Bir münasebetle dostumu ziyaret etmiştim. Beni görür görmez, “Bugün kalbimden geçmiştin” diyerek samîmî bir şekilde karşıladı. Hal hatır sorduktan sonra sohbetimiz günümüzün siyasî olaylarına odaklandı. Olayların değerlendirilmesi konusunda oldukça fazla ortak taraflarımız olmakla birlikte, günlük siyasî gelişmeler hakkında farklı düşüncelerimiz de vardı. Böyle olmasını normal karşılamak gerekirdi. Önemli olan insanların, farklılıklarına rağmen birbirleriyle dost olabilmesidir.
Elbette, insanların birbirlerinin görüşlerine saygı göstermeleri gerektiğine inanıyoruz. Ama söz konusu siyasî tarafgirlik “Herkes mutlaka benim taraf olduğum siyasî partiyi benimsemeli, her Müslümanım diyen falan partiye oy vermeli” şekline gelmişse, mutlaka bu yaklaşım hakkında, itiraz mânâsında söyleyeceklerimiz olacaktır. Çoğunlukla zamanımızdaki siyasî tarafgirlikler insanın bakış açısında sathîlikler meydana getirmektedir. İnsan bir gruba veya bir müesseseye tarafgirlik yaklaşımıyla bağlanırsa, artık tarafgir olduğu tarafa hep iyi niyetle bakar, karşı görüşleri de hiç mihenge vurmadan anında yanlış görmeye başlar.
Sohbetimiz sırasında, tahmin ettiğim gibi, dostum bir siyasî partiye ifrat mânâsına gelebilecek bir taraftarlıkla olayları değerlendirdi. Bir kere daha gördüm ki, dostum taraftar olduğu parti mensuplarının her yanlış icraatına müsamaha ile bakmaktaydı. Meselâ çözülemeyen başörtüsü meselesinden, meslek liselerinin mağduriyetinden, Kur’ân Kurslarına getirilen kısıtlamalardan dolayı icraat konumundaki partiyi mazur görmekteydi. Ona göre, her Müslümanın mutlaka bu siyasî partiyi desteklemesi gerekmekteydi.
Halbuki ben aynı görüşte değildim ve usulüne uygun bir şekilde bildiğim doğruları dostuma aktarmalıydım. Bunu da bir münakaşa üslûbu içinde değil, bir görüş alış verişi şeklinde gerçekleştirmeliydim. Anlattıklarım neticesinde münakaşa ortamının oluşmaması ve dostumun sözlerime itirazlarda bulunmayıp, dikkatle dinlemesi üslûp konusunda kırıcı olmadığımın işaretiydi.
Dostum bana, geçmişte kendilerine oy vermeyen Müslümanların imanından şüphe eden siyasîleri hatırlatmıştı. Bu yaklaşım hakkındaki çekincemi ânında ifade ettim. Bu zihniyetle, mü’minler kendi siyasî fikrine taraftar olan münafık ve fasıkları hoş gördüğünü, kendi siyasî fikrinde olmayan salahat sahibi mü’minlere de kin beslediğini söylemeye çalıştım. Bildiğiniz gibi Bediüzzaman Hazretlerine “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” dedirten anlayış da bu zihniyetten kaynaklanmaktaydı.
Halbuki ben dostumu çağımızın Kur’ân tefsirinden istifade eden biri olarak biliyordum. Kendisini kırmadan meseleyi açmaya çalıştım. Nazik bir üslûpla, geçmişte dini tekeline alır gibi hareket eden siyasîlerin hatasına düşmememiz gerektiğini, böyle bir yaklaşımın dine ve dindara zarar vereceğini, herkesin siyasette bizim gibi düşünmek zorunda olmadığını ve dinin ve dindarlığın hiçbir zaman bir siyasî grubun tekelinde olmaması gerektiğini anlatmaya çalıştım.
Devamla, kimseyi suçlamak niyetiyle değil, bazı gerçeklerin anlaşılması için bunları söylediğimi ifade ettikten sonra, geçmişte bu yolu seçenlerin dine ve dindara zarar verdiğini ve memleketimizin bugün içinde bulunduğu durumdan, bu şekilde hareket eden siyasilerin önemli ölçüde sorumlu olduğunu söyledim.
Özetle, bizim herhangi bir siyasî kadrodan ferec beklemememiz gerektiğini, asıl görevimizin dar dairede nefsimizle mücadele edip, iman hizmetinde yoğunlaşmamız olduğunu vurgulamaya çalıştım. Toplum hata etse de bizim gibi iman ve Kur’ân hakikatlerinden istifade eden insanların yanlış yapmaması gerektiğini, bu noktada sorumlu olduğumuzu da ifade etmeye çalıştım.
Anlattıklarımın dostumun vicdanında ne kadar makes bulduğunu bilmiyorum, ama karşılıklı saygıya dayanan bilgi alış verişinin güzel bir örneğini sergilediğimizi söyleyebilirim. Her zaman bu şekilde meselelerimizi konuşabilseydik, şüphesiz birbirimizi daha iyi anlardık.
27.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|