“Neden yenilenmeliyim?” sorusunu duyar gibiyim. Aslında yerinde bir ilk itiraz veya anlama refleksi. Bence de doğru bir soru. “Evet, neden yenilenmeliyim. Zaten biliyorum, gereğini yapıyorum veya hayatımdan memnunum” diyebilirsiniz.
Yenilenme kelimesini duyduğunuzda, “Biz eski miyiz?” sorusunu, yenilenmenin karşısına koymanız da mümkün. Bu da yerinde veya anlaşılabilir bir yaklaşım. Hatta “gerçekten yenilenmeye ihtiyacım var mı?” kritiği yapıp, ihtiyaç da duymayabilirsiniz. Bu da kabul edilebilir.
Tek şartla. “Benim için gerekli değil” kalıbında birinci tekil şahıs olarak, sadece size özel bir sınırlama koyabilirsiniz. Ancak toplumda yaşıyorsanız, aile sorumluluğunuz varsa, idealleriniz ve düşünceleriniz hayatta cevap bekliyorsa ve misyon insanı iseniz, bireysel hükmünüzü gözden geçirmeniz gerekir.
Kendi başımıza değilsek, ferden ferit yaşamıyorsak, izole olmamışsak ve sosyal hayattan beklentilerimiz varsa, yenilenmenin basamaklarında fiilen yürüyoruz demektir. Aslında tekil düşündüğümüzde de yenilenme içinde olduğumuzu belirteyim.
Hücrelerimiz sürekli yenileniyor. “Tahavvülat-ı zerrat” konusu, bu anlamda incelenmeye değer bir kapı açıyor zihnimize. Organizmamızdaki “tahavvülat ve tebeddülat,” sürekli yenilenen fonksiyonların ve tazelenen vücut yapısının sağlıklı ve zinde sistemini göstermektedir.
Zihnimiz, her an, her saniye değişimini yaşıyor. Öğrendiği, etkilendiği, yeniden yorumladığı ve daha fazla incelemeye ihtiyaç duyduğu konularda, algılarını bir sonraki aşamalara hazırlıyor.
Risâlelerdeki “teceddüt ve taaddüt” kavramları göz önüne alındığında, yenilenmenin her an değişen bir suret aldığını fark etmekteyiz. Teceddüdün/yenilenmenin devamlı gelişen son şekli, “ferd-i ahar” olarak insanın değişen son halini gösterir. Yeni hal, bir sonraki halin de başlangıcıdır. Her çıktı, bir girdi olarak yenilenmeye dahil olmaktadır. Değişim, değişmeyen hakikatin müsbet anlamlarının geldiği yeni safhasıdır. Tekâmülün ilerleyen basamağıdır.
“Teceddütperver” ifadesi de Bediüzzaman’a ait. Yenilenmeyi, teceddüt olarak sahiplenir. “Arzu-yu medeniyet ve teceddüt meyli”ni medenî bir insanın ortamı/”sarayı” olarak tanımlar.
Teceddüt bir ihtiyacın karşılanmasıdır. Baştaki sorumuza dönersek? “Neden yenilenme?” Çünkü değişen şartlar, yeni hal, üstün teknoloji, bilimle yaşama gerekliliği, iletişim gücü ve etkileşimin müsbet akisleri, yeni çözüm yollarını zorunlu kılmaktadır.
Yenilenme, tamamen yeni bir sonuç değildir. Gelinen noktanın bir sonraki tekâmül zinciridir. Eski/yeni takışması veya direncin yenilenmeye zıt hücreleri ile statüko veya hayalî bir talebin “yenilik” diye anlamlandırılması da değildir.
Yenilik, cedit sonuçlardır. Biraz buluş ve ilham taşıyan, muhayyile ve müfekkire ile elde edilen ulvî heyecanların bunaltıcı arayışları ile kazanılan bir duâ mahsulüdür. “Kesb-i medeniyeti” takdir eden Bediüzzaman, model olarak da Japonlara iktida etmemizi önererek somut hedefe dönüştürür.
Osmanlı çökerken, dirilişin projelerini ve teceddüdün ölçülerini Bediüzzaman ortaya koyuyordu. Bediüzzaman müceddit olduğuna göre, teceddüt dışında ne yapmalıydı ki?
Eğer uygulamalarımız ve gayretlerimiz kendine özgü Risâle-i Nur yeniliğini güncellemek, beşerî akla ilham kaynağı yapmak ve çevreyi doğru okumaksa; yüzyıla yeni açılar kazandıracak muhtevada ruha/mânâya uygun vermemiz, acaba Risâle-i Nur’un teceddüt hususiyetini doğru takdim olmaz mı?
Tefekkürün, dalgıç gibi araştırıcı, merak edici, konu odaklı ve hayatının anlamını temel kavramlar ve mesleği ile bütünleştirerek yeni analiz ve sonuçlara yönelmek, Risâle-i Nur’daki binlerce “keşif ve keramet”e kapı açmaz mı?
Kendime son soru: “Teceddüde hazır mıyım? Teceddüdün neresindeyim?” Bunlara vereceğimiz cevap, bizi daha farklı ve mutlu kılabilir. “Tecdid-i iman” insanın fıtrî tecdidinin zorunlu bir ihtiyacı değil mi?
09.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|