DÜNYANIN MERKEZİ
İnsanî ilişkilerimizi iç içe geçmiş daireler tarzında tasavvur edersek, en önemli daire her zaman en küçük dairedir.1 Kendimiz-kalp dairemiz, eşimiz, çocuklarımız, komşularımız, akrabalarımız, mahalle ve şehrimiz...
İç dünyamız, duygu ve düşüncelerimiz, kalbimiz kendi âlemimizin merkezidir. Hani Nasreddin Hoca’ya, “Dünyanın merkezi neresidir?” diye sorduklarında, “Benim bulunduğum noktadır” demiş ya, öyle... Hoca bu, “Yapma Hocam!” diyenlere de, “İnanmazsanız ölçün, o zaman!” cevabını vermiş.
Yapılışındaki san’at cihetiyle gerçekten de her insan kâinatın merkezi konumundadır. Çünkü, çiçeklerden güneşe kadar her şey onun için yapılmıştır. Yeryüzünde sair mahlûkatın zıddına kendini ve kâinatı idrak edebilen muhteşem bir varlıktır insanoğlu.
BERİ YANDA...
Dağların bile çekindiği öyle bir emanet yüklenmiştir ki omuzlarına, Sanatkârını düşünmediğinde, kendinin ve kâinatın var oluş sırrını da çözemez, ben-merkezci olur. Sadece kendi fikirlerini, çıkarlarını ön plâna alıp muhatabını önemsemez ve problemler de bu noktada çıkmaya başlar. Kendiyle, ailesiyle, komşusuyla çekişmeler başlar.
İnsan bu halini fark ettiğinde, problemlerin çözümüne de başlamış demektir. İnsanın kendi ben merkezciliğini fark edebilmesi, iç dünyasında mühim inkılâpların, değişimlerin başıdır.
Hz. Yusuf’un (a.s.), “Muhakkak nefis daima kötülüğe sevk eder, ancak Rabbim rahmet ederse, o başka” (Yusuf Sûresi, 53.) demesi, menfaatimiz uğruna her arzu ve hevese itimat edilmemesi gerektiğini bize ders vermiyor mu?
BİZİ YİYENLER
Olmasını arzu ettiğimiz ve çok gayret sarf ettiğimiz bir işte başarısızlığa uğradığımızda üzülür, öfkelenir, söyleniriz. (Böyle anlarda herkesin tepkisi farklı olur. Kimi “Lâ havle...” çeker—ki en güzelidir—, kimi tabak kırar, kimi kapıları çarpar...)
Oysa ki, elimizden geleni yaptıktan sonra, neticeyi Allah’a bırakmak ne emin bir yoldur. Bu hakikati unutur, tam da nefsine zulmedenlerden oluruz!
“O takva sahipleri, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir.” (Al-i İmran Sûresi, 134.)
Öfkeyi “Allah namına” yutmak, hazmetmek, yani affetmek takva sahibi olmanın yollarından bir tanesi!
Öfkeyi dışa yansıtmama, imajı zedelememe uğruna yutma, demir leblebi misali huzursuzluk verir, hazmedilmez ve zamanla adetâ çöplüğe çevirir iç dünyamızı. Tâ ki, umulmadık bir zamanda patlayana kadar!
Doktor mide ağrısı şikâyetiyle kendisine gelen hastayı dinleyip muayene ettikten sonra, ona şöyle der: “Hastalığının sebebi yediklerin değil, seni yiyenler...” Gerçekten ruh halimiz zamanla bedenimizi de etkiler.
İlk çağlardan günümüze ünlü düşünürler insanoğlunun bu halini gözlemlemişler. Sözgelimi Epiktetos, “Önemli olan olaylar değil, onları algılama şeklimizdir” demiş. Günümüz uzmanları da bu görüşü benimsemekte.
Başaramadığımız zamanlarda öfkelenmek, kendi kendimizi yemek ya da acısını başkasından çıkarmak yerine, “Elimden gelebilecek her şeyi yaptım. Bunda da bir hikmet var” diyebilmeye gayret etmemiz gerek. “Neticeyi halk etmek Allah’ın vazifesi, benim vazifem gayret,” diyebiliyorsak Celâleddin Harzemşah vari ne mutlu!
Kaldı ki, aradan zaman geçtikten sonra üzüldüğümüze üzüldüğümüz nice hallerimiz vardır, değil mi?
KUSURSUZLUK ARARKEN
Bektaşi duâ ediyormuş: “Allah’ım, Senden yüz altın istiyorum. Ama 99 olursa kabul etmem!”
Zaman zaman da Bektaşi gibi, her şeyin kusursuz, noksansız olmasını arzu ediyoruz. En küçük bir noksanlığı, hatayı affetmiyoruz, öfkeleniyoruz kendimizde bile olsa. Oysa ki, kusursuzluk Allah’a mahsus. Kulun Rabbini, adetâ imtihan etmesi ne büyük gaflet!
Elden geleni yaptıktan sonra, verilene razı olmak, şükretmek.
İşte iç dünyamızdaki her daim baharın sırrı!
ARİSTO MANTIĞI- KUANTUM
FİZİĞİ-DUYGULARIMIZ
Başarılı-başarısız, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... Bunlar pratikte, olaylar ve insanlar hakkında her daim kullandığımız hükümler.
Bu değerleri matematik diliyle ifade etmek istersek 1 ve 0 rakamlarını kullanabiliriz. Bir şey ya doğrudur, ya yanlıştır, ya siyahtır, ya beyazdır... Başka türlü düşünülemez. Günlük hayatımızdaki bu düşünce tarzını uzmanlar “Aristo mantığı” olarak nitelendiriyorlar.
Bilimin gelişmesi, atom altı parçacıklarda “1-0” mantığının geçerli olmadığını gösterdi. Meselâ; atom altı parçacıklardan foton ya dalga, ya da parçacık halinde olmalıydı, üçüncü bir durum söz konusu olamazdı Aristo mantığına göre. Ama foton hem dalga, hem de parçacık gibi hareket ediyordu. Kuantum fiziğinde "1-0" kesinliği değil, belirsizlik geçerliydi.
Bu durum kâinatı yorumlamada yeni bir bakış açısı kazandırdı ilim dünyasına. İki kere ikinin dört etmediği durumlar da vardı!
***
Dememiz o ki, öfkelenip, uğruna üzüldüğümüz ve başkalarını üzdüğümüz şey hakikatte sevinmemiz gereken bir olay olabilir.
Zaman en isabetli yorumu yapar ve ağaçlar meyveleriyle bilinir!
Elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra neticeyi sabır ve tevekkülle bekle, gör!
“Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır.” (Bakara Sûresi, 216.)
(1) Bediüzzaman Said Nursî, Meyve Risâlesi, 4. Mesele.
02.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|