Sevgi ve hoşgörü
Yeryüzünün en güzel misafiri olan insan, diğer bütün canlılardan daha mükemmel bir şekilde yaratılmış ve onlara kumandanlık edebilecek vasıflarla donatılmıştır. Bu yönüyle insan sevgiyle dolu olduğu gibi, varlıklara da hoşgörüyle yaklaşmakla sorumludur.
“Biz muhabbet fedaileriyiz husûmete vaktimiz yoktur” diyen asrın sahibi Bediüzzaman Hazretleri, toplumda sevginin ne derece önemli olduğunu belirtmektedir. Fertlerin gönüllerine yerleştirilen sevgi tohumları yeşerdiği vakit, muhabbet gülleri açacak büyük bir ağaç olacaktır. Sevginin olduğu yerde hoşgörü vardır. Hoşgörünün yerleştiği toplumlarda huzur, sükûn ve güzellikler hâkim olur. Kin ve nefretin ortadan kalkması, sevgi ve hoşgörünün her tarafta yayılması ile mümkündür. Yüce Rabbimizin Allah Resûlüne “Habibim” diye hitap etmesi sevginin büyüklüğünü bizlere ikaz mahiyetindedir. “Eğer Allah’ı seviyorsanız Habibullaha ittiba ediniz. Yani onun emirlerine uyunuz, onu dinleyiniz. Eğer onu dinlemiyorsanız bilmelisiniz ki Allah’ı sevmiyorsunuz” demektir. Bu İlâhî ikaz karşısında aklı başında olan her insan düşünüp kendisini sorgulamak zorundadır.
Muhabbetin yani sevginin bu kadar önem kazandığı bir dinin mensupları olan biz Müslümanlar, değil sadece Müslümanlar arasında bütün dünyada sevgiyi esas kılmak zorundayız. Hoşgörüyü topluma ve gönüllere yerleştirmek zorundayız. Toplumdaki bugünkü sıkıntıların kaynağı da büyük ölçüde hoşgörüsüzlük değil mi? Yunus Emre ne güzel söylemiş: “Yaratılanı hoşgörürüm yaratandan ötürü” diyerek sevgiyi herkese yaymanın ve herkesi sevmenin, Allah’ı sevmeye ve bundan dolayı mahlûkatı sevmeye yönelik olduğunu belirtmiştir.
Medenî toplumlarda şiddete yer yoktur. “Medenilere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” sözü ile asrın müceddidi bizim tebliğ metodumuzu belirtmiş. Kavl-i leyyin ile tebliğ etmemiz gerektiği de Allah Resûlünün sözlerinden anlaşılmaktadır. Sevgisizliğin ve hoşgörüsüzlüğün olduğu yerde şiddet, kin, nefret ve her türlü kötülük yayılarak toplum hayatımız da zarar görür. Çevremizde gördüğümüz olaylar karşısında düşünüp nerede yanlış yaptığımızı araştırmamız gerekir. Sevgiyi esas tutan bir dinin mensupları olan bu milletin çocuklarının birbirinden nefret etmesi kadar korkunç birşey olamaz. Hırsızlığın, yolsuzluğun, şiddetin, nefretin yaygınlaşması toplumlarda manevî değerlerin yok olmasının ya da zaafa uğramasının belirtileridir.
Netice itibari ile her insan mahiyetinde bulunan ailesinden, çocuklarından sorumlu; her yönetici idaresindeki kişilerden mesuldur. Bunları eğitmek, güzeli göstermek, kötülüklerden uzaklaştırmak her sorumluluk taşıyan insanın birinci vazifesi olmalıdır. Belki bu şekilde kötülükler azalır, sevgi ve hoşgörü topluma hâkim olur.
|
Başbakan halktan kopuyor
34 yıllık memuriyetim sırasında ne siyasete, ne de siyasetçilere karşı fazlaca ilgim olmadı. Siyaset, ilk defa oy kullandığım 1965 genel seçimlerinde dikkatimi çekmişti. Ancak, 27 Mayıs 1960 ihtilâlinde başbakanla beraber iki bakanın asıldığını görünce, siyasetin kolay bir iş olmadığını ve siyaset yolunda insanın canına bile kastedildiğini o zaman anladım.
Rahmetli babam ise, 1978’de sonlanan ömründe, Osmanlı’nın son dönemleriyle, Cumhuriyetin ilk dönemini ve sonrasını da yaşamıştı. Onun, hem tarihe, hem de siyasete olan merakı sebebiyle, kitaplardan okuduklarımızdan başka yaşadığı canlı olayları da ondan öğrenme imkânını bulmuştuk. Babama göre, siyaset, sıkıntı çekilmeden ve herhangi bir bedel ödemeyi göze almadan yapılırsa, siyasetçiyi halktan koparıyordu. Halkına yabancılaşan siyasetçinin de, ömrü öyle uzun olamıyordu.
1950 seçimlerinden itibaren, halkın özgür iradesi seçim sandığına yansımaya başlayınca, halkımız hem demokrasinin ne demek olduğunu, hem de sandığa attığı oyunun nasıl bir kıymet ifade ettiğini anladı. Üstelik bunu kısa zamanda anladı, ama kimi siyasetçiler kendilerine verilen bu oyların kıymetini nedense hâlâ anlayamadılar.
İLK TANIDIĞIM BAŞBAKAN,
ADNAN MENDERES’Tİ
Merhum Menderes, 1957 yılında yapılan genel seçimleri henüz kazanmış, seçimden sonra da bir Trakya seyahatine çıkmıştı. Çorlu, Lüleburgaz, Babaeski ve Kırklareli üzerinden giderek Edirne’ye yaptığı bu seyahatte, o yıllarda okuduğum Kepirtepe Öğretmen Okulu’nun da önünden geçmişti. Arabası okulun önünde durunca, okul idaresinin tertibi üzerine bir kız arkadaşımla beraber ona bir demet çiçek verip, elini öpmüş ve çok yakından görmüştüm. Menderes’in yüzü hep gülüyordu.
Hiç kuşkusuz ki, Adnan Menderes tam bir “halk adamı”ydı. Gittiği her yerde halkın içine kolaylıkla girebiliyor, korumaları hiç kimseyi “itip kakmıyordu.” Yani, halkı sevdiğini sadece sözleriyle değil, hareketleriyle de belli edebiliyordu. İktidarı döneminde, tek muhalifi İsmet İnönü’ydü. Her iki lider, değişik yerlerde yaptıkları konuşmalarda birbirlerine cevap verirler, bazen bu cevaplar çok sert olabilirdi. Ancak, ikisi de nezaket ölçülerinin dışına asla çıkmazdı. İki liderin birbirine sataşması ise, siyaseti halka daha çok sevdirmişti.
ZAMANLA, SİYASETİN
TAVRI VE ÜSLÛBU BOZULDU
1960 ihtilâli, siyasete bir durgunluk ve bir tedirginlik getirdi. Halkımızın bir bölümü siyasetten soğuduysa da, meydanlara çıkan yeni liderler, siyasete yeni bir canlılık getirdiler. “Menderes iktidarının devamıyım” diyen Süleyman Demirel, Menderes’in bıraktığı yerden İsmet İnönü’yle yeni bir siyasî mücadele başlattı. Ancak, zamanla, siyasetin tavrı ve üslûbu bozuldu. Ne var ki, Bülent Ecevit’in ortaya çıkmasıyla “İnönü misyonu” bitti, ama Demirel-Ecevit çekişmesi de yıllarca yaşandı.
Şimdi, burada önemli bir hususa okuyucularımın dikkatini çekmek isterim. Tam bir halk adamı olan Adnan Menderes’ten sonra gelen Demirel, Ecevit ve Erbakan da, birer halk adamı olduklarını ispatlamada gecikmediler. Ve halktan hiç kopmadılar. Onların da korumaları vardı, ancak bu kişileri kullanıp halkla aralarına “set çekmediler.” Süleyman Demirel, 1965 yılında Başbakan olunca, yaptığı ilk 10 basın toplantısını kitap haline getirmişti. Cüret edip, mektupla ondan bu kitabı istedim. Demirel, üstelik kitabın kapağına el yazısıyla duygularını belirtip, imzalayarak, kitabı bana göndermişti. Bu hareketi beni, daha sonraki yıllarda onun bu yönünü de takip etmeye sevk etmişti. Gördüm ki, o herkese yakın, içten, samîmî ve bilhassa ilgiliydi.
TAYYİP ERDOĞAN, YANLIŞ YERLERE DANIŞIYOR
22 Mayıs 2006 günü bu gazetede ve bu sayfada yazdığım “Başbakan ve bakan danışmanlarına gerek var mı?” başlıklı yazıda, ülkemizde devlet kadrolarındaki danışmanlık kurumunun iyice yozlaştığını, danışmanların danışanlarını yanlış yönlendirdiklerini ve bu kişilerin artık faydadan çok, zarar getirdiklerini belirtmiştim. Başbakanın gülmeyen yüzü, halkı devamlı dışlayan hırçın tavırları ve öfkeli konuşmaları, yanlış yönlendirildiğinin zaten ilk işaretleriydi. Başbakana sunduğum teklifimde, bu kadroların kaldırılmasının hayırlı ve çok yararlı olacağını da bu sebeple belirtmeyi ihmal etmemiştim. Başbakanın, kendisi hakkında yazılanları ne kadar okuduğunu ve doğruları ne kadar gördüğünü bilemem, ama geçen zamanın geri gelmediğini ve pişmanlıkların ise, hiçbir işe yaramadığını çok iyi bildiğini sanıyorum. Aslında, oldukça sempatik bir görünüme sahip olan Başbakana gülmek de çok yakışıyor. Eğer, birileri ona “Sakın gülme ve sert ol, devlet adamına sertlik yakışır” diyorsa, herkes bilsin ki, hem söyleyen yanılıyor, hem de Başbakan yanıltılıyor.
Bütün bunları sıralamamın sebebi, Başbakan yanlış yönlendiriliyor. Halkla arasına giren “Koruma, danışman, arkadaş, yardımcı, sözde dost, hemşehri, fanatik, dalkavuk...” hasılı her kimle müşavere ediyorsa, iyi bilsin ki, kendisini halktan koparıyorlar.
Başbakan, İstanbul Belediye Başkanı iken, İstanbul Millî Eğitim Müdürüydüm. Çok yakından gördüğüm şu ki, o zaman böyle bir kuşatması yoktu. Halkla iç içeydi. Keyfî kararlar onu da vurunca, halk onu daha çok sevdi. Ve onu hep “mağdur” gördü, ancak hiçbir zaman “mağrur” görmek istemedi.
İmam hatip liselerinde öğretmenlik yaptığım yıllarda, Erdoğan da imam hatip lisesi öğrencisiydi. Birlikte çalıştığımız yıllara bakarak, Tayyip Erdoğan’ın değişeceğine ve halktan kopacağına hiç inanmamıştım. Halkın yaptığı ve peş peşe gelen iki Millî Eğitim Bakanı’yla, benden önceki İstanbul Millî Eğitim Müdürlerinin açmaya bir türlü cesaret edemedikleri Sultanbeyli ve Ümraniye İmam Hatip Liselerini onunla birlikte açmıştık. Onu, yapılan törenlere dâvet edip, konuşturduğum için, beni az daha görevden alacaklardı.
Eski dostluk ve birliktelikten öte, bir vatandaş olarak geçen yıl ben de görüşmek için kendisine taahhütlü iki mektup yazdım. Almadığını düşünerek iki de faks çektim. Verilecek olumsuz bir cevap bile, bir ilgiyi gösterirdi. Oysa, hiçbir cevap alamadım. Özel Kalem Müdürünü aradığımda ise, “Başbakanla görüşebilirsiniz, ama Özel Kalem Müdürü ile asla” dediler.
Oysa, İsmet Paşa bile bütün karizmatik kişiliğine rağmen, Başbakanlığı sırasında halkın dilekçelerine verilen cevapları bizzat imzalar, yetişemediği zamanlarda ise, Özel Kalem Müdürü Necdet Calp’e imzalatırdı. Başbakanlıkta halkla görüşür, her talebe mutlaka bir cevap verirdi.
Başbakana haksızlık etmemek için, bir hususu hemen belirtmem gerekiyor. Araştırarak edindiğim bilgilere göre, bu mektuplardan, yani Başbakana bu yolla ulaşmak isteyenlerden Başbakanın haberi olmuyormuş. Çünkü, mektuplar kendisine sunulmuyor, açıp okuyanların sadece uygun gördükleri, ilgili Bakanlıklara ya da birimlere gönderiliyormuş. Neyi uygun gördüklerini ya da görmediklerini ise, kimse bilmiyor. İşte, bu çok yanlıştı.
Yetmiş iki bin öğretmeni ve iki milyondan fazla öğrencisi olan İstanbul’un Millî Eğitim Müdürü iken, ben de her gün torbalar dolusu mektup alıyordum, ama mektupları bizzat okuyor ve çoğuna kendim cevap veriyordum. Vatandaşın mektup ve dilekçelerine ilgi göstermek ve cevap vermek, yasal zorunluluk bir yana, bizim devlet geleneğimizde vardır. Özellikle yüksek makam sahiplerinin, kapısına kadar gelen vatandaşlara ilgi göstermesi, yine bizim devlet geleneğimizde vardır.
|
Asrın projesi
“Bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir.” Bu sözler 1936’da İngiliz Avam Kamarasında petrolün İngiltere için önemini anlatan İngiltere Başbakanı Winston Churchill’e ait. Bu söz, 20. yüzyıla damgasını vuran politikayı da özetliyordu. 100 yıl boyunca yaşanan kanlı savaşların perde arkasında hep bu kara altın yatıyor. 20. yüzyılda Kafkasya ve Ortadoğu’da sahnelenen Büyük oyunun baş aktörü hep petroldü. Ortadoğu coğrafyası Osmanlı İmparatorluğunun topraklarıydı. Büyük devletler, Osmanlı imparatorluğunu parçalayarak, petrol kokan bu toprakları aralarında paylaştılar. Hâlâ da paylaşmak için kan döküyorlar.
Birinci Dünya Savaşından sonra dönemin ABD Başkanı Thomas W. Wilson’a bir telgraf gönderen Fransa lideri Georges Clemanceau, “Eğer ülkeler harpleri kazanmak istiyorsa, kana olduğu kadar petrole de muhtaç olduğunu bilmeliler” diyerek petrolün gücüne vurgu yapmıştı. Aradan geçen 70 yıla ve bilim adamlarının keşfettiği yeni enerji kaynaklarına rağmen petrolün önemi günümüzde azalmış değil. Aksine daha da artmış görünüyor.
Bu büyük oyun, 21. yüzyılda da sürüp gidiyor. Petrolün gücü hâlâ dünya dengelerini etkilemeye devam ediyor. ABD’nin ısrarla sebepsiz gerekçesiz gerçekleştirdiği Irak savaşının perde arkasında yatan gerçeklerin en önemlisi de yine bu kara altın petroldür.
İzmir’de İktisat Fakültesinde okurken Hocam Prof. Dr Oğuz Çataloğlu, Kalkınma İktisadı dersinde, bir ülkenin kalkınması için petrol ve önemini anlatırken, Türkiye’nin ancak en azından ihtiyacını giderecek petrol kaynaklarına sahip veya petrol boru hatlarının kontrolünün kendi elinde olmasıyla ekonomisinin güçlü olabileceğini örnekler vererek anlattığını hatırlıyorum. Türkiye ihtiyacını giderecek petrol kaynaklarına sahip değil ama 2000 yılında temeli atılan “Bakü-Tiflis-Ceyhan” petrol boru hattının inşaatı 6 yılda tamamlandı.
Hazar Denizinin soğuk suları altında yatan “zengin” hidrokarbon rezervlerinin, petrolün uluslararası enerji piyasalarına ulaştırılması meselesi, 10 yılı aşkın bir süredir Türk ve dünya kamuoyunun yakından, merakla ve dikkatle takip ettiği çok önemli bir gündem maddesidir.
Daha kesin bir ifadeyle, Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı Projesi, 1991 yılından bu yana Türkiye’nin gündemindedir.
Bu boru hattı projesinin arkasındaki ana gerekçe, bölgesel güçler olan Türkiye, Rusya ve İran petrol ve doğalgaz kaynaklarının kendi toprakları üzerinden uluslararası pazarlara ulaştırılmasını ve ilgili ülkelerdeki enerji kaynaklarının işletilmesinde söz sahibi olmayı istemeleridir. Bu konuda Azerbaycan petrolünün uluslararası pazarlara taşınmasında yaşanan rekabete Türkiye, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesiyle katıldı.
Yüzyılın en önemli projesi olarak gösterilen Bakü- Tiflis- Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı projesinde ilk petrol 28 Mayıs 2006 tarihinde uzun bir yolculuğun ardından Ceyhan terminaline ulaştı. 1990’lı yıllardan bu yana bir rüya olarak gösterilen proje büyük sıkıntıların ardından hayata geçmiş oldu
Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev ülkesinin Bakü-Tiflis- Ceyhan (BTC) petrol boru hattı projesine katılmaya karar verdiğini açıkladı. (Milliyet 9.06.2006) Hazar Petrol ve Doğalgaz Fuarına katılan, İran Petrol ve Doğal gaz Bakanlığı Hazar Petrolü bölüm direktörü Mahmut Hakanı yaptığı açıklamada, Hazarın güney bölümünde geniş çaplı petrol arama ve çıkarma çalışmalarına başladıklarını, çalışmaların başarılı olması durumunda buradan çıkarılacak petrolün BTC ile ihraç edilebileceğini söyledi.
BTC boru hattı ile Hazar petrolleri, Kazak petrolü ve İran petrolü Ceyhan’a akacak. Bilhassa Kazak petrolünün BTC katılması ile, Rusya’nın enerji tekeli önemli ölçüde kırılmış olacaktır. BTC’nin önemli bir petrol güzergâhı haline gelmesi, Ceyhan’ın hatta İskenderun’un da petrol piyasasında Londra ve New York gibi belirleyici bir konuma gelecektir.
Türkiye’de güzel şeyler de oluyor. 13 Temmuz 2006’da resmî açılışı yapılacak BTC boru hattı için İstanbul ve Ceyhan’da törenler düzenlenecek. Birçok ülkenin Cumhurbaşkanları, başbakanları, bakanları o gün Türkiye’de olacak. Projenin önemi ve Türkiye’nin ağırlığı yakından hissedilecektir.
Türkiye bu proje ile ilgili daha neler yapabilir? Azerbaycan Enerji Bakanı Prof. Mecit Kerimof’un bu konudaki sözlerine kulak verelim. “Türkiye hâlâ ne bekliyor? Ceyhan’a rafineleri kurmalıydınız. Oraya boşalacak petrolü sadece taşımakla mı yetineceksiniz? Gemiler yanaşacak ham petrolü alıp gidecekler. Siz de boru parası alacaksınız. Oysa .. rafineler kurarsanız gelirinizi 4’e 5’e kadar katlayabilirsiniz. Abartmıyorum. Uçak yakıtı gibi çok pahalı ürünler üreterek hem büyük gelir sağlayabilirsiniz, hem de Türkiye’nin enerji atardamarı olmanın ötesinde, enerjinin yüreğini de topraklarınızda bulundurursunuz. Türkiye’’nin stratejik önemi daha da artar. Devletiniz, işadamlarınız bunu nasıl göremiyorlar?” (Sabah 9.06.2006)
Türkiye petrol üretmeden, petrol üreten ülkeler gibi bir konuma geliyor. Hükümet ve işadamlarımız bu projeye gereken önem ve yatırımı yapmalıdırlar. Türkiye’nin enerji üreten ülkeler gibi petro-dolar geliri sağlamak için önü açık. Türkiye’nin stratejik önemi her geçen gün artacak. Sonuçta AB ile çözüm ortaklığında çok güçlü konuma kavuşacağız.
|