazı ipuçları ve hazırlık döneminden sonra olacağını düşünürdüm. Oysa, masada yatan ve benimle aynı yaşlarda olan gençliğin bahar dönemlerinde bir şahsa ait ceset ölümün her an gelebileceğini zihnime adeta kazıyordu. Her an hazırlıklı olmak lâzımdı. Bazı zamanlar hayatını dahi gözden geçiremeyecek ölçüde ansızın karşılaşılabilecek bir durumdu ölüm.
Bu durumda hayat; gelecek endişesi, geçim sıkıntısı, kariyer plânlama, iş performansı gibi kavramlardan daha öte bir anlam ifade etmeli, ölümün bütün bu kavramlar çerçevesinde şekillenen algılardan daha öte bir anlamı olmalıydı. Burada iki örnekle âlemimize yansıyan haller tüm dünya göz önüne getirildiğinde kim bilir ne kadar yüksek rakamlara ulaşıyordu. Bu hal, ölümün hak olduğunu, bir gün ansızın gelebileceğini tasdik eden imzalar hayatın farklı bir gerçekliğini, belki de en net ve asırlardır değişmeyen her şeyi içine alan gerçekliğini ortaya koyuyordu.
Bir insan ancak bu durumun farkında olmaksızın ya da farkında değilmiş gibi davranarak, bu şekilde başta kendini kandırarak varlığa madde ötesi bir anlam bulma arayışından uzak kalabilir. Ancak bu şekilde sistemin genelini kuşatan ve kulakları çınlatırcasına haykıran kâinat kitabının ilâhî mesaja dönüşümüne kulak tıkayabilir. Oysa sadece varlık âlemi hakkıyla okunsa ve fert vicdanı ile başbaşa kalabilse kâinat kitabı kendini açacak ve kişi hayatının gerçek anlamına ulaşma serüvenine bir noktadan başlayabilecektir. Günlük yaşantının koşuşturmaları arasında zaman zaman düşünmek için durmak gerekiyor. Durmak, pek çok zaman ani bir şokla ya da yüksek sesli bir uyarıyla mümkün oluyor. Bu yüzden ölümü sık sık hatırlamamız ve kapılıp gittiğimiz dünya selinde içinde bulunduğumuz hali tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Her birimiz için ölümün geleceği an şu dakika olabilir belki de bunlar okuduğumuz son satırlar olabilir.
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Bağlantılar nereye çıkıyor? |
|
ATO’nun resepsiyonunda, MHP hareketinin tarihini yazan bir gazeteci ile karşılaştık.
“Cinayetten sonra delilleri nasıl ustaca bırakılmış” dedi.
Cinayet dediği Danıştay olayıydı.
Bırakılan delliler ise, olayın arkasındaki ulusalcı-ülkücü bağlantılardı.
“Ama” diye ekledi, “Katil çok profesyonel. Yurt dışında eğitim almış.”
Nerde eğitim aldığından ziyade, arkasındaki bağlantı önemli.
Kendisi silâhlı ülkücü hareketin tarihini yazacak ölçüde içeriden tanıdığına göre, yurt dışında eğitim almasından ziyade yurt dışı bağlantısı olduğunu ihsas etmek istedi.
Danıştay saldırısını gerçekleştiren Alparslan Arslan’ın kimliği ortaya çıktığında Kartal Demirağ’a mı, yoksa Mehmet Ali Ağca’ya mı benzediği yönünde tartışmalar yaşanmıştı.
Her olayı kendi çerçevesi, her katili kendi profili içinde değerlendirmenin daha doğru olduğu düşüncesindeyim. Ancak bir benzetme yapılacaksa, Ağca figürünün daha uygun düştüğü kanaatindeyim.
Benzerlik sadece ülkücü-ulusalcı kökenden gelmeleri açısından değil. Olayın çok farklı bir boyutu var.
Danıştay baskını olayını medya her nedense pek sevmedi. Tansel Çölaşan’ın, baskın sırasında katilin, “Allah’ın askeriyiz, elçiyiz. Türban dâvâsı yüzünden cezalandırılacaksınız” dediğini aktarması üzerine biraz heyecanlanmıştı medyamız. Ancak bu heves kısa sürdü.
Oysa Susurluk’ta öyle mi olmuştu?
Hatırlayın daha kazanın üzerinden 20 dakika geçmeden bazı haber merkezleri aranmış ve herkesin Sedat Bucak’ın yaralanmasıyla ilgilendiği sırada kazada ölen Mehmet Özbey isimli şahsın Abdullah Çatlı olduğu bildirilmişti.
Dizi filmlere, kitaplara, Meclisin en ünlü komisyonuna konu olan Susurluk kazasına gösterilen ilginin binde biri Danıştay baskınına gösterilmedi.
Oysa Ağca olayını aratmayacak ilginç portreler ve karmaşık bağlantılar barındırıyor, Danıştay baskını. 17 Mayıs’tan bu yana bıktırma pahasına, bu olaya eğilmemin altında yatan sebep de bu.
Alparslan Arslan’ın banka hesaplarından, yurtdışına çıkıp çıkmadığına kadar birçok bağlantı mutlaka araştırılıyordur. Ancak olayın Meclis’te bir komisyon kurulup, araştırılmasını gerektiren yönleri var. Abdi İpekçi, uyuşturucu kaçakçılığına karşı kampanya yürüttüğü bir dönemde öldürülmüştü. İpekçi ayrıca askerin yönetime el koyması için çağrı yapanlara karşı çıkıyor, CHP ile AP’nin ortak hükümet kurmasıyla anarşi ve terör ile ekonomik krizin üstesinden gelinebileceğine inanıyordu. Türk siyasetini kontrol eden en güçlü kalem olduğu tartışılmaz bir isimdi.
Ayrıca Milliyet gazetesinin satışına karşı çıkması sebebiyle birçok çevreyi rahatsız ediyordu.
Bu açıdan İpekçi çok önemli bir hedefti ve öldürüldü.
İpekçi suikastinden sonra kaçıp Abdullah Çatlı’nın evinde saklanan Mehmet Ali Ağca için ‘reis’in,”Çocuğu yaktılar” dediğini Meral Çatlı aktardı.
Peki Ağca’yı yakanlar kimlerdi.
Malatya’dan geldikten sonra Oral Çelik, Yalçın Özbey ve daha sonra da Abdullah Çatlı ile birlikte Ağca’nın yanına gittiği maddî destek aldığı bir isim vardı. Abuzer Uğurlu.
Yani ünlü uyuşturucu ve silâh kaçakçısı Abuzer Uğurlu. İpekçi dâvâsında mahkeme başkanına,” Hapisten kaçacağım ve Papayı vuracağım” demişti. 1 hafta sonra Maltepe Askeri Cezaevinden kaçtı ve Papayı vurdu.
Aynı şekilde Abdullah Çatlı da İsviçre’de cezaevindeyken eşini çağırıp,
“Falanca gün, filanca saatte beni kaçıracaklar. Paris’teki eve git. Beni bekle...” dememiş mi ve o gün verilen saatte kaçırılmamış mıydı?
Alparslan Arslan’a da, “Türkiye’de darbe olacak, seni cezaevinden kaçıracağız” sözü verildi mi orasını şimdilik bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey var. O da, Ağca dil bilmediği halde gittiği Bulgaristan’da rahat günler geçirirken, İtalya’da da Papa suikastinden önce gizli buluşmalarını gerçekleştirdiği tatil beldesinde para savurmasıyla dikkat çekmişti. İpekçi suikasten önce annesi Müzeyyen Ağca ve kendisinin hesabına yatırılan paraları da unutmamak gerek.
Alparslan Arslan konusunda henüz o tür bilgilere sahip değiliz. Ancak Danıştay saldırısının azmettirici olarak arandığı sırada kaçan ve 1 hafta sonra gelip teslim olan Ayhan Parlak’ın ilişkileri bana Abuzer Uğurlu’nun bağlantılarını hatırlattı. Son dönemde Alparslan Arslan ile 67 telefon görüşmesi yaptığını bir kenara kaydetmek gerekiyor.
Başka kaydedilecek şeyler de var. Ertuğrul Yılmaz, uyuşturucu kaçakçılığı ile uğraşıyor, Doğuş Factoring’in sahibi. Ülkücü kökenli. Almanya’da evinde kafasına tek kurşun sıkılarak öldürülüyor. Ertuğrul Yılmaz cinayetiyle ilgili olarak yakalanan Recep Canik, sorgusunda Ayhan Parlak’ın ismini veriyor. Ayhan Parlak ise Ertuğrul Yılmaz’ın bacanağı.
Peki Recep Canik kimin yakını? PKK’nın Avrupa’da uyuşturucu işini yaptığı söylenen ve ünlü uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin Baybaşin’in yakını olan bir isim. Ülkücü Ertuğrul Yılmaz’ı evinde misafir olup öldürecek kadar yakın olduğu söylenen Hüseyin Baybaşin’in yakını, Kürt ve PKK’lı Recep Canik.
Canik’in ismini verdiği isim ise kendini laik, Atatürkçü ve çağdaş biri olarak tanımlayan Ayhan Parlak. Yani bacanağı Yılmaz’ın işlerinin başına geçtiği ve Doğuş Factoring’i bir süre yönetip, daha sonra devrettiği Ankara DGM’deki dosyaya geçen Ayhan Parlak.
Danıştay baskını bir açıdan bakılınca çok karışık, bir başka açıdan bakınca da çok net gözüküyor.
Uyuşturucu kaçakçılarına verilmiş bir ihale olmasın...
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Promosyonlara devam |
|
Yola çıkış şiarı “Vatan sathını bir mektep yapmak” olan Yeni Asya’nın kültür hizmeti sürüyor. Bir sonraki kampanyamızın hediyesi Bediüzzaman Beşlemesinin son kitabı olan Muhabbet Fedaileri. Daha önceki kampanya dönemlerinde Zamanın Sesi, Bediüzzaman, Said Nursî ve Nurcular adlı kitaplarını hediye ettiğimiz seride, Risâle-i Nur müellifi ve onun ortaya koyduğu hareket ile talebelerinin dünden bugüne uzanan hayat seyri gözler önüne seriliyor.
Edebiyatçı-yazar İslâm Yaşar tarafından kaleme alınan ve bir nehir roman hüviyeti taşıyan beşlemenin son halkası da Muhabbet Fedaileri ile tamamlanmış olacak. Bediüzzaman’ın hayatını ve Nurculuk tarihini roman tadında okumak isteyenler için bu fırsat kaçmaz.
***
İki yeni yazar
Bu haftadan itibaren iki değerli hanım yazar periyodik yazılarıyla karşınızda olacak.
İlk yazarımız Bizim Aile Dergisi Yayın Koordinatörü Yasemin Güleçyüz. Dergideki çalışmalarından ve son olarak İran gezisi ile ilgili izlenimlerinden tanıdığımız Güleçyüz, sosyal ve aktüel gündemi orijinal bir bakış açısıyla yorumlayacak. Güleçyüz, kadın ve aileyi ilgilendiren, tarih boyunca güncelliğini hiç yitirmeyen konulara farklı pencerelerden, farklı gözlüklerle bakıp, baktıracak. Bu kimi zaman ülke gündeminde, kimi zaman da ev hayatında konuşulan konular olacak. Aktüel haberlere kısa yorumlar, küçük sohbetler ve ilginç anekdotların yer alacağı Satır Arası başlıklı bu köşe Pazar günleri yayınlanacak.
Yazarlarımızdan ikincisi ise Belkıs Ertürk.
Çocuk ve ergen psikoloğu olan Ertürk, İçe Bakış adlı Psikolojik Danışmanlık Merkezinde; yetişkinlere, çocuk ve ergenlere bireysel danışmanlık, kişilik, zekâ ve ilgi testleri, dikkat eksikliği olan çocuklara bireysel etkinlikler veriyor.
Ertürk, bir diğer çocuk ve ergenlik psikoloğu olan Yasemin Uçal Abdullah’la dönüşümlü olarak Salı günleri sizlerin çocuk ve ergen psikolojisi ile ilgili sorularını cevaplayacak.
İlk yazısı yarın yayınlanacak Belkis Ertürk’e hoşgeldiniz diyor, sorularınızı bekliyoruz.
***
Medrese-i Yusufiye’den bir mektup
Kocaeli F Tipi Cezaevinden yazan M.B.E., kendisine ulaşan yeni tanzimle yayınlanmış risâleler vesilesiyle hissiyatını bizlerle paylaşmış:
“Birkaç hafta önce tarafıma gönderilmiş olan Sözler ve küçük boy üç adet risâleyi aldım. Kitaplardan dolayı teşekkür ediyorum. Rabbimden mükâfatınızı kat kat almanızı niyaz ediyorum.
“Sözler’in yeni dizayn edilmiş şeklini yeni gördüm ve çok beğendim. Sözlüğün hemen aynı sayfada bulunması, okuyucunun zihnini dağıtmadan, hızlı bir şekilde bilmediği kelimelerin mânâsını öğrenmesine yardımcı oluyor. Bu da asıl hedef olan anlamayı kolaylaştırıyor. Allah razı olsun.
“Sizleri izzet ve ikram sahibi Allah’ın selâmlarıyla selâmlar, duâlarınızda bizleri de unutmamanızı dilerim. Selâm ve duâ ile.”
Kardeşimize “Allah kurtarsın” derken, Bediüzzaman Hazretlerinin Meyve Risâlesinde geçen şu ifadelerini bu vesileyle bir kere daha hatırlamış olalım: “İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslâhhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler.”
Bir not: Ellerindeki fazla kitaplardan mahpuslara göndermek isteyenler, kitapları bu amaçla bize ulaştırmak yerine, bulundukları yerlerdeki cezaevlerine verebilirler. Böylece hem külfet ve kargo masrafı azalacak, hem de ihtiyaç sahiplerine daha kolay ulaşmış olacaktır.
***
Hareketlilik sürüyor
Dış gezilerimizdeki hareketlilik sürüyor.
Almanya’nın Köln ve Münih şehirlerinde yapılan “Bediüzzaman’dan müjdeler” konulu toplantılara Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz de konuşmacı olarak katıldı. Bu faaliyetler ayrıntılarıyla gazetemizde yer aldı.
Dış Haberler Müdürümüz Mustafa Özcan ise geçtiğimiz hafta Makedonya’da idi. Deniz Feneri Derneğinin dâvetlisi olarak geziye katılan Özcan Balkanların huzur arayan bu bölgesine yapılan yardım faaliyetleri ile dinî ve kültürel gelişmeleri yerinde gördü. Makedonya gezisinin izlenimlerini bugün başlayan dizi yazıda bulacağınız Özcan, dün de İHH heyetiyle birlikte Bangladeş’e hareket etti. Özcan, gelir düzeyi oldukça düşük, kalabalık bir nüfusa sahip ve sık sık felâketlere maruz kalan bu Müslüman ülke ile ilgili gözlemlerini de döndükten sonra bizimle paylaşacak.
Hepinize iyi haftalar diliyoruz.
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
Bir milyon varil |
|
Bir akrabamı ziyaret dönüşü, yakın bir otobüs durağına kadar kendileriyle arkadaşlık yapabilme isteğime karşılık “Arabanız yok mu?” sorusuyla karşılaştım. “Hayır, artık toplu taşıma araçlarını kullanıyorum” dedim. Dolayısıyla sohbetimiz enerjide tasarruf konuları üzerinde devam etti.
Muhatabım ABD’ye gittiği için oradaki aşırı tüketimden bahsetti. “Her şeyi bir defa kullanıp atıyorlar. O kadar ki, çay içerken iki adet naylon bardak kullanıyorlar. Oradaki tüketimi görünce bunlar dünyayı bitirecek diye insan korkuyor” dedi.
Aşırı tüketimle ilgili olarak Ali Bulaç da şunları yazmıştı: “Öncelikle; dünyamızın gelişmiş ve sanayileşmiş Batılılar düzeyinde bütün insanları yaşatmaya elverişli bir gezegen olmadığını anlamak lâzım. Eğer bütün ülkeler, Batı Avrupa standartlarında enerji tüketecek olurlarsa, bir kaç hafta içinde atmosfere karışacak zehirlerle bütün canlılar ölecek. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerin potansiyel imkânları ve kaynakları ise, bu tüketim hızına ancak bir kaç on sene dayanabilir.”1 Tekrar araçlara döndüğümüzde hava kirliliğinin yüzde 60-70’inden araçlar sorumludur. Gürültü kirliliği, lastiklerden kaynaklanan kirlilikler vardır. Eğer hususî araçlar yerine toplu taşıma araçları tercih edilirse enerjiden de ciddî tasarruf yapılabilir.
Dünya Enerji Ajansının araştırmasına göre petrolde tasarrufa gidilebilirse yılda bir milyon varil kazanılır. Her gereksiz frene basmak bir damla daha fazla yakıt demektir. Her hız aşımı yani doksan km/saat üzerindeki artış yakıtı yüzde yirmi-otuz artırmaktadır. Keyfe, zevke göre araç kullanmalar, hız tutkunlarının araç kullanmaları bugünki sefih medeniyetin oyuncaklarının bütünü tüketim üzerine kurulmuştur. Tek kişilik araçlar, altı silindirli araçların bütünü bu sarmalın bir parçası. Nasıl ki nimetler içerisinde iken iktisat yapılması gerekiyor.
Araba sahiplerinin de arabaları olduğu halde yalnız başlarına iken toplu taşıma araçlarını kullanmaları iyi bir iktisat örneğidir. Nitekim iktisatta bir zirve olan Said Nursî Hazretlerinin enerjiyi kullanmadaki hassasiyeti, tüketim çılgını olmuş asrın insanı için çok önemli bir örnek teşkil etmektedir. Çünkü o mangala konulan kömürlerin fazlasını bile mangaldan çıkarttırıyordu. İnsanların rahatı ve güvenliği için bu düşünce yapısına uyulması gerekmektedir. Yoksa insanlar aşırı tüketimden dolayı kendi ürettikleri çöplüklerde boğulacaktır.
‘Çöp’izm
ABD’de ortaya çıkan freegganizm, Britanya’da da hızla yayılıyormuş. Grubun şiarı, ihtiyaçlarını çöpten karşılayarak kapitalist döngüyü kırmak. Grubun üyelerinden Ash, “Yediğim her şey çöplerden, bu benim için mantıklı bir hayat tarzı seçimi. İsraf edilen şeyleri kullanmak kadar tabiî bir şey olamaz”2 diyor.
Freeganlar, başkalarının attığı şeyleri değerlendirerek yaşayan bir grup. Sistem, müsrifliği göstermek için süpermarket çöplerine atılan yiyeceklerle beslenmeyi teklif ediyor. Ve böylece her yıl binlerce insan açlıktan ölürken yapılan bu savurganlığa dikkat çekmek istediklerini söylüyorlar.
Dipnotlar:
1- Din ve Modernizm, s. 28, Ali Bulaç
2- Radikal, 27.5.2006
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Dünya kurulduğundan bu yana insanlar birbirleriyle iletişim kurmuşlar ve bir etkileşim meydana gelmiş. Komşuluk ilişkileri gün geçtikçe yerini sürekli oturup kalkmalara, tadı damaklarda kalan çay sohbetlerine ve hatta evin bir bireyi şeklinde anılmaya kadar gitmiştir.
Çok iyi hatırlıyorum ben henüz 5-6 yaşlarındayken bizim bir “komşu annemiz” vardı. İsmi Sebahat olan bu teyzeye neden komşu anne derdik o zamanlar anlayamamıştım. Ama o kadar yakın ve o kadar sıcak kanlıydı ki anne gibi komşuydu anlayacağınız. O her gün bizdeydi ya da biz her gün onda. Çok tatlı kızları vardı. Biz onlarla masanın altında kendimize ev yapar, oyuncak bardaklara su koyup çay diye içerdik. Yaptığımız su çaylarını annelerimize, “Hadi bize misafirliğe gelin, bakın size çay yaptık” diye gerçeğe yakın hale getirmeye de bayılırdık. Ama hatır için içilen oyuncak çayları, bir süre sonra çay tiryakisi ve su sevmez annemi çılgına çevirirdi. Annem: “Ama su içmekten karnım ağrıdı” derdi. Bizim cevabımız ise topluca ve sesli olarak hep aynı şekilde verilirdi: “Anne o su değil çaaaaaaay!.” Masanın üstüne örttüğümüz battaniye (Neden daha ince bir örtü kullanmamıştık acaba, sanırım içerisi karanlık olsun diye. Çünkü içeride lamba yakıp kendimize ait bir masalın kahramanı olabileceğimizi düşünüyorduk.) bizim için önemliydi, çünkü evimizin sınırlarını çiziyordu. Bu çocukça oyunların içinde çok büyükçe bir sevgi yatıyordu.
Hal böyle olunca da “misafirlik” akrabalıktan da öte bir kan bağı taşır hale geldi bizler için. Komşuluğun ne demek olduğunu öğrendim ben büyürken. Ülkemden ayrılırken canıma hiçbir komşum dokunmadı nedense. Aslında bunun sebebi çok açık. Gündelik hayatın keşmekeşinde o kadar kaybolduk ki komşularımızla iki çift lâf edemeden akşam olmaya başladı. Bir zamanların anne yarısının hayatında neler değişti, bizim hiç haberimiz olmadı. Biz aynı zamanda koşuyorduk, zamanı yakalamak için. Ailem ve sevdiklerim, sosyal yaşantım ve İstanbul’umdu benim canımı yakan.
***
Amerika’nın her eyaletinde birbirinden neredeyse tamamen bağımsız komşuluk ilişkileri yaşanıyor. Eğer bir şehir büyük ve hareketliyse oradaki ilişkiler daha mesafeli ve sıradan, (Boston, New York… vs.) eğer bir şehir küçük ve kasabamsı bir hava içindeyse oradaki ilişkiler de çok sıcak ve içten (Tapma, Orlando, N. Carolina… vs.). Bunlar sadece Türkler arasında değil diğer yabancılar için de böyle. Çok da şaşılacak bir durum değil aslında. Türkiye’nin metropolü İstanbul ve doğunun incisi Urfa arasındaki ilişkiye benziyor.
İnancın bağlayıcılığı öyle büyük bir mucize ki bizler için. Komşusu hasta olduğunda ona yemek yapıp getiren bir Müslüman ile evinde 5 yıldır ölü olarak duran ve hiç kimsenin halini hatırını sormak için kapısını çalmadığı bir gayr-i müslim ile aynı dünya içinde yaşıyoruz.
Amerika’ya ilk gittiğimde içine düştüğüm yabancılık hissi “Kimse kimseyi tanımıyor” düşüncesini sardı başıma. Kendi ülkemizin insanları da bize yabancı fakat neden bu duyguyu hissetmiyordum? “Sahiplenmekti” aradığım kelime. Yaratanın kullarını sahiplenişi, her nerede olursa olsun, onu duymasına olan ihtiyaç, kendini fazlasıyla açığa çıkarmıştı. O bizi duymuştu ve bize fevkalâde komşular göndermişti. Her birini kardeşim yerine koyabileceğim, yeri asla dolmayacak dediğim güzel insanlar bize her konuda destek oldular. (Ev eşyasından mutfak eşyasına, Amerika’yı tanımaktan sosyal hayata dahil olmaya kadar.) Her yeni taşınan Türk arkadaşa yaptıkları gibi. Ailenden, akrabalarından ayrı yaşadığını fakat yalnız olmadığını gösteren uzak komşuları işte böyleydi.
Hangi teknoloji bunu yapabilirdi? Hangi bilim bunu hesaplayabilir ve koordinatları ona göre belirleyebilir ve bizi bu alana yerleştirebilirdi?
Kâinatı kucaklayan yüce kudretin İslâm kardeşliğini yaratması ve bizi ona bağlaması ne büyük bir rahatlık.
Gemiye binip kaptana teslim olma sükûneti bu, valizleri (gemideyken) elde tutmaya ne gerek var?
12.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|