|
|
Faruk ÇAKIR |
Tuzak içinde tuzak |
|
Gençleri ölüme sürükleyen ve kamuoyunda ‘uyuşturucu’ olarak adlandırılan zararlı maddeler, gençleri uyuşturmakla kalmıyor tam aksine ölümlerine sebep oluyor. Bu bakımdan, bu maddelerin isimlendirilmesine bile itiraz eden uzmanlar var ve haklı oldukları kabul edilmeli.
‘İfsat şebekeleri’nin tuzağına düşen ve ‘ağ’larına takılan gençlerin bu badireden kurtulabilmeleri neredeyse imkânsız. Bu bakımdan, gençleri bu batağa sürükleyen şartlar ortadan kaldırılmalı, yollar baştan kapatılmalıdır. Bunun için anneler/babalar ve toplum ciddî olarak ikaz edilmelidir.
Bu zararlı alışkanlıklar netice olarak gençleri öldürdüğüne göre, niçin masum bir şeymiş gibi sadece ‘uyuşturucu’ olarak aklandırılıyor? Haberlerde “Öldürücü kullanan bir genç daha öldü” denilmesi belki de bazılarının uyanmasına vesile olacak. Aynı şekilde, aşırı doz almayı ifade eden ve genellikle ölümle sonuçlanan kullanımlar için de ‘altın vuruş’ deniliyor ki uzmanlar buna da itiraz ediyor. Niçin ölüm sebebi olan bir madde için ‘altın vuruş’ denilsin? Olsa olsa ona da ‘ölüm vuruşu/ intihar vuruşu/ intihar dozu’ denilebilir.
Kamuoyunu sarsan bazı ‘zehir ölümleri’ sonrasında hemen ‘uzman’lara müracaat edilip haklı olarak ‘Bu işin sonu nereye varır?’ın cevabı aranıyor. Bir başkomiser, gençlerin batağa sürüklenmesini anlatırken şöyle demiş: “Erkekler bağımlılığa daha yatkın. Bağımlı genç kızlarsa erkekleri etkileyip, çemberin genişlemesine yol açıyor.” (Milliyet, 15 Temmuz 2006)
Bu beyan, vak’ayı anlatmıyor mu? Müstehcenliğin teşvik edilmesinin bir sebebi de bu olamaz mı? Gençlerin hislerine hitap ederek, onları ‘doğru yol’dan çıkarmak ve ‘masum arkadaşlık’lar kurmaya teşvik ile sonu ‘öldürücü’ye çıkan bir tuzak değil midir? Gazete ve televizyonlarda ‘magazin’ adı altında yapılanların başka bir maksadı olabilir mi? Bataklığına insan taşımakta zevk alanlara ‘insan’ denilebilir mi?
Anne babaları bir konuda daha uyarıyor uzmanımız: “Bazı anne babalar, okulu ‘altılı ganyan’a çevirmiş. Sadece notlarına bakıyorlar. Oysa çocuğunuzu boş bırakmayacaksınız. Okullar mı kapandı, yaz okulları, sosyal faaliyetler yapacaksınız. Çocuğunun kaçıncı sınıfa gittiğini bilmeyen, azımsanmayacak sayıda veli var.
“(...) 15 yaşındaki çocuk, erkek kız fark etmez, ‘Arkadaşlarımla gece çıkıyorum’ diyor. Nereye çıkıyorsun? ‘Çocuğumla arkadaşım. Birlikte alkol içeriz, sigara içiyorsan iç yanımda’ diyorlar. Çocuğunuzun arkadaşa ihtiyacı yok. Sen ona anne babalık yapacaksın.”
Haklı bir ikaz değil mi? “Serbest”liğin yanlış anlaşılması ve gençlerin kötü arkadaşlar edinmesine göz yumulması felâketlere sebebiyet vermiyor mu? “Çocuğumla arkadaşım” sözlerinin de pek geçerliliği yok. Uzmanımız haklı, “Sen çocuğuna ana babalık yap, o doğru düzgün arkadaşını bulur/ bulsun.” Hele hele, ‘kötülüğü teşvik’ anlamına gelen, “Beraber içki içiyoruz, yanımda sigara içmesine bile izin veriyorum, ben ne kadar da ‘modern’ bir babayım” böbürlenmesi yok mu? Gençleri asıl bu yanlış propaganda ve kabuller mahvetmiyor mu?
Uzmanların tavsiyelerini iki kelimede özetlemek mümkün: Anne babalar olarak önce kendimiz ‘doğru dürüst’ olacağız, ki—inşallah—ondan sonra çocuklarımız ‘doğru dürüst’ olabilsin.
Son ‘kale’ olan duâya sığınalım: Allah’ım çocuklarımızı ve bütün gençleri ‘Âhirzaman fitnesi’nden muhafaza eyle. Âmin.
09.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Bediüzzaman ve yenilenme |
|
“Neden yenilenmeliyim?” sorusunu duyar gibiyim. Aslında yerinde bir ilk itiraz veya anlama refleksi. Bence de doğru bir soru. “Evet, neden yenilenmeliyim. Zaten biliyorum, gereğini yapıyorum veya hayatımdan memnunum” diyebilirsiniz.
Yenilenme kelimesini duyduğunuzda, “Biz eski miyiz?” sorusunu, yenilenmenin karşısına koymanız da mümkün. Bu da yerinde veya anlaşılabilir bir yaklaşım. Hatta “gerçekten yenilenmeye ihtiyacım var mı?” kritiği yapıp, ihtiyaç da duymayabilirsiniz. Bu da kabul edilebilir.
Tek şartla. “Benim için gerekli değil” kalıbında birinci tekil şahıs olarak, sadece size özel bir sınırlama koyabilirsiniz. Ancak toplumda yaşıyorsanız, aile sorumluluğunuz varsa, idealleriniz ve düşünceleriniz hayatta cevap bekliyorsa ve misyon insanı iseniz, bireysel hükmünüzü gözden geçirmeniz gerekir.
Kendi başımıza değilsek, ferden ferit yaşamıyorsak, izole olmamışsak ve sosyal hayattan beklentilerimiz varsa, yenilenmenin basamaklarında fiilen yürüyoruz demektir. Aslında tekil düşündüğümüzde de yenilenme içinde olduğumuzu belirteyim.
Hücrelerimiz sürekli yenileniyor. “Tahavvülat-ı zerrat” konusu, bu anlamda incelenmeye değer bir kapı açıyor zihnimize. Organizmamızdaki “tahavvülat ve tebeddülat,” sürekli yenilenen fonksiyonların ve tazelenen vücut yapısının sağlıklı ve zinde sistemini göstermektedir.
Zihnimiz, her an, her saniye değişimini yaşıyor. Öğrendiği, etkilendiği, yeniden yorumladığı ve daha fazla incelemeye ihtiyaç duyduğu konularda, algılarını bir sonraki aşamalara hazırlıyor.
Risâlelerdeki “teceddüt ve taaddüt” kavramları göz önüne alındığında, yenilenmenin her an değişen bir suret aldığını fark etmekteyiz. Teceddüdün/yenilenmenin devamlı gelişen son şekli, “ferd-i ahar” olarak insanın değişen son halini gösterir. Yeni hal, bir sonraki halin de başlangıcıdır. Her çıktı, bir girdi olarak yenilenmeye dahil olmaktadır. Değişim, değişmeyen hakikatin müsbet anlamlarının geldiği yeni safhasıdır. Tekâmülün ilerleyen basamağıdır.
“Teceddütperver” ifadesi de Bediüzzaman’a ait. Yenilenmeyi, teceddüt olarak sahiplenir. “Arzu-yu medeniyet ve teceddüt meyli”ni medenî bir insanın ortamı/”sarayı” olarak tanımlar.
Teceddüt bir ihtiyacın karşılanmasıdır. Baştaki sorumuza dönersek? “Neden yenilenme?” Çünkü değişen şartlar, yeni hal, üstün teknoloji, bilimle yaşama gerekliliği, iletişim gücü ve etkileşimin müsbet akisleri, yeni çözüm yollarını zorunlu kılmaktadır.
Yenilenme, tamamen yeni bir sonuç değildir. Gelinen noktanın bir sonraki tekâmül zinciridir. Eski/yeni takışması veya direncin yenilenmeye zıt hücreleri ile statüko veya hayalî bir talebin “yenilik” diye anlamlandırılması da değildir.
Yenilik, cedit sonuçlardır. Biraz buluş ve ilham taşıyan, muhayyile ve müfekkire ile elde edilen ulvî heyecanların bunaltıcı arayışları ile kazanılan bir duâ mahsulüdür. “Kesb-i medeniyeti” takdir eden Bediüzzaman, model olarak da Japonlara iktida etmemizi önererek somut hedefe dönüştürür.
Osmanlı çökerken, dirilişin projelerini ve teceddüdün ölçülerini Bediüzzaman ortaya koyuyordu. Bediüzzaman müceddit olduğuna göre, teceddüt dışında ne yapmalıydı ki?
Eğer uygulamalarımız ve gayretlerimiz kendine özgü Risâle-i Nur yeniliğini güncellemek, beşerî akla ilham kaynağı yapmak ve çevreyi doğru okumaksa; yüzyıla yeni açılar kazandıracak muhtevada ruha/mânâya uygun vermemiz, acaba Risâle-i Nur’un teceddüt hususiyetini doğru takdim olmaz mı?
Tefekkürün, dalgıç gibi araştırıcı, merak edici, konu odaklı ve hayatının anlamını temel kavramlar ve mesleği ile bütünleştirerek yeni analiz ve sonuçlara yönelmek, Risâle-i Nur’daki binlerce “keşif ve keramet”e kapı açmaz mı?
Kendime son soru: “Teceddüde hazır mıyım? Teceddüdün neresindeyim?” Bunlara vereceğimiz cevap, bizi daha farklı ve mutlu kılabilir. “Tecdid-i iman” insanın fıtrî tecdidinin zorunlu bir ihtiyacı değil mi?
09.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Elli veya altmış yıl ne ki? |
|
Dünya hayatını düşündüğümüz zaman asırlar bile bize çok kısa gelecektir. Ama biz sanki on asırlar boyunca, hatta sonsuz bir şekilde bu dünyada yaşayacakmışız gibi bir algılama ile hayatımızı sürdürmekteyiz. Oysa hiç kimsenin hayatta yaşadığının yanına kâr kalmayacağı zaman o kadar uzun değildir. Çok yakın bir zamanda insanlar bu dünya hayatında işledikleri cinayetlerin cezasını görmeye başlayacaklardır.
Bugün dünyadaki olayların baş aktörlerini düşünelim. Bunların büyük bir kısmı akılları hayrette bırakan vahşiliklere ve zulümlere imza atmaktadırlar. Ve bunlardan neredeyse hiç kimse, en geç 50-60 yıl sonra bu yaptıklarının cezasını çekeceklerini düşünmemektedir. Onlara sorulsa, bu dünyada çok yaşayacak zamanlarının olmadığını itiraf edeceklerdir. Ama ebediyet duygusuyla şeytan onları kandırmakta ve sanki bu dünyadan başka bir âleme göç etmeyeceklermiş gibi hareket etmektedirler.
Mazlûm ve masum insanlar hiç üzülmesinler. Çünkü çok kısa bir zaman sonra ölüm cellâdı zalimlerin başını kesecektir. Ve ölümden sonra herkes dünyada yaptıklarının cezasını görmeye başlayacaktır. Öyle ki, Allah’a isyan duygularını hayatına hâkim kılmış ve insanlara değişik vesilelerle zulüm etmiş kişilerin kabirleri cehennem çukurundan bir çukur olacaktır.
Aslında hak ve hukukun yerini bulacağı yıllar çok uzağımızda değildir. Kimse, zalimler bu dünyada bir cezaya çarptırılmadan gidiyor diye üzülmesin. Çünkü ölüm herkese yakındır. Ve ölümden sonra hiç kimse dünya hayatında yaşadıklarını yaşayamayacak, ancak yaşadıklarının karşılığını, ya mükâfat veya ceza olarak görecektir.
Ölüm adaletin başlangıcı olacaktır. Ölüm masum ve mazlûm insanların gönlüne su serpecektir. Kimse orada yaptıklarını gizleme imkânına sahip olamayacak, yapılanların zerresi bile karşılıksız kalmayacaktır.
Yakın tarihimizin büyük olayları, sadece bugün dünyada yaşanan savaşlar, katliâmlar değildir. Şimdi bir düşünelim… Elli yıl önce yaşananlardan “yakın tarih” olarak bahsetmekteyiz. Gerçekten de çok uzak bir zaman değil bu süre. Henüz dünya hayatında etkili olan bir çok insan, bu yakın tarihi bizzat kendi gözleriyle müşahede etmiştir.
“Yakın Tarih” sadece geçmişte kalan yıllar olmamalı. “Yakın Tarih”in bir de geleceğini düşünmemiz gerekmektedir. Çünkü bugün ellili yaşlarda olup da olayların baş aktörlüğünü yapan insanların yüzde doksan dokuzu, en geç elli yıl sonra ölmüş olacak. Yani dünya hayatı kabir hayatına inkılâb edecektir. Artık hayatın yepyeni bir safhası başlayacaktır. Çünkü faaliyet ve hizmet yeri olan dünya, artık yerini ceza ve ücret mahalli olan kabir hayatına bırakacaktır.
O zaman üzülmeyelim. Çünkü bütün gelecek zamanlar yakındır. Bin yıl önce, yüzyıllar önce yaşamış insanları bir düşünelim. Bir çoklarını, ya manevî makamlarından dolayı veya maddî cihetlerinden dolayı hatırlamaktayız. Neredeyse onları bütün yönleriyle tanıma imkânımız bulunmaktadır. Ama onlar, yüzyıllardır kabir âleminde yaşamaktadırlar.
Hayat tabakaları değişmiştir geçmişte yaşayan insanların. Ve bu yeni hayatları dünya hayatına benzememektedir. Dünyada padişah, kral ve sultan olan birileri orada bîçare bir durumda olabilir. Dünyada sıradan, fakîrülhâl olan bir insan orada sultanlara lâyık bir hayata sahip olabilir.
Kısacası, en geç kırk, elli, bilemediniz altmış yıl sonra herkesin, bugün yaptıklarının karşılığını göreceğini söylemek istiyorum. Kim bu dünya hanında ne ekmişse, orada onu biçecektir. O zaman biraz sabırlı olmaya ihtiyacımız vardır.
Unutmayalım ki bu dünya ve dünyadaki insanlar başıboş değildir. Her yapılan hareket kaydedilmektedir. Ve o gün, yani ölümle başlayacağımız kabir hayatında, bütün yönleriyle kaydedilen yaşantımızın bize kazandıran veya kaybettiren şekline göre muamele göreceğiz. Hiç üzülmeyelim, o gün zalimler için çok korkunç bir gün olacaktır. O gün dediğimiz ne ki? Belki yarın belki yarından da yakın. Bilemediniz, en fazla elli yıl sonra olsun. Hiç de uzak bir zaman değildir elli yıl… Bekleyelim, görelim.
09.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Mübarek belde |
|
Bediüzzaman Hazretleri, cumhuriyet döneminde meydana gelen Şeyh Said isyanıyla hiçbir alâkası olmadığı halde, gerekçe gösterilmeden ve zulmen sürgüne gönderildi.
Van vilâyetinden Erzurum ve Trabzon’a, oradan da deniz yoluyla İstanbul, İzmir, Antalya hattından Burdur’a sevk edilen Üstad, dokuz aylık geçici bir ikâmetten sonra, Isparta’ya ve nihayet sekiz buçuk yıl kalacağı Barla Nahiyesine nakledildi.
O günün şartlarında Barla’ya gönderilmesinin sebebi, böyle hücrâ bir köyde unutulup gitmesini sağlamak ve rûhunda feveran eden hamiyet-i İslâmiyesinin sönüp gitmesini temin etmekti. Fakat, mânen vazifeli ve asrın sahibi olan Bediüzzaman bir an bile boş durmadı. Altı bin sayfalık Risâle-i Nur tefsirlerinin dört bin sayfaya yakın bir bölümünü orada telif etmeye muvaffak oldu. Bir tek dînî eserin yazılmasına izin verilmeyen öyle dehşetli bir istibdat ve baskı devrinde, el yazmasıyla ve Kur’ân harfleriyle telif edilip Anadolu genelinde neşredilen bu eserlerin ortaya çıkması muazzam bir hizmetti. Beşer zulmü içinde kaderin adâleti tecellî ediyor ve sevk-i İlâhî ile büyük bir hizmet icrâ ettiriliyordu.
Bediüzzaman, Isparta ve civarını çok sevmişti. 13. Şuâ’da: “Ben, sizin yüzünüzden Isparta’yı taşıyla ve toprağıyla seviyorum” diyor, devamında da “Evet, ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum, fakat kanaatim var ki, İsparit Nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş” ifadelerini dile getiriyordu. Emirdağ Lâhikası 267. sahifedeki “Benim son hayatımı Isparta havalisinde geçirmek büyük bir arzumdur. Ve Nur Efesinin dediği gibi demiştim: Isparta, taşıyla toprağıyla benim için mübârektir..” beyanları da ona âitti.
Urfa’dan başka, ‘taşı toprağı benim için mübârektir’ dediği tek vilâyet Isparta’ydı. Demokrat Parti iktidarında kâh Emirdağ’da kalıyor, kâh kiraladığı Isparta’daki evde ikâmet ediyordu. Vefat edinceye kadar bu hal devam etti. Vefatına üç gün kala taşı toprağı mübârektir dediği Isparta’dan, bir diğer mübârek vilâyet olan Urfa’ya gitti ve rûhunu Rahman’a orada teslim etti. Fakat, hayatı boyunca onun vücudundan rahatsız olan ve korkan yetkililer onu mezarında da rahat bırakmadılar. İhtilâlden üç buçuk ay sonra, hiç bozulmamış olan cesedini galvanizli bir tabuta koyup uçakla önce Afyon’a, oradan da kara yoluyla çok sevdiği Isparta’ya getirip büyük kabristana defnettiler. Bu olaydan on bir sene sonra, garip bir tevafuk sonucu kabri bulunan Bediüzzaman, bir gece vakti iki üç talebesinin nezaretinde götürülüp, taşı toprağı mübârek olan Isparta’nın meçhul bir toprağına bozulmamış bedeni yeniden defnedildi. Böylece vasiyeti de yerine getirilmiş oldu. Bunlar, hep kaderin cilveleriydi. İnsanlar zulmediyor, kader ise hükmünü icrâ ediyordu.
Barla, işte o mübârek topraklar arasında mübârek bir beldeydi. Her sene Ağustos ayının ilk haftasını orada geçirmek âdetimiz olmuştu. Bu sene de on beş âile ile Barla’daki sosyal tesislerimizdeydik. Dünyanın her türlü karmaşasından uzakta, âdetâ âhiretten bir köşedeydik. Orada yapılan dersler bile farklıydı. Mânevî bir atmosferi hepimiz hissediyorduk. Belki de Üstadın ve vefat etmiş diğer Nur talebesi ağabeylerin rûhaniyetleri de o ders halkasındaydı. Nurânî varlıklar için sınır söz konusu değildir. Kapalı devre televizyon programıyla, farklı bir salondan bayanlar da dersi tâkip ediyordu. İsm-i Âzam derslerinden Ene Risâlesine, şeytandan istiâze bahislerinden meslek ve meşrep derslerine kadar değişik mevzularla dolu dolu geçen programımız vardı. Gezilip görülecek yerlerin hepsine gidiliyor, Çam Dağı ve Isparta’daki Üstadın evini ziyaretle program zenginleştiriliyordu. Her sabah Aksu Dağlarının ufkundan altın bir tepsi gibi doğarak ışıklarını Eğirdir Gölüne yansıtan güneş ve her gece yine aynı dağların farklı noktalarından doğarak ışığını aynı göle yansıtan dolunayın manzaralarını seyredip tefekkür etmek Barla’ya has bir ayrıcalıktı.
Bu arada, Üstadın ilk talebelerinden Marangoz Mustafa Çavuş’un oğlu Mehmet Güvenç Ağabeyin hatıralarını dinlemek de ayrı bir farklılıktı. Sungur Ağabeyin de bulunduğu ve şahidi olduğu bir hatırada Üstad, Güvenç Ağabeye diyor: “Evlâdım! Mısır’da Camiü’l-Ezher nasıl bir merkezse, Barla Medresetü’z-Zehra olması îtibariyle âlem-i İslâmın mânevî bir merkezi olacak.”
Bir gün, Üstad talebeleriyle Isparta’dan Barla’ya gelir. 1953’den sonra ara sıra kaldığı camlı köşk hükmündeki evine çıkar ve çay yapmalarını söyler. Çay demlenirken “Acele edin! Çabuk Isparta’ya döneceğiz” der. Bayram Ağabey içinden “Bu kadar mesafeyi sadece bir çay için mi geldik?” diye geçirir. Üstad ona “Keçeli, keçeli! Sen, Barla’yı kerih görme. Barla, taşıyla toprağıyla mübârek bir beldedir” diyerek içindeki itiraza cevap verir.
Mübârek bir belde olan Barla’da, bereketle alâkalı bir çok olaylar da yaşanır. Güvenç Ağabey anlatıyor: “Üstadın ilk talebelerinden Muhacir Hafız Ahmed, Şamlı Hafız Tevfik, Sıddık Süleyman, Şemi Güneş, Abdullah Çavuş, Babam Mustafa çavuş ve ağabeyim Ahmet Güvenç ile Üstadımız Karakavak mevkiine çıkarlar ve suyun kaynadığı yerde çay demlemişler. Ancak kendilerine yetecek kadar çay ve şekerleri varmış. Üstadın orada olduğunu öğrenen yirmi kişi civarında bir topluluk köyden ziyaretine gitmişler. Babam Mustafa Çavuş çok telâşlanmasına rağmen o az çay ve şeker hem onlara, hem de gelenlere fazlasıyla yetmiş.”
Mübârek belde olan Barla’daki bir haftalık programımız çabucak bitmiş ve Aksu Dağlarından güneş yine doğarken biz konvoy halinde Ankara yoluna koyulmuştuk.
09.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah korkusundaki eşsiz lezzet |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Allah korkusu nedir? Allah korkusunun ruhumuzdaki yansımaları nelerdir? İbâdetleri Allah korkusuyla mı, Allah sevgisiyle mi yapmalıyız?”
Allah korkusu, Cenâb-ı Allah’ın İzzeti, Celâli, Kahrı, Adâleti ve Gazabına karşı ruhumuzda ve vicdanımızda duyduğumuz haşyet, havf ve korkuyu ifâde eden asil ve soyut bir kavramdır. Bir büyük âmir karşısında ruhumuzda meydana gelen haşyet ve heyecanı belki çoğumuz hissetmişizdir. Kâinâtın Sahibi ve Sultanı olan Cenâb-ı Hak da, ubûdiyetimizin ve kulluğumuzun bir gereği olarak, Kendisine haşyet, havf, korku ve heyecanla yaklaşmaya ve yönelmeye,–tâbir câizse—herkesten ve her şeyden daha çok hak sahibidir. Çünkü Allah en büyüktür!
Allah korkusu ruhumuza özgü bir basîretin, bir ferâsetin, bir duyarlılığın, bir inceliğin ve bir uyanıklılığın ifâdesidir. Allah’ın her an, her yerde, her halinde ve her işinde hâzır ve nâzır olduğunu bilen bir kul, hatâ ve kusurlara karşı daha duyarlı olmaz mı? “Hatâ yapmaz!” demiyorum, diyemem; çünkü hatâsız kul olmaz. Ancak hatâ ve kusurlara karşı içimizde taşıdığımız “sakınma duygusu”, kalbimizdeki Allah korkusunun belirtisinden başka bir şey değildir. Ruhunda Allah korkusu taşıyan bir kul, hatâlara karşı daha dikkatlidir, daha basîretlidir, irâdesine daha çok sahiptir, haddini daha çok bilendir, kendisine daha çok hâkim olandır! Bir başka ifâdeyle Allah korkusu, ruhumuzda güzel ahlâkın ve huy güzelliğinin sigortası ve güvencesidir!
Allah korkusu ruhumuzu her türlü günahlardan arındırır. Allah korkusuyla akıtılan gözyaşını Cehennemin yakmayacağı; Allah korkusundan ağlayan kimsenin, sağılan süt memeye dönmedikçe ateşe girmeyeceği1; Allah korkusundan tenha yerlerde gözyaşı döken gencin Kıyâmet Günü Allah’ın husûsî himâyesinde barınacağı2 müjdelerinin özünde, böyle bir arınma olgusu vardır. Nefsimizin kötü istek ve meyillerine karşı Allah korkusu, eşsiz bir kalkandır.
Başta ibâdetler olmak üzere, hayat akışımızın her diliminde ve her saniyesinde ideal olan, Allah korkusu ile Allah sevgisini ruhumuzda birleştirmemizdir. Yüreğimizde her an havf ile recâyı, yani korku ile ümidi bir arada barındırmalıyız. İbâdetlerimizi Allah korkusu için de yapsak, Allah sevgisi için de yapsak—inşaallah—makbuldür. Yeter ki Allah için yapalım! Allah’tan başkası adına yapmayalım.
Yüreğimizdeki Allah korkusunun bizi Allah’ın şefkatine ve merhametine ulaştıracağında—inşaallah—hiç şüphe yoktur. “Rabb’ine karşı gelmekten korkan kimseye iki Cennet vardır!”3 âyeti bunu müjdeler. İnsanın fıtratına korku ve sevgi olmak üzere iki duygu yerleştirildiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, herkesin bu duygularını ister istemez ya yaratılmışlara, ya da Yaradan’a çevireceğini; yaratılmışlara çevirmesi halinde korkunun elemli bir belâ; sevginin de belâlı bir musîbetten ibâret kalacağını kaydeder. “Çünkü” der Saîd Nursî, “Sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez ve senin ricânı kabul etmez! Bu durumda korku, elemli bir belâdan ibâret olur!” Sevgide de aynı handikap ve çâresizlik vardır. Çok şey vardır ki, sevgisi yolunda her şeyini fedâ eden insana aslâ dönüp bakmaz, aslâ karşılık vermez, aslâ merhamet etmez; hattâ Allah’a ısmarladık bile demeden çekip gider! Gençliğin, malın, hayatın ve dünyan gibi! Bedîüzzaman Hazretlerine göre, madem ki yaratılmışlar böylesine vurdumduymazdır; insan, yüreğindeki korkusunu ve sevgisini öyle birisine yönlendirmelidir ki, korkusu lezzetli bir secdeye dönüşsün; sevgisi zilletsiz bir saadet olsun! Korkusuna karşı eşsiz bir mağfiret bulsun, sevgisine karşı benzersiz bir merhamet görsün!
İşte Yaradan’dan korkmak, O’nun şefkatine karşı yol bulup sığınmaktan ibârettir! Allah korkusu bir kamçıdır; kişiyi doğrudan Allah’ın rahmet kucağına atar! Allah’tan korkan, başka şeylerin gamlı, kasâvetli, sıkıntılı ve belâlı korkularından kurtulmuş olur!
Allah korkusunda böylesine hadsiz bir lezzetin bulunduğu düşünülürse, Allah sevgisinin ne derece eşsiz, sonsuz ve ebedî bir lezzet ve saadetin kaynağı olduğu hesap edilmelidir.4
Dipnotlar:
1- R. Sâlihîn, 447; 2- R. Sâlihîn, 448; 3- Rahmân Sûresi, 55/46 ; 4- Sözler, s. 322
09.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Şikâyet değil, şükür |
|
“Sizin Allah’a itiraz hakkınız yoktur. Ama Allah’ın size verdiği nimetler karşılığında sizi sorgulama hakkı vardır.”
“Ahiretiniz için çalışın ki dünya işleriniz de düzene girsin.”
“Gerçek soyulan, dini ve inancından soyulandır.”
“Ahirette hesaba çekilmeden önce dünyada kendinizi hesaba çekiniz.”
“Haklı kim olursa olsun haksızı korumayınız.”
“Tama fakirlik, tokgözlülük ise zenginliktir.”
“Nimetlerin elden çıkması için küfran-ı nimet, nimetlerin artması içinde şükürden daha büyük bir vesile yoktur.”
Bu veciz ifadelerin herbiri adalet timsâli Hz. Ömer’e (ra) ait. Hangi biri üzerinde durulursa durulsun izahları sayfalar alır. Biz kısaca birinci vecizeye bakalım.
Bu vecizede bizim Allah’a itiraz hakkımız olmadığı söyleniyor. Nasıl itiraz hakkımız olabilir ki? Bizi hiç yaratmayabilirdi. Bir cansız madde, herhangi bir bitki, bir hayvan yaratmadı. İnsan olarak yaratmakla, yaratıkların tahtına oturttu. En güzel organ, duygu ve kabiliyetlerle donattı. İmanı, İslâmı, sıhhati, afiyeti ihsan etti. Bütün bunlar değil itiraz, şükrü ister. Şükür yerine şikâyet ve itiraz, paha biçilmez derecede, her şeyden daha büyük olan bu nimetlere karşı saygısızlıktır.
Verilmeyen cüz’î, önemsiz bazı şeylerin hayırlı olup olmamasına bakmaksızın itiraza kalkmak kendini bilmezliktir.
Bir işçi aldığı ücret, bir memur aldığı maaş karşılığında görevini yapıp yapmamaktan sorgulanır. Verilenler karşılığında bir kısım şeyler istenmektedir. Allah’ın da verdiği nimetler karşılığında kulunu sorguya çekmesi kadar tabiî birşey olamaz.
“Hiçbir insanın Cenâb-ı Hakka karşı hakk-ı itirazı yoktur. Ve şekvâ ve şikâyete de haddi yoktur” diyen Bediüzzaman da, kâinatta, insanın şikâyetçi hevesini susturacak binlerce hikmet bulunduğunu, onu razı etme söz konusu olduğunda binlerce hikmetin kızdırılacağını, bir ferdi razı etmek için bin hikmet fedâ edilemeyeceğini söyler, “Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider” der.
Demek insana düşen şikâyet değil, şükürdür.
09.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Yenilenmek ve okumayı yeniden okumak |
|
Tarih, okuyan milletlerin ilerleyip terakkî ettiğini; okumayanların ise, alçalıp sefaletlere, sefahetlere düştüğünü gösteriyor! Müslüman alimlerin kütüphanelerinde bulunan kitaplar, diğer milletlerin krallarında, imparatorlarında yoktu! Kitaplı bir milletiz ve ne yazık ki, kitapsız kaldık! Kâinatı bir kitap gibi okuyan Kur’ân’ı bile yüzünden okuyamıyoruz; değil anlamını anlamak!
Ve yine ne yazık ki, okuma anlayışımız, “canına okumak!” şekline dönüştü…
Bektaşi’ye sormuşlar:
“Niçin gömleğini yıkamıyorsun?”
“Kirlenir!”
“Yıkarsın!”
“Yine kirlenir!”
“Tekrar yıkarsın!”
“Yine kirlenecek!”
“Sen de yıkarsın...”
“Bu dünyaya gömlek yıkamaya mı geldik?
Bektaşî “elbise yıkamaya” gelmedi, ama biz hiç şeksiz, şüphesiz “İmân-ı billah, marifetullah (Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımak) ve muhabbetullah (Allah’ı sevmek için)” için geldik! Artık gerçekten okumalı ve yenilenmeliyiz. Çünkü, hücreden hayvanlara, bitkilere, yıldızlardan Samanyolu ve kâinatın en ücra köşelerine kadar “teceddüt” diye tâbir edilen yenilenme kanunu geçerli. Biz de bu kâinatın bir parçası, minyatürü olduğumuza göre; bu kanunun dışında kalamayız. Bedenen yenilendiğimiz gibi, ruhen de kendimizi yenilemeliyiz.
Yenilenme, tefekküre, o da okumaya bağlı. Okuma, sadece resmî okuldan diploma almak değil; hayat boyu devam eden bir süreçtir; bir seyr ü sülûk/manevî bir gezi ve gözlemdir. Dolayısıyla bu okumaya kendi hayatı, çevresi ve kâinat kitabı da girer. Okumak bir emirdir. Kâinatın Sahibinin ilk emri, “İkra!”1 (Oku!) şeklindedir. Üçüncü âyet aynı emri tekrar ile “yazma” ve devâmında yine “bilme, öğrenme-öğretme” üzerine tahşidât yapılır.2 Gufran ölçüsünde “okumak” mânâsında masdar bir kelime olan Kur’ân3, meseleyi burada bırakmaz: Akıl, tahkik, araştırma, inceleme, kitabet, yazmak, mektup, yazı malzemeleri üzerine yüzlerce sözcükle de insanlığa ufuk açar.4
Bir rivayette, “Oku!” emri ile başlayan Alâk Sûresi’nin hemen ardından, Kalem Sûresi nazil olmuş ve yazının en önemli malzemesi “kalem” övülmüştür.5 Âlim üstün tutulmuş, ilim teşvik edilmiş; ona geniş bir tefekkür sahası açılmıştır.
Ve keza Kur’ân, insanı “Düşünmüyor musunuz?”6, “Ey akıl sahipleri, bakmıyor musunuz, anlamıyor musunuz, okuyunuz, inceleyiniz, araştırınız” diye teşvik eder.
Demek, “okumak, düşünmek, ilim, akıl ve hikmet” ile “yenilenmek-içtihad”, mü’minler için kâinat çapında bir değer taşıyor. Bu zaviyeden bakıldığında Kur’ân, kâinatı; Mürşid-i Ekmel (asm) Kur’ân ve kâinatı; Sahabe-i Kirâm (ra), Kur’ân, kâinat ve Resûl-i Ekrem’i (asm) okuyordu. Peygamber varisleri âlimler, müçtehidler, asfiyalar, müdakkikler, muhakkikler de Kur’ân, Resûl-i Ekrem (asm), Sahabe-i Kirâm (ra) ve kâinatı “okuyup mütâlâa” ettiği ve kendilerini “yeniledikleri” ölçüde, değişim ve gelişmeleri yakaladılar.
Dipnotlar:
1- Alak Sûresi, 1; 2- A.g.s., 3-5; 3- Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağ., İst., 1992, c. 1, s. 13; 4- Prof. Dr. İbrahim Canan, Okuma Yazma Seferberliği, İst. Cihan Yayınları, 1984, s. 34-43.; 5- Kalem Sûresi, 1.; 6- En’am Sûresi, 50.
TAZİYE:
Muhterem Zeki Gürsül’ün ağabeyi Murat’a Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.
09.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|