Ak sakallı, nur yüzlü dedelerimiz vardı. Başlarında sarıkları, ellerinde tesbihleri, dudaklarında mırıl mırıl tesbihatları ile menkıbelerden çıkıp gelmiş evliyalara benzerlerdi. Cami avlusunda, köy odasında, dost meclisinde onlar konuşunca herkes susar, can kulağı ile onları dinlerdi. Gözlerinin feri az olsa da, sözlerinin tesiri fazla olurdu. Bir çoğu yeni yazı bilmez, Kur’ân harfleri ile okur yazardı.
“Aritmetik” dedikleri hesap işlerini de eskimez yazının rakamları ile yaparlardı. Bizim anlamadığımız işaretlerle sayıları “cem” ve “darp” ederler, kısa sürede doğru sonuca ulaşırlardı.
Dedelerimiz vardı, yılların çilesini sırtlarında taşıdıkları için olsa gerek, belleri bükük, kamburları çıkık olurdu. Ayakta iken ve yürürken, sanki rükûda imiş gibi görünürlerdi. Genellikle yürümekte zorluk çektikleri için yardımcı olarak hep bir baston taşırlardı. Kendileri baston yardımı ile ve güçlükle yürürlerdi ama, gençlerin doğru yollarda selâmetle yürümeleri için yol gösterirlerdi. Kendileri belki gözlükle bile okuyamazlardı ama, torunlarına Kur’ân okumasını öğretirlerdi. Çocuklar konuşmaya başlarken “baba”dan önce “dede” demesini öğrendikleri gibi, ilk defa namaz sûrelerini ve duâları dedelerinden öğrenirlerdi. Onlar titrek sesleri ile Kur’ân okurken ev halkı huşû içinde dinler, duâlarına hep birlikte “âmin” derlerdi.
Dedelerimiz vardı, tarlada, bağda bahçede gece gündüz çalışırlar, ömür boyu emek verirler fakat hiçbir zaman emekli olamazlardı. Sosyal güvenceleri, kanaat ve tevekkülden ibaretti. Hasbe’l-kader bir devlet dairesinde çalışma fırsatı bulanlar olursa, ancak onlar “tekaüd” olurlar, üç aylıklarının büyük kısmını da çocuklarına ve torunlarına verirlerdi.
Camide ön saflar dedelerimize aitti. Arkasında babalarımız, onların arkasında da biz torunlar saf tutardık. Yıllar geçtikçe dedelerimiz ön safları teker teker terk ettiler, onların yerini babalarımız alırken, bizler de babalarımızın yerine geçtik. Bizler ön saflara yaklaştıkça, ak sakallı ve nur yüzlü dedelerimizin sayısı azaldı, babalarımız ise onların yerlerine geçtiler fakat yerlerini dolduramadılar. Kılık ve kıyafetleriyle olduğu gibi, söz ve sohbetleriyle de dedelerimize pek benzemiyorlardı.
Dedelerimiz Çanakkale’den, Sakarya’dan, Kocatepe’den bahsederlerdi. Bazıları yakasında İstiklâl Madalyası taşırken, bazıları da bir kurşun izini veya bir şarapnel parçasından kalan yara izini vücutlarında şerefle taşırlardı. Babalarımız ise, 27 Mayıs ve 17 Eylül’den kalma hüzünleri yüreklerinde taşıdılar. Bizim kuşaktan bazıları da 12 Eylül’den kalma işkence izleri ile, 28 Şubat’tan kalma fişlenme izleri taşıyorlar.
Dedelerimizi çoktan kaybettik. Çocuklarımızın dedelerini de birer birer yolcu ediyoruz. Camilerde kendimizi ön saflarda bulmaya başladık. Etrafımızda “dede” diyen çocuklar görmekteyiz.
Bizim dedelerimiz, kılık kıyafetleriyle, inanç ve ibadetleriyle, hal ve hareketleriyle “menkıbelerden çıkmış evliyalar gibiydi” demiştik. Bizim yaşantımıza şahid olan torunlarımız acaba bizi kimlere benzetecekler?
“Dedelerimiz vardı” derken, hangi vasıflarımızla bizleri yâd edecekler?
24.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|