Kıymetini bildiğimiz şeyler o kadar az ki, hem de kıymetini bilmediklerimiz arasından sıyrılamayacak kadar. Her nerede yaşıyor olursak olalım, düşünüyoruz ki başka yerde, ötekinin sahip olduğu dünyada, elimizde olmayanda ve hatta olması namümkün olanda bir albenilik var. “Bizim değil ya..”Her ne şekilde özümsüyorsak hayatı ve nefesleniyorsak, her adımında aynı şikâyet “keşke” olmasaydı ya da olsaydı.
Ufacık bir sıkıntı daha henüz yeni doğmuşken, üstü örtülünce silinecekken, biz topak yapınca bir dağ gibi görünen karabasan halini alıyor.
Elimizdekilerin yetmeyişi bize “daha”ların peşinde acınılası bir hayat yaşatıyor.
Hep anlatılan bir gül hikâyesi vardır belki bilirsiniz. Bir gün bahçıvana bir kadın gelir ve en güzel gülü istiyorum der, bunun üzerine bahçıvan da kocaman bahçesini göstererek “İstediğinizi seçebilirsiniz, fakat bahçe kapısından sonuna kadar gidecek, geriye hiç dönmeden seçim yapacaksınız” der. O kadın da her seçtiği gülden daha güzeli vardır diye düşünerek bahçenin sonuna kadar gider, sonunda gördüğü gül solmuş, yaprakları dökülmüş bir gül olur.
Hayatın ta kendisi olan bu hikâyeciğin içinden gelelim bu misafirhane-i dünyanın sebepsizce sahiplenilişine; Kim misafirliğe gittiği komşusunun evindeki koltuk takımının yerlerini değiştirir? Ya da kim bir arkadaşının evini fütursuzca talan eder?
“Eyvah aldandık şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik ve o zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik, işte şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi gelip geçti, şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.”(Sözler, 193.) düsturunca atılması gereken adımlar, sanki “Hep bana” kavramının kurbanı olmuşlar.
Amerika’nın içinde bulunduğu durum diğer dünya devletlerinin 21. yüzyıla girerkenki durumundan çok da farklı değil ne yazık ki. Sürekli tüketip yalnızca kendini düşüneceksin, “ben” düşüncesiyle hareket edeceksin, kullanıp atacaksın, yenisini alıp harcayacaksın, bunun sonuna kadar gidildiğinde yolsuz kalacaksın. Ama yılmayacaksın. Doğu toplumlarındaki kolektif hayatı hor görecek, kendine ait olanı kimseyle paylaşmayacaksın.
Bir Türk’ün Amerikalı biriyle girdiği diyalog bu kişiselliği fazlasıyla ön plana çıkartıyor. Birlikte lokantada yemek yiyen bu arkadaşlardan Türk olan “Ağabey ben parayı ödemek istiyorum izin verirsen “dediğinde Amerikalı’nın cevabı: “Niye sen ödüyorsun, enayi misin? Herkes kendi ödeyecek!” olur. Paylaşımı enayilik olarak değerlendiren bu zihniyetin ergenlik çağından sonra çocuklarına özgürlüğü bağışlamaları da bundan dolayı olsa gerek. Fakat aynı özgürlükçülerin yaşlılıklarında, en fazla bakıma muhtaç oldukları anlarda yanlarında kimselerin olmayışı “ben” kalmayı ne kadar besleyecek? Burunlarında serum hortumlarıyla alış veriş yapmaya gelen bu yaşlılara kim merhamet duygusuyla bakacak?
Türkiye’ye tatilimi geçirmek için geldiğim şu kısa dönemde öyle çok şeyin kıymetini bildim ki! “Abla be Amerika’da hayat var di mi?” diye soran satıcıya “Evet, ama ruh yok” diyecek kadar, Amerika’daki arkadaşımın “Zeynep şimdi Türkiye’de olmak vardı, o kadar canım istedi ki kıymetini bil” dediğinde şaşkınlıktan yutkunacak kadar!
Şimdi ben neyin kıymetini bileyim, Amerika’da yaşamamın mı, Türkiye’de bulunmamın mı? Bulanık mantık bunun ayırdına varabilirse eğer, ben nerede neyin kıymetini bilmem gerektiğini anlayabilirim.
“Şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir, onların Rabbi Kerim-i onları Darüsselâma dâvet eder.”(Sözler, 10. Söz) Böyle büyük bir dâvetin şeref konukları arasında olmak için mekânı içine katmadan yaşamak en güzeli olsa gerek.
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|