Pazartesi günü iki senaryoya göre hazırlanmıştık. Rum engeli aşılamaz da Dışişleri Bakanı Gül Lüksemburg’a gitmezse, iki konu üzerinde çalışılacaktı. Bir piyasaların durumu, iki AB süreci...
Kötü senaryo buydu. İyi senaryo ise son ana kadar iki taraf da diplomasinin tüm imkânlarını kullanarak mücadelesini verecek, ancak bir noktadan sonra sağduyu galip gelecekti.
Öyle oldu. Ama kolay da olmadı. Turgut Özal’ın AB’ye tam üyelik müracaatını yaptığı zaman söylediği, “Uzun ince bir yol”un çetin mücadelelere sahne olacağına bir kez daha tanık olduk.
12-13 Haziran tarihi aynen 3 Ekim ya da ondan önceki 17 Aralık tarihi kadar, AB sürecinde önemli bir kilometre taşımızdı. AB ile tam üyelik müzakerelerimizin açıldığı günün adıydı.
Gümrük Birliği konusunda dahi coşkulu kutlamalar yapan Türkiye, Bilim ve Kültür faslının açılıp, kapatılmasıyla tam üyelik sürecinin resmen başladığı güne hazırlıksız yakalandı. Sanki böyle bir takvim 2005 yılının Eylül ayında belirlenmemiş, birkaç saat içinde Türkiye’ye tebliğ edilmiş gibi bir halimiz vardı.
Öyle ki Olli Rehn’in, “Türkiye AB sürecinde heyecanını yitirdi, geri vitese taktı” şeklindeki uyarısını bile duyacak halimiz yoktu. Duyanlarımız da Rehn’in “Türk düşmanlığı” yaptığı gibi ipe sapa gelmez mazeretlerin arkasına sığındı.
Hükümet, AB konusunda 1 yıl boyunca Ağustos böceği gibi yatmadı mı? Başbakan’ın konuşmalarında bedava kitap ve nemaların ödenmesi kadar bile yer tutmadı. Biz ne güzel çetelerimizle uğraşıp, Erdoğan ile Baykal’ın horoz dövüşünü takip ederken bir de baktık ki tam üyelik müzakerelerinin takvimi gelmiş çatmış.
Onu da nereden anladık? Bu işin kolay bir lokma olmadığı, Rum görünümlü Alman, Fransız ve Danimarka engellemesi ile karşılaşacağımız ortaya çıkınca, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “Uçakta bekleyeceksem, gitmem” beyanatını patlattı. Diplomasi muhabirlerine, Gül’ün gitmeyebileceği yönünde haberler ise bir gün önceden yaptırılıp, zemin hazırlanmıştı.
Türkiye’nin kararlılık gösterisi işe de yaramadı değil. Haftayı Fransızların geri adım attığı haberleri ile kapadık, Pazar gününe Rumların direncinin kırıldığı yönündeki iyimser hava ile girdik. Ancak Pazartesi günü işin rengi birden değişti. Pazartesi günü öğle saatlerinde Avusturya’dan, “Rum inadını kıramıyoruz. Müzakere faslı açılır, ancak bugün kapatılamaz” havası yayılmaya başlandı.
Erdoğan’ın “24 ülke bir Rum’un peşine takılırsa, bakanım gitmez” açıklaması o sırada geldi. Bu arada Abdullah Gül de AB Dönem Başkanı Avusturya’nın Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik ile görüşüyor, Türkiye’nin kararlılığını anlatıyordu. Gül’ü Lüksemburg’a taşıyacak olan uçak ise Esenboğa havaalanında hazır bekliyordu. Rum kesimi ikna edildi, kriz tam aşıldı derken, bu kez Rumları ikna eden cümlelerin bizi tatmin edip etmediği noktası önem kazandı.
“Türkiye’nin yükümlülüklerini tam olarak uygulamada başarısız olması halinde, tüm müzakere süreci etkilenecektir. Bunu göz önünde tutarak birlik, AB’nin 21 Eylül 2005 tarihli deklarasyonundaki tüm unsurların altını çizer. AB gerekli gördüğü taktirde herhangi bir zamanda bu başlığı yeniden açacaktır” cümlesi kabul edilmişti. AB’deki iyimserlere göre, burada tabiî olan sürece bir işaret vardı. Ancak her fasılda Rumlarla ilişkilerin normalleşmesi dâhil bu sürecin yeniden başlayacak olması bir “kapana kısılma” mıydı?
İşte bu soruların cevabı arandı. Abdullah Gül uçakta beklemedi ama uçağı Esenboğa Havaalanında tam 6 saat bekledi. Gitmek mi ağır basıyordu gitmemek mi? Gitmemenin nelere mal olacağını bilecek düzeyde bir hükümet var. Diplomasi de rest çekmek, kartlarını göstermemekte bir yöntem. Başından beri gidilecekti. Çünkü Gül kendisine eşlik edecek olan gazetecilerin bir gün önceden Ankara’ya getirtmişti.
Gül gitmese AB ile tam üyelik müzakereleri başlamasa bugün çok farklı şeyleri konuşuyor olacaktık. Rumların engellemesine karşın Türkiye’nin 50 yıllık AB mücadelesi açısından çok önemli bir adım atıldı.
Son anda kalkan uçaklarla, restleşmelerle ve kaplumbağa rehaveti ile değil, kararlı, inançlı ve doludizgin bir şekilde AB hedefine yürümemiz gerekiyor…
14.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|