Al-i İmran Sûresinin 173. âyeti meâlen şu şekildedir: “Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara ‘Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun’ dedikleri zaman, onların imanı ziyadeleşti ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ dediler.”
Büyüklerimizden sık sık “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekil” sözünü işitiriz. İşte âyetin son kısmındaki bu cümle üzerinde biraz durmak istiyorum.
Zaman su gibi akıp geçiyor. Bir de bakmışız ki ömrümüzün çoğu geçip gitmiş. Yarına çıkmaya kimsenin garantisi yok, lâkin eğer Allah ömür vermişse bir yirmi sene yaşama ihtimali ya var, ya da yok.
Yahu zaman nasıl bu kadar hızlı akıp gider, daha dün çocukluğumuzu hatırlar gibiyim. Hemen hemen her akşam rahmetli babamla Fatih Camii’ne güle oynaya gider, yatsı namazını kılar, neşe içinde evimize gelirdik. Ama şimdi ölümün soğuk nefesi ensemizde dolaşıyor.
Bediüzzaman, zamanın süratle akmasını şöyle ifade ediyor: “Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.”
Madem hayat bu kadar hızlı bir şekilde geçiyor, o halde geçen ömür dakikalarının kıymetini bilmek zorunluluğu vardır. Çünkü tekrar elimize geçmeyecek.
Gemideki arkadaşlarıma “Aman canınızın kıymetini bilin, çalışırken elinizi kolunuzu dikkatli kullanın, bizim mesleğimiz denizcilik çok ağır bir meslektir. Ölümcül yaralanmalar çok sık meydana gelir. Bu hayatı tekrar bize vermeyecekler. Bilgisayar oyunları gibi düşünürseniz sadece bir hakkımız var. Ona göre hareket edin” der dururum.
Allah’a çok şükür başımıza büyük kaza, belâ gelmedi. Bunun asıl sebebi duâlar bereketiyle Allah’ın hepimizi korumasıdır. Yoksa “Ben tedbirli adamım işimi iyi bilirim” sözü tam bir aldatmaca ve gerçeğin aksidir.
İstanbul’da iken bir arkadaşım çok karamsar bir şekilde konuşuyordu. Devamlı şekilde gençlerin uçarı hareketlerinden eleştiriyor ve memleketin kötüye gittiğinden şikâyet ediyordu. Sohbet sonunda namazımızı kıldıktan sonra bir başka arkadaşımız “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” dedi. Fakat bu arkadaşımız karamsar sözlerini bir türlü bırakmıyordu. Devamlı insanlardan şikâyet ediyor, hatta olayları iyi yönüyle görmeyi bir nevî ahmaklık olarak nitelendiriyordu.
Kendisine bu bakış açısının Marksistlere yakıştığını, Yüce Allah’ın “Lâ taknetû min rahmetillah” yani “Benim rahmetimden ümidinizi kesmeyin” diye emrettiğini söyledim. Hatta toplumda gördüğümüz acı ve kötü olayları bir fırsat, ganimet bilip problemleri çözmek için çaba sarf etmenin gerektiğini söyledim.
Gerçekten de öyle değil midir? Hayat çarçabuk geçerken elimizde ne kalıyor ki. Para servet derseniz bunlar ahirette çoğu zaman başa belâ olacak şeylerdir. Fakat birisinin imanını kurtarmaya çalışmak, hadiste “sahralar dolusu kırmızı koyunu sadaka vermekten daha hayırlıdır” şeklinde geçmektedir. O halde inanan bir insanın, içi daima aydınlık olmalıdır. Bırakın inançsız olanların dünyası kararsın. Biz olayları güzel yönleriyle değerlendirelim. Bize bir kereliğine tanınan ömür dakikalarını faydalı hale getirmeye çalışalım.
Sahabeler zamanında müşrikler, yukarıda bahsettiğimiz âyette geçtiği gibi düşmanların onları yok etmek üzere büyük bir ordu ile üzerlerine geldiklerini söylemişlerdi. Fakat onların moralleri bozulmadı. Hatta imanları ziyadeleşti. Kendilerine asıl gidilecek yer olan ahiret saadetinin kapılarının açıldığını düşündüler. Zira biliyorlardı ki ahireti kazanmak için dünyada zahmet çekmek gerekliydi. Bediüzzaman’ın dediği gibi “Cennet ucuz değildi”.
Hâlbuki onlar bir avuç insandı. Düşmanları ise çok ve heybetli idiler. Fakat onlar “Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir” diyerek düşmanların üzerine atıldılar. Allah, onları hem bu dünyada, hem de öte dünyada saadetle mükâfatlandırdı.
Bizlerin ise önünde öyle büyük fırsatlar yok. Ne kadar uğraşsak da onların ulaştığı ecir ve mükâfatı kazanamayız. Fakat önümüze çıkan musibetleri bir fırsat, hatta ganimet olarak değerlendirebiliriz.
Bediüzzaman ile çok uğraşmışlardı. Sadece dinsizler değil cahil softalar dahi çok hücum ediyordu. Bu yüzden “Ben iki dünyamı elime almışım, tek dünyalılar karşıma çıkmasın” diyerek her iki kesimden gelen düşmanca davranışlara, karşı koymaya çalışıyordu.
Bir ara o kadar çok hücum edildiği halde o azminden bir parça eksilmeden dâvâsını yürütmeye çalışıyordu.
O, karşılaşmış olduğu belâ ve musibetleri musikinin nağmeleri gibi hoş karşılıyordu.
Zira o, “Allah bana yeter, o ne güzel vekildir” âyetinin mânâsını çok iyi hazmetmişti. Risale-i Nur’da bu âyeti sık sık dile getirerek olayların derinliklerine nüfuz edebiliyordu. Rabbimiz bize de bu âyetin mânâsını anlayarak yaşamayı nasip etsin…
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|