Bir köylü, bilgenin yanına geldi ve şikâyete başladı:
“N’olur bana yardım edin, yoksa çıldıracağım. Tek odalı bir evde yaşıyoruz. Ben, karım, çocuklarım, karımın akrabaları. Herkesin siniri tepesinde. Birbirimize bağırıp duruyoruz. Evimiz sanki bir cehenneme döndü.”
“Sana söyleyeceğim şeyi yapacağına söz verir misin?” diye sordu bilge ciddî bir sesle.
“Yemin ederim, ne söylerseniz yapacağım.”
“Pekalâ. Kaç hayvanın var?”
“Bir inek, bir keçi ve altı tavuk.”
“Onların hepsini evinize al. Bir hafta sonra yanıma yine gel.”
Bilgenin talebesi aldığı tavsiyeye çok şaşırmıştı, ama itaat edeceğine de söz vermişti bir kere. Çaresiz, hayvanları da odaya aldı.
Bir hafta sonra geldiğinde perişan haldeydi. Acı ve kederli inliyordu.
“Mahvolmuş durumdayız. Pislik! Koku! Gürültü! Hepimizin aklını kaçırmasına ramak kaldı.” Bu defa:
“Şimdi git ve hayvanları evden çıkar” dedi bilge.
Adam eve kadar hiç durmadan koştu. Denileni yaptı.
Ertesi gün bilgenin yanına geldiğinde gözleri mutluluktan parlıyordu:
“Hayat ne kadar güzel. Hayvanlar dışarıda. Evimiz öyle sessiz, öyle temiz ve öyle geniş ki! Sanki bir cennet!”
***
Şikâyet ve şükür, cehennem ve cennet kadar uzak birbirine. Siyah ve beyaz kadar zıt. Siyah yokluğun ve hiçliğin, beyaz varlığın rengi. Siyahın üzerine hangi güzel renk değerse değsin yokmuş gibi görünmeye mahkûm. Beyaz ise en hafif tonların bile bayram yeri. Kim şikâyet ediyor, memnuniyetsizliğini dile getiriyorsa, bilin ki onun gözü karanlığa bakıyor. Üzerindeki nimetleri ne görebiliyor, ne de gösterebiliyor.
Şikâyet, adresini şaşırmış duyguların ağlayışı aslında. Cenneti isteyen, ama bu dünyada inşa etmeye çabalayan insanın kendi kendisine çektirdiği bir azap. Ruhumuz sonsuza aç; sonsuz doyurabiliyor onu ancak. Göz ruhun penceresi olduğundan sonsuza açlığı gözlere yakıştırıyoruz. “Aç gözlü” diyoruz bu dünyada doymaya kalkanlara. Oysa ne bu dünya, ne de içindekiler insan ruhuna yetmiyor, açlığını dindiremiyor. Bu dünyanın sadece tatma yeri olabileceğini unutan insana en büyük dersi ölüm veriyor.
Ölümün ikazıyla hakikate uyanıyor insan. O yüzdendir ki, gözü bir türlü doymayan, hiçbir şeyle memnun olmayan, sürekli şikâyet eden, bin bir türlü nimete gözünü kapayan insanlar için “Gözünü bir avuç toprak doyursun” diyoruz. Bu gözler ancak ölümle, üzerlerine atılan toprakla cennetin varlığını, doyma yerinin ancak orası olabileceğini—iş işten geçmiş de olsa—anlıyorlar.
Ne büyük zarar, cenneti dünyada yaşama telâşı. Ne büyük kayıp. İstediğinin tam tersiyle cezalandırılacak kadar da büyük bir kabahat. Cennet nimetlerinin örnekleri olarak önüne sunulan dünya nimetlerini küçümseyen, yokmuş gibi davranan insan, bu dünyada cehennem hayatı yaşamaktan başka tercih bırakmıyor kendisine. Cehennemin yokluklarla yakan ateşi, daha bu dünyadayken yakıp kavuruyor insanı. Her iki dünyada zarar içinde zarar ediyor, şikâyeti hayat tarzı eyleyen zavallı insan.
Şükredici insanın gözü varlığa, var olana dönüktür oysa. Varlık dairesi ise hayırlarla doludur. Orada ne şer, ne de şikâyet edilecek birşey vardır. Şâkir insan, varlık değirmeninin çarklarının kendi keyfine göre dönmeyeceğini, dönemeyeceğini, dahası dönmemesi gerektiğini bilen insandır. Vücuda gelmiş her olaydaki açık ya da gizli hayrı görmeye adamıştır ömrünü.
Ruhunun ve kalbinin hizmetine verdiği gözü asla “keşke şöyle olsaydı” dedirtmez şükredici insana. O insan bilir ki, birşeyin yok iken varlığını veya var iken yokluğunu temenni etmek, âlemde hükümferma olan ilâhî düzene başkaldırmaktır. O yüzdendir ki, en sevgili kul ve en güzel insan (asm), çevresindeki insanlara asla “Bunu neden böyle yaptın?” veya “Şunu neden böyle yapmadın?” dememiştir.
Yol iki kısacası, şikâyet edip cehennemi lâyık görmek kendimize, ya da şükredip dünyada iken cenneti yaşamak...
www.muratciftkaya.com
02.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|