|
|
Ölüm haktır
Benim yaşadığım şehirde her sabah namazından sonra, şehrin yerleşim konumu tepelerden oluştuğu için, onlarca camiden ezan sesleri işitilir, o İlâhî çağrıyı her gün yaşamışızdır. Her gün sabah güneşin doğmasına yakın, yine o camilerden bir gerçek daha haykırılır. Kelime-i Tevhit ve arkasından yeni bir ölüm haberi, her yeni güne başlarken, bu ikaz ve tebliğ ile “ölüm haktır” gerçeğini yaşarız. Ama ölen biz olmadığımız için, bir anlık his, o ortamı yaşama, sonrası hiçbir şey olmamış gibi, yine dört elle dünyaya sarılmak için evden çıkış ve malûm hayat.
Bütün bunlara rağmen, biliyoruz ki, bu beden bir bütün gibi görünse de bu dünyaya direk olmayacak, neticede et ve kemik bir gün yok olup çürüyecek, ister dünyanın padişahı, ister en zengini olalım, isterse en fakiri; ama Kur’ân’ın “ Nerede olursanız olun, (hatta) yüksek kalelerde bile olsanız, ölüm size yetişecektir” hitabına mahzar olan, yine bizler olacağız.
Ölüm hakikatini o an yaşamasak da gözümüz önünde vefat eden insanlar, gecenin yeni bir güne, ağaçlar, çiçekler, meyveler ve hayvanlar, her an gözümüz önünde o ölüm hakikatini bizlere hatırlatıp “dikkatli ol, hazır ol” diye bizlere o hakikati haykırıyorlar. Geçmiş asırlarda okuyor ve duyuyoruz ki, ölümün gerçek yüzünü gören insanlar, büyük zâtlar, ecel gelmeden evvel ölmek istemişler; o ölüm hakikatinin bir an önce lezzet ve hazzını tatmak istemişler, Yusuf (a.s.) Mısır’a aziz oluyor; yıllardır görmediği anne ve babasına kavuşacağı anda Allah’tan ölümünü istiyor.
İçinde bulunduğumuz dünyadaki hızlı gelişmeler, arkasından yetişemediğimiz her sahadaki yeni yeni buluşlar… Bütün bunlara tabiat olayları deyip onun arkasına sığınmamız, bizi o ölüm gerçeğinden kurtaramaz. Ecel gizli olduğundan, her vakit bizi de bulur, yakalar. Önemli olan, ölümden sonraki kabir kapısından, o haps-i münferitten kurtulmanın çaresini bulabilmek. Önemli olan, Bediüzzamanın ifadesiyle, “ölümü düşünüp dünyanın fanî olduğunu mülâhaza (idrak) edip, nefsin desiselerinden kurtulmak”tır. Yoksa bunların dışında bir hayat, hiç ölmeyecekmiş gibi dört elle dünyaya sarılmak, Kur’ân’ın “Ve ölüm sarhoşluğu hak olarak gelmiştir. O vakit ona, ey insan işte bu kendisinden kaçıp durduğunuz şeydir(denilir)” hitabına muhatap olmak…
Bizi dünyaya çağırıp bütün mesaimizi ona sarf etmemizi, her türlü zevk ve sefa içinde hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya sevk edenlere, ahireti, imanı, itikadı, hatıra getirtmek istemeyen insî ve cinnî şeytanlara tek söyleyeceğimiz şey, “Ölüm ve kabir kapısını kapatabilirseniz, ölümü sizden ve bizden def edebilirseniz buyurun sizinle beraber eğlenelim, yoksa susun o hakikati haykıran ölümden sonraki hayat-ı ebediyeyi bize müjdeleyen Kur’ân-ı dinleyelim” olmalıdır.
Ölümü öldürmek… Evet, önemli olan onu burada yapabilmek. Peygamberimiz(a.s.m.) bir hadisinde, “Ölüm boz renkli bir koç suretinde getirilir ve cennet ile cehennem arasında durdurulur ve boğazlanır. Sonra ‘Ey Cennet ehli! Ebedîlik var, ölüm yok! Ve Ey Cehennem ehli! Ebedîlik var, ölüm yok!’ denilir” şeklinde buyurmuştur. “Keşke” dediğimiz zaman, iş işten geçmiş olacaktır. Evet ne mutlu, hangi şart ve ortamda olursa olsun , o ölüm hakikatinin bilinç ve şuurunda olarak yaşayanlara…
|
Mehmet DİKEN
14.06.2006
|
|
Fark edebilmek
İnsanoğlunun mutlak olarak kavrayamadığı birçok şey vardır, aslında. Kavrayamadığı şeylerin başında da Allah’ın zâtî isimleri ve isimleridir herhalde. Meselâ Evvel, Âhir ve Samed, Kadir gibi. Allah, insanların bu kavrayamama durumu karşısında da onlara bazı ölçü birimleri vermiştir. Küllî şeyleri kavramak üzere cüz’î duygular verilmiştir. “Ene” gibi veya mutlak gücü tanımlamak için bize ihsan edilen kuvvet, güç gibi.
Yakın zamanda bir grup arkadaşla zorunlu olarak üzerinde çalıştığımız birkaç deprem taslağı-onbeş taslak- vardı, bunlar içinde bir taneyi seçip hem elle hem de bilgisayar ortamında kullanılabilir bir materyal hazırlayacaktık. Konu depremdi. Depremde levha hareketini gösterecektik. Önce tahtadan kurduğumuz bir düzeneği basit bir elektrik devresiyle hareket ettirmeyi düşündük bir hocamızla labaratuvar ortamında. Ama ne yazık ki başarılı olamadık. 220 volt bile yetersiz kaldı bu küçük düzeneği hareket ettirmede. Biz istediğimiz şekilde hareket ettiremeyince, sonunda materyalin arkasına bir şiş sabitleyip o metalle hareket unsurunu sağladık. Yaptıklarımızın normal depremle çelişmemesi ve onunla uyuşması da lâzımdı. Yaptığımız literatür çalışmalarına göre, çalışmalarımızı yürütüyorduk.
Bütün bu çalışmayla uğraşırken-dört hafta- asıl depremin oluş şeklini ve o depremde levhaları hareket ettiren gücü düşünmemek imkânsızdı. Bunu grup arkadaşlarıyla da paylaştık. Onlar da aynı kanıdaydılar. Gerçekten koca bir şehri, ülkeyi sallayan güç nihayetsiz bir güç olmalıydı. Üstelik o güç sadece bir memleketi bir ülkeyi hareket ettiren değildi. Güneş’in Ay’ın ve bütün gezegenlerin; hâsılı kâinatın Rabb’iydi.
Hayatımız boyunca uğraştığımız birçok şeyde aslında nice isimler tecelli ediyor ve nice dersler veriliyor. Bize verilen ölçü birimlerinin farazî olduğunu anlayıp asıl güç sahibine dayandığımızda, işte biz o zaman gerçekten güçlüyüzdür.
|
Murat DOĞAN
14.06.2006
|
|
O ilk cümle
Ömrümün ‘sessizliği yaşadığım’ günlerindeyim. Hayatımın en hareketli saatlerini geçirirken dışımda; içimde koyu karanlıkları, derin susuşları yaşıyorum. Bir yandan gündüzlerimin nasıl geçtiğini anlamıyor, diğer yandan gecelerimin sakinliğinde kayboluyorum. Zıt şeyleri bir arada yaşarken, çözüm yollarını da bir türlü bulup feraha eremiyor, rahat, huzurlu ve dingin hissedemiyorum kendimi. Bu yüzden de yazı yazamaz oldum bu aralar. İçimdeki durgunlukları, dışımdaki fırtınaları bir türlü dengeleyemediğimden duygularımı, yaşadıklarımı şöyle bir tahlil edip de kalemimin ucuna hâkim olamıyorum. Ne zaman bir şeyler karalamaya kalksam, benim olmayan cümleler buluyorum karşımda. Sonra da sinirlenip gözümün önünden ve yüreğimin dilinden uzaklaştırıyorum tüm yaşadıklarımı ve hissettiklerimi.
İçimdeki kelimeler kördüğüm olmuşlar, bir türlü toparlayıp cümleler hâline getiremiyorum onları. Kimi zaman hepsi birbirine karışıyor, kimi zamansa, normal anlarda asla yan yana gelmeyecek kelimeleri bir arada buluyorum. Dengeyi sağlamaya çalışırken, bu anlamsız cümlelerle bir kez daha bocalıyorum hem aklımda, hem de yüreğimde. Hissettiklerimi boşaltamayınca da kâğıda, kendimi tonlarca yükün altında ezilirken buluyorum. Biliyorum ki; bir tek cümle dökülse satıra, rahatlayacağım ve bütün kördüğüm olmuş kelimelerimden ve duygularımdan kurtulacağım. İpin ucunu bir yakalasam, sonunu mutlaka getireceğim inşallah. Ama, işte o ipin ucunu bulmak, bazen çok zor oluyor. Nereye saklandığını, nerede aramam gerektiğini ve hangi cümle olduğunu bir türlü ayırt edemiyorum. O zaman da kendi bedenime yabancı olup, kendi duygularımda kayboluyorum. Zorluyorum kendimi çıkış yollarını bulabilmek için. Ama elim boş döndüğüm her adımda, biraz daha yavaşlıyorum ve biraz daha uzaklarda buluyorum hayâllerimi.
Bazen bilinmezlikler, kayboluşlar ilham oluyormuş insana. Aslında kayboldum sanırken, tanıdık yerlerde dolaşıyormuş insan. Kaybolmuşluğumun, düğümlerimin içinde bir cümle daha yazıldı kâğıda ve ben bir aydınlığı daha yakaladım ruhumda. Sonsuz şükürler olsun sana Rabb’im…
|
Hacer ÇOPUR
14.06.2006
|
|
Bazen ölümü düşünür insan
Bazen ölümü düşünür insan. “Ölsem de kurtulsam” der. Bakar ki, günahlar dört bir yandan hücum ediyor. Dünya yükü ağır, ölmek ister. Bana da çok olmuştur. Sonra hemen tövbe ederim. Çünkü bilirim ki hadis var: “Kimse ölümünü istemesin. Günahkârsa, tövbe etsin; sevap kazanıyorsa, devam etsin”
İlk etapta bu hadis gelir aklıma, sonra hizmet derim ve kendi kendime ‘Hatice ne yaptın ki, daha çok çalışman lâzım bu millete faydalı olman lâzım; öyle bencillik olmaz” deyip kendime geliyorum. Zaten gençlerin enerjilerini boşa harcamaları beni kahreder. Niye Batılılar bizden daha iyi yazsın? Biz niye çalışmayalım? Çok şükür elimiz var, kalemimiz var, klavyemiz var. Çalışmamak için tek nedenimiz; atalet. Bu zamanın manevî cihadında geri kalmanın vebali vardır. Bakın cihandan geri kalan sahabeler ne acılar çekmiş; sonra âyet onlar hakkında inmiş. Biliyoruz, bizim için âyet inmez. Ancak çok iyi işler yaptıktan sonra, sâdık bir rüyayla affedildiğimizi anlayabiliriz.
Bu kadar enerjimiz var, atiğiz. Bütün nimetler önümüze serilmiş. Biz hâlâ risâleyi hakkıyla okumuyoruz. “Okuyacağım” deyip erteleyenleri çok gördüm. Tek derdimiz iman zaafı. Bir onu halledebilirsek, inanın hiçbir sorun kalmaz. Biliyoruz ki, her şey elimizde ve biz fiilimizde, hâlimizde Müslüman olursak, sair milletin tabîleri dahi bize iltihak eder.
Kendimiz, cehaletimizle hukukumuzu bilemedik. Ehl-i hamiyeti dahi müstebit yaptık. Yalan mı? Ne olur vicdanımızı dinleyelim. Tuti kuşları gibi, “demokrasi isteriz, demokrasi isteriz” diyenlerden olmayalım. Demokrasi evin bacasından inmez. Herkes gerekli tepkiyi gösterirse, hiçbir sorun kalmaz. Evet, hakkımızı savunamadık. Üstad dememiş miydi, sizinle meşrûtiyet arasındaki mesafe yüz yıldır diye. Tavizle iş yürümez. Taviz verdik, sustuk. Sonra kendimizi meydanlara attık.
Evet, zalimlere karşı susanlar mazlûmlarla konuştular bizzat kendileri ikna ettiler. İkna odasına gerek kalmadan. Babalarımız sustu. Çoğu aç dedi. Analarımız dünden razıydı. Bacılarımız açtı. Bunları yok saymak, gayrimüslimlerin mahkemesine bütün topu atmak ne kadar saçma. Aslında günahkâr olduğumuzu bildiğimiz için, bilinçaltına mı atıyoruz. Anlamıyorum.
Hamiyetli insanlar da bunları görünce bunalıyor. Açmayanlar tek tek fireyi veriyor. Çünkü bakıyor ki, herkes kariyere bakıyor. Ve kariyer kurbanı oluyor. Saygı imanlıya değil. Kariyerliye veriliyor. Neyse ki, Âyet insanları ferahlatıyor: “Benim ecrimi ancak Allah verir’
Bazen işlerimiz geri kalır. Bunalıma gireriz, düşünürüz. “Ölsem, kurtulacağım” diye. Bir an boşalırız birilerine. Hiç sarf edemiyeceğimiz cümleler kullanırız. Oysaki söylediklerimizi katiyen yapmayacağız. “Ama boşalmak için bari lâfla söyleyeyim” deriz. Ama insanlar anlamaz bizi. Bazen en sadık dostumuz fedakârlık göstermez. Bazen de ummadığımız insanlardan mail alırız. O ummadığımız insanlar aynı psikolojiyi yaşadığı için daha iyi anlar. Ama neyse ki sıkıştırılmış risâle programıyla rahatlar; evet, okumak, çok önemli risâle okudukça bütün isyan eden lâtifelerim tevekkül ediyorlar. Allah'a emanet olun.
|
Hatice DURAK
14.06.2006
|
|
Bir şehitle ölmek
Karanlık gözlerle bakıyorum etrafa
Ya da göremiyorum aradığım şeyleri,
Tam buldum derken, tutamıyorum içimdeki değerleri.
Yalancı kişiliklere bürünmüş herkes,
Kendi olan kimse yok.
Ben kendim miyim, diye soruyorum kendime,
Ama korkutuyor cevabı, soramıyorum.
Çıkaramıyorum kendimi iki yüzlü insanlar arasından.
Doğrularımı savunamıyorum,
Bir bakmışım ki, çalınmış düşüncelerim,
İsteklerim ve hatta hayallerim.
Bir bakmışım ki, “Ben” i “Ben”den yoksun bırakmışlar.
Çaresizlik içinde tükenmişken insanlık,
Kötüye çare olamadığı için acıyor yüreğim,
Bunalıyorum.
Kendimi parçalayıp her insana ulaşmak istiyorum.
Her bir parçamı yollamak uzaklara…
Bir babayla kavuşmak,
Bir şehitle ölmek istiyorum.
Artık verilmiş emaneti, iade etmek istiyorum.
|
Leyla GÖK
14.06.2006
|
|
Nur kardeşe...
Hani bazı insanlar vardır; bir solukta tâ içinize çekmek istersiniz.. Hiç çıkmamacasına, yüreğinizin en güzel köşesine yerleştirdiğiniz ender insanlardan bahsediyorum. Bakışlarınızı o köşeye her yönelttiğinizde huzur bulursunuz ya da huzur bulmak istediğinizde bakışlarınız gayr-i ihtiyarî yüreğinizin o köşesine yönelir... Ne güzeldir bir insan kalbine böyle lâtif bir şekilde yerleşmek. Ne güzeldir bir insanın kalbine gidecek en güzel yollardan biri belki de en tesirlisi olan tebessümü dostun gönlüne nakşetmek! “Al! Bu benden, bir iz kalsın sende ve gönlüne her nazar ettiğinde tebessümüm karşılasın seni!” dercesine.... Karşılıyor güzel insan! Ne zaman baksam, biricik kalbime beni tebessümün karşılıyor. Sıcacık gülüşün ‘merhaba’ diyor. Dost ellerin uzanıveriyor kapılarımı ardına kadar açmakta olan ellerime. Çekiniyorum desem, şaşıracaksın biliyorum. Ama henüz bitmedi söylemek istediklerim, dinlersen anlayacaksın..
Çekiyorum; çünkü tertemiz ellerin günahkâr ellerime dokununca sanki ruhum yıkanıyor baştan ayağa… Ruhum nurdan güzelliklere kanat çırpmaya başlıyor. Halbuki emeklemekte olduğumun farkındayım bu yolda. En arka safta; ama bu yolda! Üstadım kardeş eylemiş ya bizi, belki de ondan olsa gerek; işte uzanınca ellerin ellerime, henüz koşmasını beceremeyen bir ben uçmayı öğreniyorum en güzel iklimlere..ve ben küçüklüğümle birlikte böylesi seçkin kardeşlere sahip olmanın şükrünü eda edebilme telâşına kapılıyorum..
Bırakma dostum! Bırakma kardeşim! Bırakma güzel insan! Ola ki; en aşılmaz mesafeler girse de aramıza, ellerimi bırakma! Karanlığa yenik düşer ellerim, öksüz kalır bakışlarım. Çünkü senin elinde Nur var! Nasıl tutuyorsan kitabı, bana da öğret! Nasıl okuyorsun… Nurdan lem’alar saçıyor, sonsuzluğun penceresinden nazar eden bakışların. Hadi bana, senin gibi nurdan satırlarla bakmayı öğret!
Konuş güzel insan! Sustuğun her an ne büyük kayıp, farkında değil misin? Sessiz duruyorsam, sesini duyabilmek içindir; konuşmayı bilmediğimden değil. Sözlerini taşı sessizliğime, nurdan sözlerini... Sükûtlarım en derin mânâlarını kazanıyorlar o zaman. Hadi, mânâsız kalmasına izin verme bir ânın bile… Susma ne olur, nuru konuş, nurdan konuş, kelimelerin yine ve yeniden taşısın beni, seninle tanıdığım en güzel iklimlere..
İklimin ne hoş, dostum! Yaşam ne kadar lâtif bir mânâ kazanıyor senin mevsimlerinde. Hayat; sıyrılıyor sözlükteki basit karşılığından. Muhabbete dayalı latif bir anlam kazanıyor!
Yazacak ne çok şey varmış meğer! Senden bahsedince, kalem dahi dile geliyor, en güzel sözcükler yarışa giriyor zihnimde seni tarif edebilmek adına..
Evet, bazı ender insanlar vardır demiştim, bir solukta içimize çekmek isteyip de... Soluyorum iklimini… Sevgiye dâvetiye çıkaran kardeş! Sayende muhabbete kanıyorum! İyi ki varsın! Çünkü sende nur var! Uzattığın ellerindeki o sıcacık, samîmî kardeşliğe o kadar muhtacız ki; sakın bırakma...
‘Nurcular ancak kardeştir’ diyerek milyonları birbirine böylesi güzel ve sağlam bir iple bağlayan Üstada olan şükranlığım, bilmem ki hangi kelimelerle ifade edilir..
Hadi kardeşim, beni nurunla boya!...
|
Gülsüm KANBUR
14.06.2006
|
|
|
|