|
|
Davut ŞAHİN |
TRT kaybetti |
|
Ne demiştim, ne oldu.
Maalesef dediğim çıktı. TRT “Piglet” karakterli domuz çizgi filmini, hiç düşünmeden satın aldı.
Yani, devlet televizyonu TRT, dünya film devi Walt Disney ile yaptığı anlaşmada, 4 yıl boyunca Walt Disney’e ait 21 başlıkta 914 bölüm çizgi film ve 88 sinema filmi yayınlayacak.
Walt Disney yapımcıları bu işi iyi biliyor. Önce basın aracılığıyla bir kaç yazara sipariş vererek, “gündem” oluşturdular.
Sonra da TRT’yi bu anlaşmaya mecbur ettiler. TRT hem kurum olarak, hem de bağlı bulunduğu siyasî oluşum için bu anlaşma bir “medeniyet gösterisi” haline dönüştürüldü.
Kazanan kim? Elbette iştahlı yapımcılar. Kaybeden: TRT...
Ve dolayısıyla millet!
Çocuklarını “domuz” karakteriyle büyüten bir nesil istiyorsanız, alın başınıza çalın!
ROMA’YA DÖNÜŞ
Toplumsal yozlaşmanın, ahlâksızlığı beraberinde getirirken, “Pompei” günlerini hatırlattığı bir vakıa..
Şimdilerde zayıflama uğruna işkence gören insanlar var. Ya aç kalıyor, ya ilâçla kendini zehirliyor. “Diyet sektörü” “diyet terörü”ne dönüştü.
Çünkü, uzmanlar ha bire gazete ve tv’lerde her gün “zayıflayın” diyerek, hafif kilolu insanları neredeyse “terörist” ilân ediyor.
Hal böyle olunca, şöhretli insanlar bırakın hafif kilo almayı, yemek yemeyi bile suç sayıyor.
Ekranda yüzüne aşina olunan biri, bu korkudan dolayı, geçenlerde “blumia” hastalığına yakalanmış.
Nedir bu? Yediklerini çıkarma uygulaması...
Yani bu hastalığın adına: Roma hastalığı diyorlar.
Malûm, Romalılar yedikçe—çok afedersiniz—istifra ederlermiş. Bir yandan yerken, diğer taraftan çıkarırlarmış.
Şişmanlık suç değil. Ama obezite bir hastalık.
Her insanın metobolik özellikleri farklıdır. Kimi piknik yapılı, kimi uzun boylu, kimi bodur, kimi enli, kimi tıknaz...
Yani yaradılış özellikleri farklı olan insanların medyanın sunduğu gibi “tek tip” olması beklenemez. Kimse “manken” değil. İdeal ölçü diye birşey yok. Bu bir safsatadır. İnsanları buna mecbur ederek, bunalıma sokmanın anlamı yok. Herkes, kendine has yaratılış özellikleriyle pekâla yaşayabilir.
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Faruk ÇAKIR |
Ah bürokrat, vah bürokrat |
|
Türkiye’nin görülmek istenmeyen sıkıntılarından biri de, bürokrasinin hantallığıdır. Devletin işleyen eli, gören gözü olması gereken bürokratlar—iyileri her zaman için müstesna—genellikle millete uzak durmalarıyla bilinirler. Devletten aldıkları ‘güç’ü, şahsî güç gibi anlar ve öyle de muamele ederler.
Çizdiğimiz bu ‘çerçeve’ye sığmayan ve gerçekten hakla birlikte, halkın içinde olan bürokratlar tabiî ki vardır ve bunlar hemen çevrelerinde temayüz ederler. Ama böylelerin sayısı ne yazık ki yeterli değildir.
Bürokrasinin halktan uzaklaşmasında, geçmişte yaşanan ‘tek parti dönemi’ büyük rol oynamıştır. İş başındaki ‘tek parti’ halkın taleplerine kulak tıkayıp, bürokrasinin de böyle olmasını isteyince, devlet-millet arasındaki bağ maalesef zayıflamış, bazı zamanlarda da kopma derecesine gelmiştir. “Öyle değil” diyenler var ise, ‘tek parti’ dönemine bir de bu gözle baksınlar...
Bu konuda en büyük görev, il ve ilçelerde ‘devlet’i temsil eden vali ve kaymakamlara düşüyor. Vali ve kaymakanların bir şekilde halkla kucaklaşması ve onlarla her zaman diyalog kurabilmesi gerekir. İsimlendirmeye gerek yok, ama tabiî ki bunu başaran vali ve kaymakamlar vardır. Temennimiz, bunların sayısının artması ve diğer bürokratlara da örnek olmasıdır.
Tabiî ki bütün sorumluluğu vali ve kaymakamlara yüklemek haksızlık olur. Devletin bütün kurum ve kuruluşlarında görev yapanlar, o makam ve mevkide ‘halka hizmet için’ bulunduklarının farkında olmalıdırlar. Bu da ‘laf’ ile değil, icraatla ortaya konulur. En küçük işler için, “Bugün git, yarın gel” sözüyle karşılaşan vatandaşın, bürokrasiden şikâyet etmeye hakkı yok mudur?
Son zamanlarda hükümetin de bürokrasiden şikâyet ettiğini duyuyor ve görüyoruz. Bürokrasinin, hükümetin çalışmalarını sekteye uğrattığı doğrudur, ama ‘tek başına iş başına’ gelen bir hükümetin ‘Bürokrasi direniyor’ diye şikâyete hakkı var mı, o da ayrı bir konu. Ki, Mehmet Barlas, “AKP’nin bürokrasiden şikâyete hakkı yok” demekte haklı... (Yeni Asya, 26 Haziran 2006)
Başbakan R. Tayyip Erdoğan, daha önce de bürokrasiden şikâyet ediyordu, ancak son şikâyeti bürokratları rahatsız edebilir. Erdoğan, İstanbul’da düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmada; ‘’Artık bazı gerçeklere inanmıyorum. Ülkemde de bütün bürokratlarıma, valilerime, kaymakamlarıma onu söylüyorum: Eğer masanızdan bu ülkeyi yönetiyorsanız, bu ülkeye hizmet etmiyorsunuz, ihanet ediyorsunuz. Niye? Bir vali masasında oturmayacak, bulunduğu ilin bütün ilçelerini, köylerini gidip dolaşacak. Benim vatandaşım nasıl yaşıyor, gidip bunu yerinde görecek. Okulların, hastanelerin durumları nedir, gidip yerinde görecek. Yoksa gel masada otur, oradan aç telefonu talimat ver. Bununla uygulamayı göremezsiniz, netice alamazsınız.’’ (AA, 26 Haziran 2006)
“Masada oturarak il/ilçe/ülke yönetmek” elbette mümkün değil. Ama bu güne kadar çoğunlukla böyle yapıldı. Bu vesile ile bir ‘hatıra’yı aktarmak istiyorum. Geçen yıl ‘sila-ı rahim için’ bulunduğumuz ilçenin kaymakamını ziyaret edip, köyümüze davet ettik. Sağ olsunlar, ‘masada oturan bir kaymakam olmadığı için’ davetimize icabet etti. İlçenin belediye başkanıyla birlikte köyümüze geldi, komşularla sohbet etti, ‘ayran’ içip, ‘muhlama’ yedi. Sadece ‘olağanüstü hal’ zamanlarında (yani; yangın, sel vs.) köye kaymakam geldiğini bilen vatandaşlar, ‘olağanüstü hal olmadan’ köye bir kaymakam ve belediye başkanının gelmesine çok sevindiler. Neredeyse bir yıl boyunca memnuniyetlerini dile getirip, adı her anıldığında kaymakamla ilgili memnuniyetlerini dile getirdiler.
Evet, başta vali ve kaymakamlar olmak üzere bütün bürokratlar ‘halk’a inmeli...
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Çarşı karıştı |
|
17 Mayıs’ta hastaneye kaldırılmadan kısa süre önce erken seçimi sorduğumuzda Ecevit, “Erken seçim yanlış olur” demiş ve eklemişti: “İktidar, siyasî ömrünü tamamlaması lâzım...”
Solda ittifak için Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in ismini gündeme getirdiği sıralarda, ne sorulsa, konuyu Büyükerşen’in liderliğinde solda birlik konusuna getiriyordu.
Bülent Ecevit’in gerçekleştiremediği projeyi hayata geçirmek için Rahşan Ecevit dün 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i ziyaret etti.
12 Eylül siyasetin üzerinden buldozer gibi geçmişti. İhtilâlin ilk şoku atlatıldıktan, siyasî partilerin kurulmasına yeşil ışık yakıldıktan sonra CHP’nin son yöneticileri Mustafa Üstündağ ve Hikmet Çetin’in de aralarında bulunduğu bir grup, yeni sol parti için çalışmalara başladı. Grubun ilk işi son genel başkan olarak Ecevit’i ziyaret etmek oldu. Ecevit onlara yeşil ışık yakmadı, solda parti kurmak yerine kooperatif kurmalarını önerdi. Onlar tabiî yine parti kurma çalışmalarını sürdürdü ve SODEP’i ortaya çıkardılar.
12 Eylül öncesi CHP’de yaşadığı fraksiyon kavgaları nedeniyle Ecevit yollarını ayırmıştı. DSP’yi kurdu. Birkaç emanetçi ile işi götürdü. Bülent Ecevit yasaklı ancak Rahşan Ecevit’e bir engel yoktu. Rahşan Hanım eşinin yerine emaneti üstlendi, yasakları kalkınca da koltuğunu eşine devretti. Bu kez ise onun projesini üstlendi. Sağlığı elverir de Bülent Ecevit iyileşirse, nereye kadar getirirse o noktada eşine devredeceğinden kuşku yok.
***
Solda birleşme adına yürüyen üç ayrı çalışma, sağda ise birkaç proje ve ortada bir de cephe oluşturma çabaları var. Tek tek açmakta fayda var.
Ecevit ailesi Büyükerşen etrafında, İtalya’daki zeytin dalı ittifakına yönelik bir girişim sürdürülüyor. Bülent Ecevit’in rahatsızlanarak fiilen devreden çıkması bu projenin bir ayağını topal etti. Bir adım ileri gidip, “Projenin ölü doğmasına neden oldu” demek istemiyorum.
Peki, DSP lideri Zeki Sezer bu işin neresinde. Bülent Ecevit sağlıklı olduğu günlerde, “Genel başkanımızla konuşup birlikte karar aldık” demesine karşın duyumlarımız Sezer’in kerhen desteklediği yönünde.
Solla ilgili medyanın özellikle de Doğan Grubu’nun bir çalışması var. Onlar CHP endeksli bir birliktelikten yanalar. Buna CHP’ye katılım demek de mümkün değil. Baykal’dan DSP’lilerin gönlüne hoş gelecek Ecevit’e mersiyeler dizili mesajlar yayınlamalarının hikmeti bu.
Ancak daha önceki birleşmelerin Baykal’ın diğer liderleri öğütmesi ile sonuçlandığı için sadece, “Baykal istedi olmadı” mesajına yönelik rakibi minder dışına itmek için yapılan peşrevler bunlar. CHP ile SHP birleşti ne oldu? Yüzde 4.5 oyu olun ve tek bir milletvekili bulunmayan CHP, SHP’yi yuttu. CHP ile SHP’yi birleştiren Hikmet Çetin, seçimlerde milletvekili aday adayı bile yapılmadı.
Bu iki kanalın ortasında yürüyen DİSK’in öncülük ettiği, Ertuğrul Günay’ın da içinde yer aldığı “10 Aralık hareketi” ise partileşme kararı aldı. Solda birlik için yola çıkıldığında, CHP, SHP ve DSP olmak üzere 3 parti vardı, şimdi dördüncüsü geliyor.
***
Peki sağda durum ne?
Mesut Yılmaz’ın Yüce Divan’dan “Rahşan affı” ile kurtulduktan sonra daha binanın dışına çıkma sabrını gösteremeden mahkemenin koridorlarında açıkladığı siyasete dönme kararı var. Ancak ortada henüz bir proje yok.
Çok bilinen Demirelli, Haberallı, Büyükerşenli cephe oluşturma çabaları Mesut Yılmaz’ın kararı ile hesaplar karıştı.
Bir köyde çok muhtar adayı olursa, seçimi eski muhtar kazanır yöntemi çok bilinen ve geçerli bir yöntem. Bir süre izleyip öyle karar vermekte yarar var. Usta bir poker oyuncusu olduğu belirtilen Mesut Yılmaz lider olarak girdiği her seçimi kaybetmesine karşın şöyle ya da böyle iktidar olmayı başarmış bir isim.
İktidarda devraldığı ANAP’ı, barajın çok çok altına çekerek, halktaki kredisini bitirdiği bir gerçek. Yüce Divan olayı nedeniyle karizması iyice çizildiği için şimdiden yer alacağı oluşuma, “Yüce Divan Cephesi” adı çoktan takıldı bile.
Ama bir gerçek var ki, Mesut Yılmaz’ın dönüşü ile birlikte çarşı iyice karıştı…
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Drahoma ve sati |
|
Muhammed Kutup 20’nci Yüzyıl Cahiliyeti adlı kitabında İslâm öncesi durumla asrımız arasında bazı benzerlikler yakalar. Hadis-i şeriflerde ahirzamanda bazı Müslüman grup ve kabilelerin baba ve atalarının dinlerine avdet edecekleri ve cahiliyete dönecekleri haber verilmiş ve öngörülmüştür. Toptan böyle bir tehlike mevzubahis olmasa bile kısmî bir tehlike her zaman sözkonusudur. Kıyamet öncesi ahirzaman devresinde insanların yoldan çıkacakları ve tekrar baba ve atalarının dinine döneceklerine dair kayıt ve rivayetler var (Bak: Et Tevhid, Allame İsmail İbni Abdulganiy ed Dehlevi el mulakkab bişşehid, s: 63). Yani tespitler sadece Muhammed Kutup’un yazdıklarıyla sınırlı değil elbet. İçtimaî hayatta da bunun yansımaları görülüyor. Sözgelimi cahiliyet döneminde yaygın olan 10 kadar nikâh çeşidi günümüzde de bir şekilde başka adlar altında icra ediliyor. Cârî bulunuyor. Dolayısıyla hem iman, hem de içtimaiyat alanında hadislerde haber verildiği gibi dinin büzüldüğü ve geriye çekildiği bir dönemi idrak etmiş bulunuyoruz. Batı dünyası farklı bir bağlamda cahiliyet ortamı yaşarken Hind ve Uzakdoğu toplumları farklı bağlamlarda cahiliyet dönemleri yaşıyorlar. Bunun ipuçlarından birisi geçtiğimiz günlerde kimi gazete başlıklarında yeralıyordu. ‘Erkekler, eşlerini kiralık veriyorlar’ haberi cahiliyet dönemindeki nikâh çeşitlerinden istibda nikâhını hatırlatan bir haberdir. Bugün bu tarz bir nikâh Hind toplumunda yaşanıyor. Sebepleri farklı olsa bile Batı’da da benzeri nikâh çeşitleri bulunuyor. Hind toplumunda böyle bir gelişmenin yaşanmasının nedeni kast sisteminin de içinde yeraldığı geleneksel Hind dini anlayışı veya mevrusatı yani kalıntılarıdır. Hindu dini anlayışının içtimai olarak üç öldürücü etkisi bulunuyor. Bunlardan birisi anaerkil anlayışa dayalı olarak kızların erkeklere drahoma yani başlık parası ödemesi. İşte bu drahoma nedeniyle ve modern teknolojinin de gelişmesiyle birlikte kız çocukları cenin iken ultrasyon yoluyla tespit ediliyor ve ana rahminde yok ediliyorlar. Bu âdet de cahiliyet döneminde ar nedeniyle kızların diri diri toprağa gömülmeleri adeti olan ve’d’e ne kadar da benziyor?
***
Beşerde fizikî olarak kadın erkek oranının eşitliği veya birbirine yakınlığı Allah’ın rububiyetinin delillerinden birisidir. Bu fıtratın ne kadar ahenkli ve dengeli olduğunu da gösterir. Hatta bazı toplumlarda poligaminin fizikî gerekliliğini de ispat eder. Ama insanlar yanlışı yanlışla düzeltmek için gaybı keşfetmeyi fıtrata müdahale için kullanıyorlar. Bu da Allah’ın gizlediği gaybın bizim için ne kadar rahmet vesilesi olduğunu ortaya koyar. Drahoma geleneği yüzünden özellikle fakir aileleler kız çocuğu istemiyor. Geçmişte teknoloji gelişmediği zamanlarda kız çocuklarından kurtulmak ve fıtrata önleyici müdahalede bulunmak bu kadar kolay değildi. Nisbeten zordu. Ama ultrasyonun gelişmesi ve bu mânâda gayb olan ve bilinmeyen ceninin cinsiyetinin önceden tespiti ile birlikte fıtrata kolay müdahale edilir oldu. Bunun sonucu olarak kürtajlar arttı. Hindistan’da son 20 yılda 10 milyon fetus yani cenin, sadece kız olduğu gerekçesiyle alındı. Yılda bu şekilde kürtaj yoluyla istenmeyen 500 bin ceninden kurtulunduğu ifade ediliyor. Bu da fıtrî veya İlâhî dengenin bozulmasına yol açıyor. İstatistiklerin ortaya koyduğu gibi sonuçta kadın-erkek nüfusunun dengesi ciddi bir şekilde bozulmaya başladı. BM Çocuk Fonu’nun (UNICEF) raporuna göre dünyada genelde her 100 erkek bebeğe karşılık 105 kız dünyaya gelirken, Hindistan’da bu oran 93’e kadar gerilemiş bulunuyor. Ülkenin bazı yerlerinde ise erkek-kız oranı veya paritesi, 100’e karşı 70’e kadar düştü. Drahoma, 1961 yılında yasaklanmasına rağmen içtimâî alanda gayri resmi bir şekilde sürüyor. Bunun sonucu olarak da kız çocukları azalırken evlilik yapamayan erkekler kiralık eşlere başvurmak zorunda kalıyorlar.
***
Gayri tabiîlik gayri tabiîliği doğuruyor. Yanlışı da yanlışla tedavi etmeye kalkınca böyle sonuçların ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Öyleyse yanlışı temelden ve kökten düzeltmek gerekiyor. Hinduizm geleneğinin toplumda açtığı rahneler bununla sınırlı değil. Kast sisteminin en alttakileri olan Dalitler yaklaşık 150 milyondan fazla bir kitleyi temsil ediyor ve sürekli başka dinlere geçmeye çalışıyorlar. Hinduizmin bir başka kötü kalıntısı veya adeti ise dul kadınların yakılmasıdır. Her ne kadar İngiliz idaresi tarafından geçmişte bu âdet yasaklansa bile yer yer veya mevzii olarak gayri resmi çerçevede sürüyor. Dulların yakılması geleneğine de “sati” (suttee) deniliyor. Bu geleneğe göre kadınlar kocalarının ölümünün ardından kendilerini yakmalıdırlar. Anlayacağınız, resmen bitse bile drahoma ve sati geleneği hâlâ toplumda görünmeyen olumsuz sonuçlar doğurmaya devam ediyor. Kur’ân o günün cahiliyetine sorduğu soruyu bugün de drahoma için iskat edilen ceninler ve çağdaş cahiliyet için soruyor: “Bieyyi zenbin kutilet.” (O sabiler ve ceninler hangi günahlarından dolayı öldürüldüler?) Muhammed Kutup 20’nci asrın cahiliyetini yazdı, birileri de kalkıp 21’inci yüzyılın cahiliyetini yazmalı.
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Piton firarda |
|
Ankara Atatürk Orman Çiftliği, tam bir çiftlik. Ne ararsan var. Buraya, Türk Traktör Fabrikası kurulmuş. Makine Kimya Endüstri Kurumunun bazı tesis ve fabrikaları da burada. Kokoreççiden içki fabrikasına kadar bir çok işletme mevzi almış bu çiftlikte. Ayrıca AOÇ markalı dondurma, süt ve yoğurt üretimi var. Bunların dışında kendi haline terk edilmiş arazi.
Tarım ve Köy İşleri Bakanlığına bağlı bu çiftlik arazisinin içinden demiryolu geçiyor. Kısmen korunmuş orman var. Yürüyüş bantları yapılmış. Hazineden tarım Bakanlığı devralmış. Ankara’nın merkezinde görünen yapılanma dağınıklığı ve kısmen kapatılmış alanlar, tam bir “çiftlik.” Yağma Hasan’ın böreği gibi fırsatını bulan nasibini almış.
Devlet Üretme Çiftliği genel müdürlüğünün tesisleri de aynı bölgede. Bu çiftlikte herkesin ürettiği/tükettiği/kullandığı farklı ve çok taraflı işleyişler var. Ortada adı orman çiftliği olan büyük bir arazi var. Bakımsız, inisiyatifi dağınık ve koordine edilmeyen bir yeşil alan bölgesi.
Bu çeşitliliğe bir de hayvanat bahçesi eklemişler. Yine etrafında içkili restoranlar, değerlendirilemeyen arazi ve metruk alanlar mevcut. Gelişmiş ülkelerin hayvanat bahçeleri ile kıyaslanamayacak kadar iptidaî ve bakımsız bir tesis. Buna rağmen halkımıza gezme ortamı sağlaması açısından ziyaretçi trafiği işliyor. Bu sayede, sunulan sosyal alanların düşünce ve yaklaşım kalitesi hakkında kanaatler oluşuyor.
Yıllar önce bende birkaç defa değişik vesilelerle hayvanat bahçesini görmüştüm. Fazla bir enteresanlığı yok. İtina gösterilmeyen,yenilenmeyen, bütçe yetersizliği ile kendi haline terk edilmiş, bu sözde “sembol” çiftlik, Mehmet ağanın çiftliği gibi keyfi ve sorumsuz bir işletmecilik örneği sergiliyor.
Bu arazi, keşke başından beri—yeşil alan özelliği korunmak şartıyla—özel sektöre devredilseydi. Sağlam bir protokolle ailelerin rahatlıkla gidebileceği açık alanlarda; botanik müzesi, piknik mekânları ve kültür sanat ağırlıklı dinlendirici ve eğitici ortamlara tahsis edilseydi.
Bu düzenlemelerin teknik detaylarına ve imar mevzuatına ait kısımlarına girmeden, son yasal teklifle Atatürk Orman Çiftliği Ankara Büyük Şehir Belediyesine devredileceğini belirtelim. Yeni kanunla AOÇ arazileri içerisinde kalan alanlarda; metro inşaatı, alt geçit ve köprülü kavşaklar inşa edilecek. Bu arada Safari park yapılacak.
Hayvanat bahçesinde birde firar yaşandı. Piton yılanı, tutulduğu yerden kaçmış. Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker’e göre yılan kafesten kaçmış. İki haftadır bulunamıyor. Geçici olarak, hayvanat bahçesi ziyaretlere kapatılmış. 6 metre uzunluğunda,60-70 kilo ağırlığında piton yılanın izine de rastlanamamış.
Klasik deyimle “arama ve tarama” devam ediyor. Olay savcılığa intikal etmiş. Üç özel güvenlik görevlisi göz altına alınmış,sonradan serbest bırakılmış.
Çevre ve Orman Bakanı, “Bu günlerde kebap yemeyin” esprisi yapmış. Piton kayıp diye. Pitonun kayboluş biçimi tam bir yılan hikâyesi. Piton yılanı, kaçmayı başarmış, izini kaybettirmesini de. Yakında bir piton çetesi ortaya çıkarsa şaşmayın. Bir de demeç patlatır ve yeni yürüyüş bantlarında tezahüratlar görürseniz ona da karışmayın.
Acaba piton nerede? Bence her yerde. Belki de diğer yılanları örgütlüyor. Kafeste tutulan nice yılanlar zehirlerini nasıl akıtıyorlarsa ve kendi çevresini örgütlüyorlarsa, pitonlar bundan geri durur mu?
Şimdi gerçek bir yılan hikâyesi var, Ankara gündeminde. İyi bir ara konu. Mizahı, siyaseti rahatlatan bir magazin konusu. Ancak hâlâ bulunamadı. Bulunursa ne değişecek? Firar süresince yılanın ne yaptığı öğrenilebilecek mi?
Acaba uluslar arası bir organizasyonun piton üzerinden bir hesabı(!) mı var? Sürüngen piton, zehir piton, uzun piton, kayıp piton, kaçak piton,derin piton neredeysen çık artık? Senin gibi çıkmayı bekleyen pitonlara örnek ol.
Evet bir yılan hikâyesi bu. Başı sonu bir piton yılanı. Ancak kafesten nasıl kaçtı? Kim kaçırdı? Bunun arkasında komplo var mı? Yeni bir örgütle karşı karşıya mıyız?
Doğrusu piton meselesi çözülürse, pitonlar meselesi de anlaşılacak. Masum tavşanların kaçamadığı, maymunların yerinde durduğu, sadık köpeklerin korunduğu bir hayvanat bahçesinde, piton yılanı nasıl kaçıyor? Bu da cevabı aranacak sorular dizisinden biri.
Sahi, piton nasıl kaçtı? Nasıl kayboldu?
Cevabını bilemiyoruz. Bildiğimiz,kayıplar listesine birde pitonun girdiği.
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇİFTKAYA |
Said Nursî nerede yatıyor? |
|
Her insan bir tohumdur. Nasıl tohum görünüşte mini minnacık bir tahta parçası gibiyse, insan da sonsuz kâinatta bir toz zerresi bile sayılamayacak kadar küçüktür. Ama tohumun, içinde harika bir ağacı saklaması gibi, duyuları ve duygularıyla bütün bir âlemi yüreğinde saklar insan.
Dünya onun toprağıdır. Sonsuz bir şefkatle bırakılmıştır bu toprağa. Zahiren karanlık, dar ve rahatsız bir yerdir burası. Musibetlerin, hastalıkların, sıkıntıların gelip onu bulduğu; her birinin onu kendi hakikatına uyandırdığı sırlı mekândır. Kendi adına sevildiğinde öldüren, ötesi için sevildiğinde güldüren yerdir..
Âhiret bahardır. Cümle tohumların sümbülleneceği asıl hayat yurdudur. Her tohumun başka bir bahar için toprağa atılması ve o baharı sabırla beklemesi gibi, insan da hakikî hayat yurdu olan sonsuz âhireti özler. Dünyanın cümle cefasına ancak o baharın hasretiyle sabredebilir.
Mü’min, kendisinin değersiz bir odun parçası değil, harika bir san'at eseri tohum olduğunu fark eden insandır. Dünyanın âhirete tarla ve bahçe kılındığını, asıl hayatın burada değil orada olduğunu iman şuuruyla bilendir.
Kulluk, o şuurlu tohumun yüzünü fani dünyadan baki âleme, yaratılmışlardan Yaratıcı’ya, çokluktan birliğe çeviren, bitiş ile başlangıcı birbirine bağlayan bir bağdır.
Tohumluğunu, dünyanın içine atıldığı bir bahçe olduğunu unutup kendine ve güzelliğine güvenen, kesrete dalıp kâinat içinde boğulan, dünyanın muhabbetiyle başı dönen, fanilerin tebessümlerine aldanan ve kendisini onların kucağına atan insan ise tohum/insan makamından düşer. Ölüm vakti geldiğinde tohum olarak sümbüllenmez. Küçük, değersiz bir odun parçası olarak çürüyüp gider. Sonsuz bir intihardır bu.
Ölüm, tohumluğunu bilen için kabuğunun parçalanması ve filizin ortaya çıkmasıdır. Sonsuzluğun başlangıcıdır. Yok oluş değil hakikî varoluşa adım atmaktır. Hayatından daha mükemmel, daha bereketli bir haldir. Cüz’îlikten küllîliğe yükseliştir. Zahiren bir odun parçası olmaktan çıkıp, yüreğinde gizlediği büyük âlemin cennet şeklinde ete-kemiğe bürünmesidir.
***
Bediüzzaman Said Nursî, kâmil bir insandı. Tohumluğunu en fazla fark eden, kulluğunu en yüksek derecelerde yaşayan bir âlimdi. Bu dünyada kendisine reva görülen zulümleri, sıkıntıları ruhundaki istidatlarının ortaya çıkmasına yardım ettikleri için—sonuçta—İlâhî rahmetten bildi. Şikâyet etmedi. İzzetli bir kul olarak zalimlere boyun eğmedi, yüzü hep âhiret yurduna dönük yaşadı. Gayet meşrû bir gaye iken, âhiretteki makamının yükselmesini hedeflemedi. Saf kulluğu gaye edindi. Her şeyden daha değerli ve daha büyük bir gayeye, imana hizmete adadı kendisini. Kur’ân’ın semasından yakarışlarına karşılık kendisine hediye edilen Risâleleri telif etmeyi, çoğalttırmayı, tashih etmeyi, iman hizmetini bir hayat tarzı haline getirmeyi en tatlı uğraş bildi.
İsmi Said’di; ismi gibi mesut yaşadı bu fani dünyada. Çünkü hayatını adadığı iman ve İslâm dâvâsının İlâhî yardım ile başarıya ulaştığını bizzat hayatında gördü.
Bir sebeb olarak kendisine yönelenlere, kendisinden medet umanlara Risâle-i Nur’u adres gösterdi. Daha hayattayken kendi fani ömrünü bâkî hakikatlere tohum eyleyebilen nadir insanlardan oldu. Kendisini Risâlelerdeki yüksek hakikatların kaynağı olarak görenlere ise defalarca aynı şeyi söyledi:
“Ben bir çekirdektim. Çürüdüm. Acz ve ihtiyaç ve samimî istemek ve fiilî duâ etmek neticesinde, Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, Risâle-i Nur’u o çekirdekten halk edip ihsan etmiş. Nurun mektubatındaki bütün medâr-ı medih fıkralar o nuranî ağaca aittir. Benim hissem, kat’iyen, hiçbir cihette fahir olamaz. Belki, yalnız ve yalnız şükürdür. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risâle-i Nur’a aittir. Öyleyse kâinat adedince eşşükrü lillâh, elhamdülillâh.”
Bediüzzaman’ın vefatından sonra fani bedeninin korkak zalimlerce gizli bir yere defnedildiği biliniyor. Şimdilerde kimileri başka şeyler söylüyorlar. Ama ne fark eder?
Onun kabrinin nerede olabileceğini tekrar tekrar gündeme getirip, çekirdeği olduğu risâlelerdeki Kur’ân hakikatlerine merak duymayanlar, önlerindeki koca ağaca gözünü kapatıp onun çekirdeğinin nerede olduğunu merak eden aptal konumuna düşüyorlar.
Onu hakkıyla tanıyanlar ise, hem o dünya hayatındayken hem de asıl hayat yurduna gittikten sonra, Risâlelerin her satırında onu bulabileceklerini, onunla konuşabileceklerini bildiler.
Kısacası, Bediüzzaman Risâlelerin sayfaları arasında hâlâ. Duyurulur!
www.muratciftkaya.com
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Allah bize yeter |
|
Al-i İmran Sûresinin 173. âyeti meâlen şu şekildedir: “Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara ‘Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun’ dedikleri zaman, onların imanı ziyadeleşti ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ dediler.”
Büyüklerimizden sık sık “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekil” sözünü işitiriz. İşte âyetin son kısmındaki bu cümle üzerinde biraz durmak istiyorum.
Zaman su gibi akıp geçiyor. Bir de bakmışız ki ömrümüzün çoğu geçip gitmiş. Yarına çıkmaya kimsenin garantisi yok, lâkin eğer Allah ömür vermişse bir yirmi sene yaşama ihtimali ya var, ya da yok.
Yahu zaman nasıl bu kadar hızlı akıp gider, daha dün çocukluğumuzu hatırlar gibiyim. Hemen hemen her akşam rahmetli babamla Fatih Camii’ne güle oynaya gider, yatsı namazını kılar, neşe içinde evimize gelirdik. Ama şimdi ölümün soğuk nefesi ensemizde dolaşıyor.
Bediüzzaman, zamanın süratle akmasını şöyle ifade ediyor: “Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.”
Madem hayat bu kadar hızlı bir şekilde geçiyor, o halde geçen ömür dakikalarının kıymetini bilmek zorunluluğu vardır. Çünkü tekrar elimize geçmeyecek.
Gemideki arkadaşlarıma “Aman canınızın kıymetini bilin, çalışırken elinizi kolunuzu dikkatli kullanın, bizim mesleğimiz denizcilik çok ağır bir meslektir. Ölümcül yaralanmalar çok sık meydana gelir. Bu hayatı tekrar bize vermeyecekler. Bilgisayar oyunları gibi düşünürseniz sadece bir hakkımız var. Ona göre hareket edin” der dururum.
Allah’a çok şükür başımıza büyük kaza, belâ gelmedi. Bunun asıl sebebi duâlar bereketiyle Allah’ın hepimizi korumasıdır. Yoksa “Ben tedbirli adamım işimi iyi bilirim” sözü tam bir aldatmaca ve gerçeğin aksidir.
İstanbul’da iken bir arkadaşım çok karamsar bir şekilde konuşuyordu. Devamlı şekilde gençlerin uçarı hareketlerinden eleştiriyor ve memleketin kötüye gittiğinden şikâyet ediyordu. Sohbet sonunda namazımızı kıldıktan sonra bir başka arkadaşımız “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” dedi. Fakat bu arkadaşımız karamsar sözlerini bir türlü bırakmıyordu. Devamlı insanlardan şikâyet ediyor, hatta olayları iyi yönüyle görmeyi bir nevî ahmaklık olarak nitelendiriyordu.
Kendisine bu bakış açısının Marksistlere yakıştığını, Yüce Allah’ın “Lâ taknetû min rahmetillah” yani “Benim rahmetimden ümidinizi kesmeyin” diye emrettiğini söyledim. Hatta toplumda gördüğümüz acı ve kötü olayları bir fırsat, ganimet bilip problemleri çözmek için çaba sarf etmenin gerektiğini söyledim.
Gerçekten de öyle değil midir? Hayat çarçabuk geçerken elimizde ne kalıyor ki. Para servet derseniz bunlar ahirette çoğu zaman başa belâ olacak şeylerdir. Fakat birisinin imanını kurtarmaya çalışmak, hadiste “sahralar dolusu kırmızı koyunu sadaka vermekten daha hayırlıdır” şeklinde geçmektedir. O halde inanan bir insanın, içi daima aydınlık olmalıdır. Bırakın inançsız olanların dünyası kararsın. Biz olayları güzel yönleriyle değerlendirelim. Bize bir kereliğine tanınan ömür dakikalarını faydalı hale getirmeye çalışalım.
Sahabeler zamanında müşrikler, yukarıda bahsettiğimiz âyette geçtiği gibi düşmanların onları yok etmek üzere büyük bir ordu ile üzerlerine geldiklerini söylemişlerdi. Fakat onların moralleri bozulmadı. Hatta imanları ziyadeleşti. Kendilerine asıl gidilecek yer olan ahiret saadetinin kapılarının açıldığını düşündüler. Zira biliyorlardı ki ahireti kazanmak için dünyada zahmet çekmek gerekliydi. Bediüzzaman’ın dediği gibi “Cennet ucuz değildi”.
Hâlbuki onlar bir avuç insandı. Düşmanları ise çok ve heybetli idiler. Fakat onlar “Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir” diyerek düşmanların üzerine atıldılar. Allah, onları hem bu dünyada, hem de öte dünyada saadetle mükâfatlandırdı.
Bizlerin ise önünde öyle büyük fırsatlar yok. Ne kadar uğraşsak da onların ulaştığı ecir ve mükâfatı kazanamayız. Fakat önümüze çıkan musibetleri bir fırsat, hatta ganimet olarak değerlendirebiliriz.
Bediüzzaman ile çok uğraşmışlardı. Sadece dinsizler değil cahil softalar dahi çok hücum ediyordu. Bu yüzden “Ben iki dünyamı elime almışım, tek dünyalılar karşıma çıkmasın” diyerek her iki kesimden gelen düşmanca davranışlara, karşı koymaya çalışıyordu.
Bir ara o kadar çok hücum edildiği halde o azminden bir parça eksilmeden dâvâsını yürütmeye çalışıyordu.
O, karşılaşmış olduğu belâ ve musibetleri musikinin nağmeleri gibi hoş karşılıyordu.
Zira o, “Allah bana yeter, o ne güzel vekildir” âyetinin mânâsını çok iyi hazmetmişti. Risale-i Nur’da bu âyeti sık sık dile getirerek olayların derinliklerine nüfuz edebiliyordu. Rabbimiz bize de bu âyetin mânâsını anlayarak yaşamayı nasip etsin…
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ayrı bedenlerde yaşayan tek ruh |
|
Yüce Rabbimiz Kur’ân’ında, “Mü’minler ancak kardeştirler”1 buyuruyor. Bu kardeşlik sevgi, saygı, hoşgörü, dayanışma, yardımlaşma, kin ve düşmanlıktan uzak kalma gibi hususları da beraberinde getirir. Tam bir kenetleşmeyi sağlar, âdeta ayrı bedenlerde yaşayan tek ruh haline getirir. Peygamberimiz (asm) bir hadislerinde “Mü’min mü’mine karşı bir binanın kenetlenmiş taşları gibidir. Biri diğerine kuvvet verir”2 buyurmuşlardır.
Îman bu kenetleşmeyi gerektirecek mahiyettedir. Çünkü îman bir nur, inkârcılık ise bir karanlıktır. Karanlıkla aydınlık gerçek mânâda bir arada bulunamadıkları, biri gelince diğeri gittiği gibi bir kalpte de îmanın verdiği kardeşlik ruhuyla inkârdan gelen kin ve düşmanlık gerçek mânâda bir arada bulunamazlar. Kardeşlik geldi mi düşmanlık acımaya, kin ve düşmanlık ağır basarsa o zaman kardeşlik yapmacık hareketlere dönüşür. ‘Mü’minin mü’mine üç günden fazla dargın durması helal değildir’3 hadisi bu mânâya dikkat çeker.
İslâm kardeşliğinin dargınlığa, kırgınlığa, kıskançlığa, kin ve düşmanlığa hiç tahammülü yoktur. Çünkü mü’min kardeşimiz de o kadar güzel sıfatlar vardır ki, bunlar insanı düşmanlığa değil, kardeşliğe götürür ve götürmelidir de. Bir hazinedeki kalb para o hazineyi geçersiz saymaz. Bir sepet elmada birkaç çürük elma var diye bütünü dökülmez. Bir gemide dokuz masum ile birlikte bir cani bulunsa, caninin cezalandırılması için gemi o masum dokuz kişiyle birlikte batırılmaz. Aksine bir masumla dokuz cani bulunsa, adalet ölçüleri içerisinde o gemiyi yine batırmak mümkün olmaz. Çünkü bir tek de olsa suçsuz insanın hakkı yenilmiş olacaktır. Gelelim mü’min kardeşimize; onda bir iki tane değil, belki sevgi, saygı, fedakârlık, cömertlik gibi yirmi otuz masum sıfat varken, bir iki tane cani sıfatı yüzünden ona kin duymak, ne akıl, vicdan, insaf, merhamet, insanlık, hak-hukuk ve ne de dinle bağdaşır. Aksine o birkaç kusura af ve merhametle bakmak hem insanlık, Müslümanlık, hem de hak ve hakikatin gereğidir. Şu hadis kin ve düşmanlık sebebiyle dargın duran kimseleri uyarma bakımından oldukça dikkat çekicidir. Allah Resûlü (a.s.m.) şöyle buyuruyorlar:
“Pazartesi ve Perşembe günleri Cennet kapıları açılır ve Allah, din kardeşleri ile arasında düşmanlık bulunan kimseler dışında, Allah’a ortak koşmayan herkesin günahını affeder. Aralarında kin ve düşmanlık bulunan iki kişi hakkında da ‘Bu ikisi barışıncaya kadar affedilmelerini geciktirin’ buyurulur.”4
Mâdem ki dinimiz mü’min kardeşimize kin ve düşmanlık duymamızı yasaklıyor. Bu duyguyu kullanmak gerekiyorsa, önce içimizde bulanan bu duygunun kendisine düşmanlık etmemiz gerekir. Çünkü düşmanlığa en çok lâyık olan bu duygunun bizzat kendisidir. Onu yok etmeye çalışmalıyız. Daha da düşmanlık etmek istiyorsak, din ve vatan düşmanları çoktur. Onlara düşmanlık etmeliyiz. Sonra görmediğimiz veya görmek istemediğimiz kusurlarımızı görmeli, kızılacaksa kendimize kızmalıyız. Kardeşimizin o kusurunda kaderin de bir payı olduğunu düşünüp bağışlama yolunu seçebilmeliyiz. Unutmamalıyız ki, mü’min kardeşimizin kusuru ne kadar büyük olursa olsun, ona düşman kesilecek kadar büyük olamaz. Çünkü ondaki îman o kadar büyüktür ki, Kâbe hürmetindedir. Kusurları ise ancak çakıl taşı derecesinde kalır. O halde yapılacak iş kardeşimize kin ve düşmanlık duymak değil, bağışlayıp dost ve kardeşce geçinme yolunu seçmektir. Allah ve Peygamber bizden bunu istemektedir.
Dipnotlar:
1- Hucurat Sûresi, 10. 2- Buharî, Salat: 88; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18. 3- Ebû Davud, Edeb: 47. 4- Müslim, Birr: 36.
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kulluğun özü: Duâ |
|
Duânın mahiyeti incelendiğinde ibâdetin, kulluğun özü olduğu görülür. Hadîslerde duânın ibâdetin özü, ibâdetin ise duâdan ibaret olduğu işlenir. Kezâ, Allah’a inanarak duâ etmemiz gerektiği vurgulanır. Ona duâdan daha iyi ikram edilmiş başka bir şeyin olmayacağı belirtilir. Kul elini kaldırdığında onu boş çevirmekten Allah’ın haya edeceği ve duâya ehemmiyet vermeyen gafil kalbin duâsına cevap verilmeyeceği ifâde edilir.
Yine, duâhanların üstadı, “İnsanların en âcizi, duâdan âciz olandır. En fazîletli ibâdet, duâdır. Allah katında duâdan daha değerli bir şey yoktur. Allah ısrarla duâ edenleri sever;”1 “Allah katında duâdan daha şerefli bir şey yoktur”2 der. Tirmizî’de yer alan bir başka hadîste de, duânın ibadetin ta kendisi olduğu beyan edilir.
Duâ, insanı Rabbine yaklaştırır. “Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” hakikatince, duâ etmeyince, Rabbimizin rahmet, yâni, sevgi, acıma ve yardımından mahrum kalırız.
Peygamberimiz (asm), en yüksek kulluk makamında, her işinde, her hareketinde besmele ile birlikte duâlar ederek, hâl/davranış diliyle de duâda rehberimiz, önderimiz olmuştur.
Şu halde duâ; fıtrî, tabiî bir ihtiyaçtır. İhtiyacın karşılanması ise, mutluluktur. Tıpkı, açlığın giderilmesinden alınan haz gibi. Bu lezzet; merhameti, şefkati, yardımı, sevgisi, kudreti sonsuz olan Hâlıkımıza sığınıp güven duymanın lezzetidir.
Hemen hergün veya her saat, endişe, üzüntü, keder, sıkıntı veya çeşitli darbelere maruz kalırız. İşte, bu zamanlarda Allah’a yalvarır, problemimizin giderilmesi için duâ ederiz. Ne var ki, çoğu zaman da unuturuz. İşte böyle bir nankörlüğe düşmemek için Kur’ân bizi uyarır:
“İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir.”3 “Onları gölgeler gibi dalgalar sardığı zaman dîni yalnız kendisine has kılarak Allah’a yalvarırlar. Fakat o, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zaten bizim âyetlerimizi nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez.”4
Onun sevgisini kazanmak için duâ etmemiz icap ettiği gibi, azabından sakınmak için de duâ etmeliyiz. Çünkü, Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki: “Kim bana duâ etmezse ona gadab ederim.”5 Zîrâ bu hal ya gafletten, kibirden, ya nankörlükten veya Onun azametini kavrayamamaktan ileri gelir.
“Ana ve babaya iyilik ömrü artırır. Yalan söylemek rızkı noksanlaştırır, duâ kazaya siper olur.”6
Kur’ân’da “duâ” kelimesinin 212 kez geçmesi; bize insânî vasfı kazandıran en önemli ibâdetlerden olduğunu gösterir. Allah’ın en güzel isim ve sıfatları Esmâ-i Hüsnâ öğretilirken, Onun her mekânda hazır ve nazır olduğu, her istek sahibinin taleplerini karşıladığı, duâ eden herkese cevap verdiği nazara verilir. Meselâ, O; “el-Mucîb” yâni, Kendisinden isteyenlerin ve yalvaranların isteklerine cevap veren; “el-Vekîl”, şartlarına riâyet ederek işlerini kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyi sonuçlandıran; “el-Mü’min”, gönüllerde imân ışığı uyandıran, kendine sığınanlara güvende yaşama vesikası verip onları koruyan, gözetleyen; “el-Müheymin”, mahlûkatını gözetleyip muhafaza eden; “el-Velî”, iyi kullarına dost ve yardımcı olan; “es-Samed”, yâni, Kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herkesin ve her şeyin Ona muhtaç olması; “Vehhab” herkese her şeyi hibe eden; “Rezzak” canlı-cansız herkesin her şeyin rızıkını veren; “Kerim”, ikram eden; “Cevad”, cömert olan; “Muhsin”, ihsan edendir. Her mü’minin, Esmâ-i Hüsnâ’yı, mânâlarıyla birlikte ezberleyip, müzâkere ve mütalâa etmesi; atomdan galaksilere kadar her varlıktaki tecellîleri okuyabilmesi haz ve lezzet kaynağıdır. Zîrâ kim; yaratıcısı, kâinatın Sultanı ile konuşmaya can atmaz? İşte duâ, âlemlerin Rabbi ile bir diyalogdur.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, Hadîs No:, 1145, 1129, 7602, 1876; 2- Tirmizî, Daavat,1; İbn Mace, Dua,1; 3- Kur’ân, Yunus, 12; 4- Age, Lokman, 32; 5- İbn Mâce, Duâ, 1; İbn Hanbel, 3/477; 6- Buhârî, Mevâkîtü-salât, 5; Müslim, İmân, 137; Ebû Dâvud, Edeb, 130; Tirmizî, Salât, 13; Neseî, Mevâkît, 51; İbn Mâce, Edeb, l.
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Ahlâk sünnet ilişkisi |
|
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Ey Resûlüm de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” Bu âyet-i kerime bize kesin olarak bildiriyor ki Allah sevgisinin alâmeti peygamberine uymaktır. Peygambere uymak ne anlama gelir? Peygambere uymak, peygamberin sünnetine ittiba etmek demektir. Peygamberin sünneti ise ahlâkından ibarettir. Peygamberin ahlâkı Hz. Aişe’nin (ra) ifadesi ile “Kur’ân ahlâkıdır.”2
Yüce Allah Peygamberimizi (asm) insanlık için örnek olarak yaratmıştır: “En güzel şekilde terbiye etmiş ve edebin en güzeli ile süslemiştir.”3 Sonra insanlığa gönderdiği kitabında da “En güzel ahlâk üzere olmakla”4 övmüştür.
İslâmiyet fikre tevhid ve hayata istikamet vermiştir.5 Fikir birliğinin temeli inanç birliğidir. İnanç birliği ise “Tevhid” inancı ile sağlanabilir. Kur’ân-ı Kerim’in en önemli amacı budur. İnançta tevhid ve istikamet sağlanırsa fikirde de birlik ve beraberlik kendiliğinden oluşur. İnançta ve fikirde istikamet ahlâkta da istikameti sağlayan en önemli amildir.
Güzel ahlâk istikamet üzere olmaktır. Peygamberimizin (asm) yaratılışça en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette yaratıldığı için harekât ve sekenâtı îtidal ve istikâmet üzere gitmiştir. Peygamberimizin (asm) hayatı gösteriyor ki, her harekâtında ifrat ve tefritten içtinâb etmiştir. Çünkü “Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!” emrine tam imtisal ettiği için bütün ahvali, akvali ve ef’alinde istikamet kat’i bir surette görünmektedir.6
İnsanda akıl, öfke ve şehvet duyguları tüm ahlâkî melekelerin kaynağıdır. Adalet ve istikamet bu üç duygunun hadd-i vasat ve istikametinden kaynaklanır. İfrat ve tefritinden de tüm kötü hasletler ortaya çıkmaktadır.7 Peygamberimiz (asm) istikamet üzere olduğu için aklın istikameti olan “hikmet”, öfkenin istikameti olan “şecaat” ve kuvve-i şeheviyenin istikameti olan “iffet” üzere azami masumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir. Bütün sünnet-i seniyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyesinde hadd-i istikâmeti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinab etmiştir. Hatta konuşmasında, yemesinde ve içmesinde iktisat etmiş ve israftan sakınmıştır.8
Bütün bu sebeplerden dolayı yüce Allah, Peygamberimize (asm) uymayı emretmiştir. Peygamberimize (asm) ittiba edildiği takdirde müstakim bir hayatı yaşama imkânı ortaya çıkacaktır. Bunun için Peygamberimiz (asm) “İnsanların en güzel ahlâklısı idi.”9
İnsanlar arasında hayırlı olmanın yolu ahlâkı güzelleştirmekten geçmektedir. Bu da güzel ahlâkın mümessili olan Peygamberin (asm) sünnetine ittiba etmekten geçer. Böylece “hayırlı insanın güzel ahlâklı insan olduğu”10 güzel ahlâklının da sünnet-i peygambere uyarak bunu sağladığı gerçeği ortaya çıkar.
Güzel ahlâkın tarifini yapan Peygamberimiz (asm) ahlâkı iyilik ile eşdeğer görmüştür. “İyilik, güzel ahlâktır. Kötülük ise kalbini rahatsız eden ve insanların görmesini ve duymasını istemediğin şeydir”11 buyurarak insanları ve toplumu rahatsız eden şeyleri kötülük olarak vasıflandırmıştır.
Tevhid ve istikametin gereği olan iman ve ahlâk birbirini takviye eden ve birbirine güç veren iki temel değerdir. Bunun için Peygamberimiz (asm) “Mü’minin iman bakımından en mükemmeli, ahlâkı en güzel olandır”12 buyurarak bunu ifade etmiştir. İmanın neticesi ve meyvesi olan “Takva” ve “Güzel Ahlâk” insanı cennete götüren en mühim hasletlerden ilk ikisidir.13 Mizanda en ağır gelen amel sünnet-i seniyyeye uygun güzel ahlâktır. Mü’min farz namazını kıldıktan sonra, güzel ahlâkı ile gündüz nâfile oruç tutan ve gece sabaha kadar nafile namaz kılanların derecesine yükselir.14
İnsanlar inandıkları gibi düşünürler, düşündükleri gibi de konuşurlar. Konuşma inancın ifadeye yansımasıdır. İnanç düzgün olursa, doğru ve düzgün düşünceyi doğurur. Doğru düşünceler de doğru ifadeler şeklinde dillerden dökülür. İnsanın niyetini ve sözünü şekillendiren inançlarıdır. Doğru davranış dediğimiz “Amel”, inanç ve niyetin davranışa yansımasıdır. Bundan dolayıdır ki “Ameller niyetlere göredir.”15
İyilik güzel ahlâktır. İyiliğin başı ise insanlara faydalı olmak veya en azından zararlı olmamaktır. İnanan bir insanın faydalı insan olması ve zararlı olmaması esastır. Peygamberimiz (asm) “Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir”16 buyurmuşlardır. Bu da Peygamberimizin (asm) mühim sünnetlerindendir.
Peygamberimiz (asm) “Ümmetî, Ümmetî!” buyurarak kendisi için değil ümmeti için yaşamış ve bunu da tüm hayatında göstermiştir. Bu husus imanın kemaline de en büyük delildir. Peygamberimiz (asm) “Allah’a yemin ederim ki, bir kul kendi nefsi için sevip istediğini kardeşi için de sevip istemedikçe gerçekten kâmil mânâda inanmış olmaz”17 buyurmuşlardır.
İnsanın niyeti ve ahlâkı yüzüne yansır. Bundan dolayı “İnsanın süsü yüz, yüzün süsü göz, aklın süsü dil, dilin süsü sözdür” denilmiştir. Güler yüz, gözlerin içine bakarak konuşma, güzel konuşma güzel ahlâkın en güzel ifadeleridir. Ahlâk bu şekilde kendini izhar eder. İnsana yapılacak en güzel iyilik, güler yüzle onu karşılamak, güzel sözlerle gönlünü almak ve onu memnun etmektir. Bunun için Peygamberimiz (asm) “Güzel söz sadakadır”18 buyurmuşlardır.
Bütün bu anlatılanlar Peygamberimizin (asm) sünnetinde tamamen bulunan ve ümmetinin uymakla mükellef olduğu sünnetlerdir. Peygamberin (asm) yolu ve sünneti budur. Bunun için “Güzel Ahlâk” ile “Sünnet” birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
Dipnotlar:
1- Âl-i İmran, 3:31; 2- Ebu Davut, Tatavvu, 26; 3- Aclunî, Keşf’l-Hafa, 1:70; 4- Kalem, 68:4; 5- Sözler, 684; 6- Lem’alar, 112; 7- İşarâtü’l-İ’câz, 29; 8- Lem’alar, 112; 9- Buhari, Edep, 112; Müslim, Mesâcid, 267; Edeb, 30; Ebu Davut, Edep, 1; Tirmizi, Birr, 69; 10- Buhari, Menâkıb, 23; Edeb, 38–39; Müslim, Fezâil, 68; Tirmizi, Birr, 47,69; 11- Müslim, Birr, 14–15; Tirmizi, Zühd, 52; 12- Ebu Davut, Sünnet, 15; İbn-i Mâce, Nikâh, 50; 13- Tirmizi, Birr, 62; İbn-i Mâce, Züht, 29; 14- Ebu Davut, Edep, 7; Tirmizi, Birr,62; 15- Buhari, İman, 41; 16- Müslim, İman, 14; 17- Buhari, İman, 7; Müslim, İman, 71–72; 18- Buhari, Edeb, 34; Cihad, 128; Müslim, Zekât, 56
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İnsanın toprakla buluşması |
|
İstanbul’dan okuyucumuz: “Cenazeyi defnederken yükümlü olduğumuz şeyler nelerdir?”
Ölen insanı, yeniden dirileceği güne kadar beklemek üzere, geldiği toprağa iade etmek farz-ı kifâyedir.
Kabri derin kazmak sünnettir. Mümkünse orta boylu bir kişinin boyu derinliğinde, mümkün değilse en az yarı boyu derinliğinde olması gerekir.
Zemin sert ise, kabrin kıble tarafına cenazenin sığabileceği kadar ayrı bir odacık açmak, yani lahit yapmak sünnet-i seniyyedir. Zemin gevşek ve yumuşak ise, Şafiîler ve Malikîlere göre kabrin alt zeminine yarma açmak daha faziletlidir. Yarma (şak) şöyle açılır: Mezar ortalanır, alt zemin ortası cenazenin rahatça yerleşebileceği kadar nehir yatağı gibi ayrıca derinleştirilir, yatağın iki tarafı kerpiç, taş veya tuğla ile örülür.
Cenazeyi kabre sağ yanı üzerine ve kıbleye dönük olarak koymak vaciptir. Kabre indirenler, “Bismillâhi ve alâ milleti Resûlillâhi” demelidir; bu müstehaptır. Kabir içinde ölünün baş ve ayaklarını, toprak ve taş gibi şeylere dayamak müstehaptır. Yer nemli ve yumuşak ise sanduka içinde konulabilir; aksi halde sanduka içinde koymak, beraberinde yastık ve örtü gibi şeyleri bulundurmak mekruhtur.
Cenâze kabre konulduktan sonra orada hazır bulunanların her birisinin üçer def’a toprak atmaları; toprak atarken birinci atışta, “Minhâ halaknâküm” (Sizi topraktan yarattık); ikinci atışta, “Ve fîhâ nu’îdüküm” (Ve sizi oraya iâde edeceğiz); üçüncü atışta ise, “Ve minhâ nuhricüküm târaten uhrâ” (Ve sizi bir kez daha topraktan çıkaracağız1) âyetini okumaları müstehaptır. Bu durumda üç atışta Tâ-hâ Sûresinin 55. Âyet-i kerîmesini okumuş olmaktadırlar. Bundan sonra, kabir tamamen kapatılıncaya kadar mümkün olan araç-gereçlerle toprak atılır. Bu esnada küreğin yerden alınması ve yere bırakılması ile ilgili herhangi bir hüküm bulunmamaktadır; bu olsa, olsa; zamanla, topraktan gelip toprağa döneceğimizin işareti olarak yerleşmiş ve örf haline gelmiş bir âdet olabilir. Cenazenin gündüz defnedilmesi müstehap; gece defnedilmesi caizdir. Kabrin üzerine toprak atılırken Kur’ân okumak, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Muhammed, Mâlikîlerden Kâdı İyâz, Karâfî gibi âlimlere göre müstehaptır. Fakat sevabı ölene bağışlanmak üzere hasbî olarak ve sırf Allah rızası için Kur’ân okunmalı, bu mümkün olmadığında para mukabilinde de okunmamalıdır.
Resûlullah Efendimiz (asm) definden sonra kabrin başında bir müddet durur; etrafında bulunanlara, “Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret isteyin; sorguyu şaşırmadan cevaplandırmasını dileyin; o şu anda hesaba çekilmektedir”2 buyururdu. Cenazeyi defnettikten sonra hemen oradan ayrılmayıp, bir müddet duâ ve istiğfar ile meşgul olmak Sünnet-i Seniyyedir. Telkin mes’elesine gelince; Resûlullah Efendimiz’in (asm); “Ölülerinize lâ ilâhe illallah telkin ediniz”3 hadîs-i şerîfi cumhûr ulemâ tarafından “ölmek üzere olanlar için telkin yapılacağı, yani yanında yumuşak ve tatlı bir sesle lâ ilâhe illallah söylenerek ona hatırlatılacağı” şeklinde yorumlanmış; bazı Hanefî ulemâsınca da defnedildikten sonra telkin vermenin yasaklanmadığı dikkate alınarak, telkin vermek caiz görülmüştür. Malikîlere göre ise, telkin ölüm döşeğinde verilir; gömüldükten sonra telkin vermek mekruhtur.
Ölü sahipleri imkânları ölçüsünde, sevabını ölene bağışlamak üzere fakirlere sadaka verebilecekleri gibi, imkânları yoksa buna mecbur değildirler. Fakat sevabını bağışlamak üzere nafile namaz kılabilecekleri gibi, ölü için duâ, tövbe ve istiğfar da edebilirler. Bunun için kırkını elli ikisini beklemeye lüzum yoktur. Ölü için her zaman duâ yapılmalı, duâdan unutulmamalıdır.
Cenâb-ı Hak, ölenlerimize rahmet nazarıyla muamele buyursun; âmin.
Dipnotlar:
1- Tâ-hâ Sûresi, 20/55.
2- Ebû Davud, C.3, s.209.
3- Müslim, Cenâiz, 1.
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Siyasette ölçülü olabilmek |
|
Bir münasebetle dostumu ziyaret etmiştim. Beni görür görmez, “Bugün kalbimden geçmiştin” diyerek samîmî bir şekilde karşıladı. Hal hatır sorduktan sonra sohbetimiz günümüzün siyasî olaylarına odaklandı. Olayların değerlendirilmesi konusunda oldukça fazla ortak taraflarımız olmakla birlikte, günlük siyasî gelişmeler hakkında farklı düşüncelerimiz de vardı. Böyle olmasını normal karşılamak gerekirdi. Önemli olan insanların, farklılıklarına rağmen birbirleriyle dost olabilmesidir.
Elbette, insanların birbirlerinin görüşlerine saygı göstermeleri gerektiğine inanıyoruz. Ama söz konusu siyasî tarafgirlik “Herkes mutlaka benim taraf olduğum siyasî partiyi benimsemeli, her Müslümanım diyen falan partiye oy vermeli” şekline gelmişse, mutlaka bu yaklaşım hakkında, itiraz mânâsında söyleyeceklerimiz olacaktır. Çoğunlukla zamanımızdaki siyasî tarafgirlikler insanın bakış açısında sathîlikler meydana getirmektedir. İnsan bir gruba veya bir müesseseye tarafgirlik yaklaşımıyla bağlanırsa, artık tarafgir olduğu tarafa hep iyi niyetle bakar, karşı görüşleri de hiç mihenge vurmadan anında yanlış görmeye başlar.
Sohbetimiz sırasında, tahmin ettiğim gibi, dostum bir siyasî partiye ifrat mânâsına gelebilecek bir taraftarlıkla olayları değerlendirdi. Bir kere daha gördüm ki, dostum taraftar olduğu parti mensuplarının her yanlış icraatına müsamaha ile bakmaktaydı. Meselâ çözülemeyen başörtüsü meselesinden, meslek liselerinin mağduriyetinden, Kur’ân Kurslarına getirilen kısıtlamalardan dolayı icraat konumundaki partiyi mazur görmekteydi. Ona göre, her Müslümanın mutlaka bu siyasî partiyi desteklemesi gerekmekteydi.
Halbuki ben aynı görüşte değildim ve usulüne uygun bir şekilde bildiğim doğruları dostuma aktarmalıydım. Bunu da bir münakaşa üslûbu içinde değil, bir görüş alış verişi şeklinde gerçekleştirmeliydim. Anlattıklarım neticesinde münakaşa ortamının oluşmaması ve dostumun sözlerime itirazlarda bulunmayıp, dikkatle dinlemesi üslûp konusunda kırıcı olmadığımın işaretiydi.
Dostum bana, geçmişte kendilerine oy vermeyen Müslümanların imanından şüphe eden siyasîleri hatırlatmıştı. Bu yaklaşım hakkındaki çekincemi ânında ifade ettim. Bu zihniyetle, mü’minler kendi siyasî fikrine taraftar olan münafık ve fasıkları hoş gördüğünü, kendi siyasî fikrinde olmayan salahat sahibi mü’minlere de kin beslediğini söylemeye çalıştım. Bildiğiniz gibi Bediüzzaman Hazretlerine “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” dedirten anlayış da bu zihniyetten kaynaklanmaktaydı.
Halbuki ben dostumu çağımızın Kur’ân tefsirinden istifade eden biri olarak biliyordum. Kendisini kırmadan meseleyi açmaya çalıştım. Nazik bir üslûpla, geçmişte dini tekeline alır gibi hareket eden siyasîlerin hatasına düşmememiz gerektiğini, böyle bir yaklaşımın dine ve dindara zarar vereceğini, herkesin siyasette bizim gibi düşünmek zorunda olmadığını ve dinin ve dindarlığın hiçbir zaman bir siyasî grubun tekelinde olmaması gerektiğini anlatmaya çalıştım.
Devamla, kimseyi suçlamak niyetiyle değil, bazı gerçeklerin anlaşılması için bunları söylediğimi ifade ettikten sonra, geçmişte bu yolu seçenlerin dine ve dindara zarar verdiğini ve memleketimizin bugün içinde bulunduğu durumdan, bu şekilde hareket eden siyasilerin önemli ölçüde sorumlu olduğunu söyledim.
Özetle, bizim herhangi bir siyasî kadrodan ferec beklemememiz gerektiğini, asıl görevimizin dar dairede nefsimizle mücadele edip, iman hizmetinde yoğunlaşmamız olduğunu vurgulamaya çalıştım. Toplum hata etse de bizim gibi iman ve Kur’ân hakikatlerinden istifade eden insanların yanlış yapmaması gerektiğini, bu noktada sorumlu olduğumuzu da ifade etmeye çalıştım.
Anlattıklarımın dostumun vicdanında ne kadar makes bulduğunu bilmiyorum, ama karşılıklı saygıya dayanan bilgi alış verişinin güzel bir örneğini sergilediğimizi söyleyebilirim. Her zaman bu şekilde meselelerimizi konuşabilseydik, şüphesiz birbirimizi daha iyi anlardık.
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|