|
|
Ali OKTAY |
Osmanlı’nın ve müziğin sultanı 3. Selim |
|
1761’de başlayan hayat hikâyesi acı bir sonla noktalanacak olan Osmanlı’nın 30. padişahı Sultan 3. Selim padişahlığından çok müziğe ilgisi ile bilinir. O bir sultandır, ama cihanda saltanatta geçicidir ona göre. Der ki:
“Kıl tefekkür ey gönül çarhın hele devranını
Ki safa ise velev ekser cefadır saltanat
Bu cihanın devletine eyleme hırs ü tama
Pek sakın İlhami zira bi-bekadır saltanat.
Serir-i saltanatta olma gafil bir an İlhami
Sana da baki kalmaz çünki bu bir çerh-i devrandır. “
Şiirlerinde İlhami mahlasını kullanmış ve bir divan da tertib etmiştir. Devrinin ünlü şairi ve Mevlevi şeyhi Şeyh Galip‘le de dostluk kurmuştur. Sadullah Ağa, Dede Efendi gibi büyük ustaları saraya dâvet etmiş müzik toplantıları düzenlemiştir. Sultan 3. Selim tanburi ve neyzen olmasının yanı sıra aynı zamanda bir mevleviydi. Bilinen 64 eseri vardır. Musıkişinas Osmanlı Sultanı 3. Selim maalesef iç karışıklıklar ve isyana muhatap olmuş, isyancılar saraya saldırmışlardır. Sultan canilerin bu saldırılarına neyleriyle mukabele etmişti. Öldüğünde hırkasının cebinde Nevresi Kadim’în
“Kendi elimle yare açıp verdiğim kalem
Fetva-yı hun –i na-hâkımı yazdı iptida “
beytinin yazılı olduğu bir kâğıt çıkmıştı.
Geçmiş zaman olur ki
Osmanlı’nın ilk hava şehidi
Tayyareci Fethi Bey’in türküsü
Tayyareci Fethi Bey, Osmanlı’nın ilk hava şehidi pilotudur. Peki onun için yapılan bir türkü de olduğunu biliyor muydunuz? Kısaca hikâyesini anlatalım: Fethi Bey Deniz Harp Okulunu ve İngiltere’de de Havacılık Okulunu bitirir. Yüzbaşı rütbesi alıp İstanbul’ da gösteri uçuşları yapar. Hatta dönemin içişleri bakanı Talat Paşa’yı da uçağıyla gezdirmiştir. Padişahın talebi üzerine Şam ve İskenderiye ye bir hava yolculuğu planlanır. 1914 yılında yapılan bu yolculuk maalesef hüzünle sonuçlanır. Şam’da uçak düşer. Kabri Şam yakınlarındaki Selahaddin-i Eyyubi Türbesinde bulunmaktadır. Bu olayın ardından Behçet Kemal Çağlar’ın yazdığı şiir 1940’larda türkü olarak taş plağa okunur. Türkünün sözleri şöyledir:
Aslan uçtu diye söylenir methi
Bu kutsal toprağın çocuğu Fethi
Kahrolur darbanla elbet her zeman
Olursa bakış yan ve maksat eğri
Bak Fethiye oldu sayende Meğri
Kartalım! Gölgende hürdür bu vatan.
Seyirnağme..
Seyirnağme...
Müziğin bir kültür ve değer olduğunun bilincinde olanlar için bence izlenmesi gereken bir program Seyirnağme. Yıllardır Kanal 7, STV, TV 5 gibi pek çok televizyon kanalında yaptığı kaliteli müzik programlarıyla tanıdığımız Mehmet Güntekin ile İncila Bertuğ’un hazırlayıp sunduğu Seyirnağme, genç sanatçıların ses ve enstrüman icraları ile oldukça dikkat çekici. Sadece birbirinden güzel eserleri dinlemekle kalmıyor, müziğimize hizmet etmiş değerli şahsiyetlere, bestekârlara ve müzik kültürümüze dair pek çok şeyde öğreniyorsunuz. Gerek sunum gerekse tarz olarak izlenmesi akıcı, izleyiciyi sıkmadan bilgilendiren ve bir yandan da müziğimizin en güzel eserlerini dinlettiren bu programı beğeneceğinize inanıyorum. Emeği geçenleri tebrik ederken diğer televizyonlara da örnek oluşturmasını ümit ederim. Seyirnağme her Pazartesi saat 23:00 ‘de TRT 2’de.
Özür
Epeydir “Müzik Düşünceleri”ni düzenli olarak yazamamanın verdiği sıkıntıyı içimde duyuyorum. Her defasında en azından 2 haftalık periyotlarla yazmayı hedeflememe rağmen bir türlü bu hedefime de ulaşamadım ne yazık ki. Sizlerden zaman zaman gelen bu yöndeki hatırlatmalara ise söyleyecek söz bulmak zor gerçekten. Zamansızlık ve yoğunluk gibi en çok tekrar edilen ‘bahane’lerin arkasına saklanmak ise pek doğru olmayacak. Geçenlerde Manisa’dan da kıymetli okurumuz Mehmet Yavaş Bey’in “Ali Bey Merhaba. Nasılsınız? İşleriniz oldukça yoğun herhalde. Gazetede yazılarınız fazla çıkmıyor. En son yazınız Menderes ve yasaklı şarkı ile ilgili. Musikiye meraklı olduğumuz için yazılarınızı takip ediyoruz... ’’ şeklindeki mesajını okuyunca bu vesileyle özür beyan etmek istedim. Konserler için gittiğim yerlerdeki değerli okuyucularımızın yazıları kesip arşiv yaptıklarını, ilgiyle okuduklarını belirten sözlerin ağırlığı karşısında ise ezilmemek mümkün değil. İyi ki diyorum günlük makale yazmak durumunda olan biri değilim. 2 haftada bir bile olsa biraz müzik üzerine araştırma yapıp okumadan da yazılmıyor. Bu arada gazetemiz genel yayın müdürü Kâzım Güleçyüz ile yayın koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş beylere destek ve teşviklerinden dolayı teşekkür etmek isterim. Ama merak ediyorum böyle düzensiz yazan bir yazarlarına daha ne kadar sabredecekler diye?
Gönülden Dile
“Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kefh-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyir ve seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?”
Bediüzzaman Said Nursi,
Münâzarât
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“İşte o hadisler!” |
|
Son sözü yine en başta söylemek durumunda kaldık: Namazda gözü olmayanların, ezanda kulağı olur mu?
‘Bir kısım medya’ zaman zaman olduğu gibi yine suret-i haktan görünerek, güya iyi niyetle Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (asm) ait olmadığı halde ona ait olduğu söylenen ‘hadis’leri, sözleri, ifadeleri, tavsiyeleri kitaplardan ‘temizleme’ye karar verildiğini müjdeliyor! (Hürriyet, 17 Haziran 2006)
Bu yayınların iyi niyetle yapıldığını söylemek hayli zordur. En başta şu sorunun cevabının verilmesi lâzım: Bu yayınları yapanlar, ‘gerçek olmayan hadisler’in ayıklanmasından ortaya çıkacak ‘gerçek ve doğru hadis’lere göre amel edecekler mi? Yani, gözleri ‘gerçek hadisler’de midir? Hz. Peygamberin hadisleriyle tavsiye ettiği hayat tarzını yaşamamaları, ona uymamaları; ‘mevcut hadislerin gerçek olmadığı şüphesi’ne mi dayanıyor?
Peygamberimize ait olmadığı halde ona atfedilenler bazı ‘hadis’lerin olduğu şeklindeki tartışma elbette bu günün konusu değildir. Uzun yıllardan beri bu konular tartışılmış ve ‘şüpheli hadisler’ ile ‘gerçek olan’lar işin ehli olan uzmanlarca/âlimlerce büyük ölçüde ayıklanmıştır. Bu konuda ciltler dolusu eserler yazılmış, bir anlamda yapılması gereken her şey yapılmıştır. Buna rağmen ‘şüpheli hadisler’ olsa bile bunların ayıklanması ‘ben yaptım oldu’ anlayışıyla olmaz. Türkiye’de yaşanan pek çok sıkıntının gündeme getirilmemesi, onun yerine böyle teferruat konularının manşetlere taşınması her halde iyi niyetle izah edilemez. ‘Doğru olan ve olmayan hadislerin tasnifi’ işinden önce yapılması gereken çok iş var. Bir kaç gün önce yapılan “Türkiye’de Sosyal Tercihler Araştırması”na katılanların yüzde 25’i, “Türkiye’de dindar insanlara baskı yapıldığını” düşünüyor. Uygulanan kanunsuz başörtüsü yasağını bir yana bıraktık, Diyanet İşleri Başkanlığı ‘baskı var’ diyen yüzde 25’i düşünmeli ve bu konulara çare aramalı değil midir? Milletin yaşadığı sıkıntıları bir yana atıp, gündemde olmayan konuları ‘manşet’lere taşımak hayli ilginç.
Bu yaklaşım, sıkıntıların kaynağını yanlış yerde aramanın göstergesidir. Haberlerin satır aralarında, “Kadına yönelik şiddetin kaynağında bu ‘hadis’lerin olduğu” ima edilmeye çalışılıyor. Güya bu ‘yanlış hadis’ler ayıklanırsa kadına şiddet sona erecekmiş.
Kadınlar başta olmak üzere toplumun pek çok kesimine ‘şiddet’ uygulandığı doğrudur. Ama bu şiddetin kaynağını ‘hadis’lerde (velev ki ‘yanlış hadisler’ olsun) aramak tamamen yanlış ve yanıltmacadır.
“Şiddet sona ersin” diyenler gerçekten bu beyanlarında samîmî iseler, hiç bir bahane aramadan “İslâmın ter-ü taze esasları”na sarılmalıdırlar. Kendilerinin sarılmasını bir yana bırakalım, bu esaslara sarılmak isteyenlere engel ve gölge olmamalıdırlar.
Gazetelerden televizyonlara kadar her yerde ‘şiddet’in hakim olduğu bir toplumda ‘kadına/çocuğa karşı şiddet’ sona erebilir mi? Bin bir türlü yolla toplumu dejenere edenlerin sayesinde ‘kitap okuyan’ mı kaldı ki, şiddetin kaynağı ‘sahte hadis’ler olsun?
Tekrarlayalım: Gerçekten ehil olanlarca —varsa eğer— ‘uydurma hadisler’in ayıklanmasına evet. Ama Türkiye’nin bugünkü gündemi bu değil ve olmamalı. Hem böyle işler ancak temiz bir ‘niyet’le mümkündür. Tabiî ki kalplerde olanı bizler bilemeyiz. Ama yaşayıp gördüklerimiz bu ‘kampanya’ya şüphe ile yaklaşmamızı gerektiriyor...
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
|
|
|
Şaban DÖĞEN |
Karanlıktan aydınlığa |
|
Öyle koca, büyük bir memlekette gözünüzü açıyorsunuz ki, her taraf kapkaranlık… Hiçbir şeyi göremiyorsunuz. Sevinecek, mutlu olacakken her şey sizi korkutuyor, ürkütüyor, dehşet ve telâşa atıyor, geldiğinize, geleceğinize bin pişman oluyorsunuz.
Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) getirdiği nur ve şuurdan yoksun bir vaziyette dünyaya bakıldığında işte böylesine dehşetli bir atmosferle karşılaşılır. Öyle ya, her taraf bomboş, zifiri karanlıkta; cansız, ruhsuz ve ölü.
Yine aynı bakışla mazi her tarafı cenazelerle dolu âlem olarak görünür. Başınızı kaldırıp önünüze baktığınızda da yürekleri ürperten bir mezarlıkla karşılaşırsınız.
Bir menzile, bir topluluğa uğradığınızda ilk yapacağınız iş selâm vermek değil midir? Yüzlerce, binlerce, milyonlarca kimsenin bulunduğu bir kalabalığa uğradığınızda da elbet selâm verirsiniz.
Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) getirdiği nur ve şuurdan yoksun bir vaziyette bakıldığında böylesine korkunç, karanlıklı, ürkütücü görünen kâinat onun nuruyla bakıldığında ise elektrik düğmesine basılmışcasına birdenbire aydınlanır. O korku salan dehşetli yaratıklar size sevgi ve dostluk elini uzatmaya başlarlar.
“Milyonlar salât ve selâm olsun” diyen bir mü’min Resûl-i Ekremin başkanlığındaki dünya âleminin kapısını bu selâmla çalar. Demek ister ki, “Ya Resulallah, sana ne kadar teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Getirdiğin nur ile dünyamı ve kâinatımı aydınlattın. Sayende her şey aydınlandı, ölü iken canlandı; düşman ve korkunç birer varlık iken dost ve arkadaş oldular. Madem sen bana böylesine büyük iyiliklerin kapısını açtın. Rabbimizin sonsuz hazinesinden ihsan ettiği iyilikleri ulaştırmaya vesile oldun. Sana yer ve gök ehlinin, insan ve cin, canlı ve cansız bütün varlıklar sayısınca salât ve selâm olsun, rahmetler sana gelsin. Ancak böylece sana olan şükran duygularımı ifade edebilirim.”
Lem’alar’dan (28. Lem’a, s. 348) anladığımız kadarıyla Resûl-i Ekrem (a.s.m.) o muazzam kulluğuyla, halktan Hakka yönelmekte ve rahmet anlamında binlerce salât; peygamberliği, yani Haktan halka gelmesi itibariyle de binlerce selâm istemektedir. O, cin ve insanlar sayısınca selâma lâyıktır. Biz de milyonlarca kere selâm ve ona tecdid-i biat ediyoruz.
O gök ehli sayısınca da salâta lâyıktır. Çünkü onun getirdiği nur ile herbir şeyin kemali, herbir varlığının kiymeti anlaşılır, Allah’a karşı yaptıkları görevlerin farkına varılır, herbir sanatlı varlıkta Allah’ın göstermek istediği maksat bilinir. Onun için herbir şey hal ve varsa kal diliyle Efendimize milyonlarca salât ve selâm edeceklerdir. Biz de tümü namına cin ve insanlar, melekler ve yıldızlar adedince salât ve selâm ediyoruz.
Bizzat Allah ve meleklerin ona salât ve selâm etmeleri yetmez mi?
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Yaratılışımızın ana gayesi: İlim ve duâ |
|
Kim her âletin, her cihazın, her sanat ve mimarî eserin bir ana, birkaç tâli gaye için yapıldığının farkında değil? Zaten olmayan muhatabımız olamaz. Kendi yaratılışımızın da aynı kanuna dahil olduğunu vicdanen de biliriz. Çünkü vicdan, gerçeği, doğruyu, herhangi bir delil olmaksızın kesin bir kavrayışla teslim edip doğrulayan en esaslı bir duygumuzdur.
Bu yapımızdan ötürüdür ki, “Bu dünyaya gönderilişimizin asıl gayesi nedir?” sorusu zihnimizde yankılanır. Aslında bütün felsefik akımlar onun cevabını aradı, aramaya devam ediyor. Zirâ, basit gibi görünse de, “Kim gönderdi ve niye gönderdi, sonumuz ne olacak?” ve benzeri sorular da peşinden sökün eder. Şâyet, bunlara, aklî/ilmî, kalbî, vicdânî tatminkâr cevaplar veremezsek, vargücümüzle peşinde koşuşturduğumuz huzûr ve mutluluğu asla yakalayamayız.
Şimdi iç âlemimize dönelim ve verdiğimiz cevabın aşağıda sunacağımız hakikatle ne kadar örtüştüğünü test edelim. Bu âleme gönderilişimizin asıl sebebi ve en büyük gayesi iki noktada toplanabilir:
* Allah’a imân/ma’rifetullah (onu isim ve sıfatlarıyla tanımak) ve muhabbetullah/O’nu sevmek;
* Duâ ve ilim vasıtasıyla mükemmelleşmektir. Mahiyet ve potansiyel yetenek itibariyle de her şey ilme bağlı.1
Bütün ihtiyaçlarımızı karşılayan Rabbimizden duâ ve niyaz ile isteriz. Beden dilimiz ve psiko-biyo-fizyolojik yapımız da duâ etmek için yaratıldığımızı ilân eder aslında: Hayvanlar doğar doğmaz, birkaç dakika, saat veya günde yaratılış gayeleri istikametinde vazifelerine başlar. Ya insan?
Doğduktan bir iki sene sonra ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede zarar ve menfaatini ancak fark edebilir. Hayatının sonuna kadar da hayat şartlarını tamamıyla öğrenemez.
İhtiyaçlarımız sayılmayacak kadar çok ve her tarafa dağılmış. Üstelik çok zayıf, nâzik, nazenin varlıklarız. Aczimiz sonsuz. Başımız etrafında dolaşan belâlar sayısız. Düşmanlarımız ise rakamlara sığmıyor. On binlerce kez büyütülüp yine de ancak mikroskopla görülebilen bir virüs, bir bakteri bizi yerden yere seriyor.
Dipnot: 1. Sözler, s. 330.
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İnsan Allah’ı nasıl tanımalı? - 2 |
|
İstanbul’dan Av. Ahmet Fıçıcı: “Bir kitap var gençlerin arasında yayıyorlar. O kitapta insanın yaratıcıya ait özellikleri taşıyan bir edilgen olduğu iddia edilmiş. Bu doğru mudur? Yani, 1- İnsan, yaratıcıya ait özellikleri taşıyan bir edilgen midir? 2- Allah bize sevgi, korku ve nefreti kendisinde olduğu için mi verdi?”
Dün kaldığımız yerden devam edelim.
1- İnsanın Yaratıcıya ait özellikleri taşıdığı ifadesi, maksadı aşan bir ifadedir. Söylenmek istenen belirli bir hakikat olabilir. Fakat bu cümle fazlasıyla ilerisini söylemiş. Yani cümle haddini aşmış. İlk bakışta Tevhid inancına da aykırı. Çünkü:
Tamam: İnsana; kâinat Malikinin hayatına, ilmine, kudretine, görmesine, işitmesine, iradesine, malikiyetine, hâkimiyetine ayinedarlık edecek biçimde Yaratıcı’nın bazı sıfatları birer mikro-numune (okyanusta bir zerrecik, bir serapçık numune) olarak verilmiş. İnsan bu numunelerin aynasında Yaratıcısını tanısın diye, Yaratıcısını bazı sıfatları ile bilsin diye.
Fakat diğer yandan insanın şiddetli acizliği, sonsuz zayıflığı, hadsiz fakirliği, sınırsız ihtiyaçları, hudutsuz noksanlıkları ve eksiklikleri olduğu da bir gerçektir. Hatta Yaratıcı’sını bilsin ve ona gerçek şekilde sığınsın diye, kâinatın en acizi, en zayıfı, en fakiri, en muhtacı, en eksiklisi insandır. İnsan bu cihetle, Yaratıcı’ya ait bazı sıfatların tam zıttı özellikleri taşıyor. Yani meselâ insan hâdis varlıklardandır, yani varlığı sonradandır; ama Yaratıcı Muhalefetünlilhavadis sıfatına sahiptir. Yani varlığı hiçbir şeyin varlığına benzemez. İnsan doğar ve bir başlangıca sahiptir. Ama Yaratıcı doğmaz ve Yaratıcının varlığı ezelidir. O Evvel’dir, Kadim’dir. İnsan ölür ve bir sona sahiptir. Ama Yaratıcı ölmez ve Yaratıcı Ebedidir, Bakidir, Dâimdir, Âhirdir. İnsan her şeyi ile başkasına muhtaçtır, başkasına bağlı yaşar, başkasıyla ayakta kalır. Ama Yaratıcı kıyambinefsihi sıfatına sahiptir. Varlığı Kendindendir, Tektir, Vahiddir, Birdir, Müstakildir, varlığı için ve hiçbir şey için hiçbir şeye muhtaç değildir.
Netice itibariyle bir kul olarak insan, Allah’ın tüm sıfatlarını üzerinde taşımaktan uzak bulunmaktadır.
Fakat insanın bir edilgen olduğu, yani Allah’ın sayısız oluşum emirleri ile üzerinde sayısız işlemler yapıldığı, yani Allah’ın sayısız tasarrufuna mazhar olduğu doğrudur.
2- Allah bize sevgi, korku ve nefreti kendisinde olduğu için verdi sözü de maksadı tam anlatmıyor. Maksat şu olmak gerektir: Bizim sahip olduğumuz pozitif değerler Cenâb-ı Allah’a aittir, kaynağı Cenâb-ı Allah’tır: Sevmek, merhamet etmek, acımak, adil olmak, hoşnut olmak, affetmek, öfkelenmek, cezalandırmak…vb. gibi.
Fakat bizim sahip olduğumuz negatif değerler de var: Bunları acizliğimiz ve zayıflığımız sebebiyle, kul olmamız hasebiyle, mümkinattan olmamız ve eksikliğimiz cihetiyle biz üretiriz. Meselâ: Unutmak, dalmak, uyumak, zulmetmek, isyan etmek, ağlamak, korkmak, gaflet etmek, acıkmak, susamak, yemek, içmek, ihtiyaçlı olmak vb. Bu sıfatlar Yaratıcı’ya göre noksanlık sıfatlarıdır ve Yaratıcı bu sıfatlardan münezzehtir. Bunlar bize ait özelliklerdir.
Nefrete gelince, negatif yönüyle bize aittir. Çünkü çoğu zaman bizim kullandığımız nefrette zulüm ve haddi aşma vardır. Fakat nefreti razı olmamak, gazaplanmak, sevmemek, adaletten taşmamak şeklinde Allah’a ait pozitif değerler yüklemek ve negatiflerinden arındırmak şartıyla ancak Cenâb-ı Allah’a verebiliriz belki. Meselâ Kur’ân, “Allah şımaranları sevmez”1, veya “Allah bozguncuları sevmez”2 buyurur.
Bununla beraber, bu âyetlerde “sevmez” ifadesi geçiyor; yani “la yuhibbü.” Nefret eder demiyor. Diğer yandan, ‘nefret’ kelimesinde bizim yüklediğimiz negatif değerler daha fazla. Nefret edip haksızlık yapmak, haddi aşmak, küsmek, zulmetmek gibi. Nefret, negatif değerlere çağıran bir çağırıcı haline gelmiş. Bu açıdan, kanaatimce bu İlâhî sıfatı kavramak için bu kelime yeterli: “La yuhibbü.” Allah’ın sıfatlarını, Kur’ân’da zikri geçen kavramlarla kavramamız daha doğru olur kanaatindeyim.
Cenâb-ı Allah cümlemizi haktan, istikametten, Kendini doğru tanımaktan, doğru kavramaktan ve doğru ifade etmekten ayırmasın. Âmin.
Dipnotlar:
1- Kasas Sûresi: 76. 2- Kasas Sûresi: 77.
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Saldırgan münekkitler |
|
Bir önceki yazımızda, konu hakkında bilgisizliği, cehaleti ve ardniyeti sebebiyle Said Nursî'yi eleştiren kimi aydınlardan söz etmiştik.
Şüphesiz, eleştirinin de bir sınırı, bir hadd–i vasatı var. Bu sınır aşıldığında, yapılan şey artık normal eleştiri olmaktan çıkar, yıkıcı, tahrip edici bir saldırı mahiyetini alır.
Ne yazık ki, günümüzde bu saldırıların en dehşetlisinin de yine Said Nursî'ye karşı yapıldığına şahit olmaktayız.
* * *
Üstad Bediüzzaman, vefat edeli 46 sene oldu.
Hayatta iken, din düşmanları onu hiç rahat bırakmadı.
Mahkemeler, sürgünler, hapisler, zindanlar onun meskeni oldu.
Mahkemeden mahkemeye sürüklendi, durdu.
Esefler olsun ki, kabrinde dahi rahat bırakılmadı. Mezarı bir meçhûle gönderildi.
O zat, dünya nâmına hiçbir şey istemediği halde, dünyalılar ona daima bir düşman gözüyle baktı.
Öyle zaman oldu ki, o zâttan geriye kalan hatıralarına dahi tahammül edilmedi. Bu sebeple, üzerine çıkıp tefekkür ettiği ağaçlar bile gizlice kesilerek yok edilmek istendi.
* * *
Üstad Bediüzzaman'ın vefatı üzerinden kırk küsûr sene geçtikten sonra, ne gariptir ki, ona, eserlerine ve talebelerine karşı bir başka düşman tipi türedi: Dindar görünümlü saldırganlar...
Bu tipler, öyle nâmertçe saldırılarda bulunuyor ki, görünce insan hayretten donakalıyor.
Evet, bunlar cidden nâmert saldırganlardır.
Acaba, 46 yıl evvel vefat etmiş bir muhterem zâta karşı, sırf dünyalılara yaranmak için takındıkları saldırganca tavır, nâmertçe değil de nedir?
Saldırgan dünyalılar, bu dünyada dahi rezalet elbisesi giyerek ve şiddetli azap çekerek gittiler.
Nevzuhur nâmert saldırganları da, yine benzer bir âkıbet bekliyor.
Allah rızasından başka bir gayesi olmayana saldırmanın, elbette dünyada da bir karşılığı olsa gerektir.
Bir de tersinden okuyalım
Geçen hafta içinde bazı gazete manşetlerinde resimli ve iri puntolarla yer verilen dikkat çekici bir haber vardı: Kocasından dayak yediğini söyleyen bir kadının tuhaf kaçan şikâyetiyle ilgili haber...
Gûyâ bu kadın diyormuş ki: "Profesör kocam beni 35 yıldır dövüyor."
Bu habere inananlar olduğu gibi, inanmayanlar da oldu.
Haberin doğruluğuna inanmayanlar, özetle şunu diyordu: "Hayret doğrusu... Bir kadın, nasıl olur da 35 yıl süreyle dayak yemeye tahammül gösterebilir?"
Bu ortak bakış açısına göre, haber yalandır, ya da işin içinde mutlaka bir yanlışlık var.
İsterseniz, haberi tersinden okuyarak bir soru da biz soralım ve meselenin açıklık kazanmasına bir nebzecik olsun katkıda bulunalım.
Sorumuz şudur: "Hayret... Bir kadın nasıl olur da kendini 35 sene müddetle kocasına dövdürebilir?"
Günün Tarihi
İznik Konsiliyle başlayan yeni süreç
19 Haziran 325: İznik Konsili toplandı. Yaklaşık 300 kadar papaz, İncilleri dörde indirmek ve Tevhidi teslise çevirmek için İznik’te biraraya geldi.
Bizans imparatoru Constantinus’un teşebbüsüyle İznik’te toplanan kiliseler birliği yüksek konseyi, neticede istenildiği gibi İncilleri dörde indirdi; tek Allah inancını "kutsal üçlü"ye çıkardı; ayrıca, her yıl kutlanacak olan Paskalya Bayramını da yine aynı toplantıda kararlaştırdı.
Bu tarihî toplantı, aslında dinî olmaktan ziyade siyasî maksatlı idi. Nitekim, alınan kararların hemen tamamı Bizans imparatorunun emir ve direktifleri istikametinde şekillendi. Zaten, o günkü şartlarda bunun başka türlü olması da beklenmiyordu.
Ne var ki, Hıristiyan dünyasının tamamı İznik Konsilinin kararlarına tabi olmadı. Bir kısmı "Hıristiyan muvahhid" ünvânına lâyık olarak dinî inancını devam ettirdi.
Dünyanın muhtelif yerlerinde muhtemelen bugün bile varlığını sürdüren bu kesimden bazı İsevilerin, dinî ve siyasî baskılar sebebiyle kendilerini rahatça ifade edemedikleri ve serbestçe ortaya çıkamadıkları söylenebilir.
Eski Ahit, Yeni Ahit
Hıristiyanlığın ilk yayılışı, hiç şüphesiz ki "Tevhid inancı" şeklindeydi. Tek Allah'a, O'nun vekilsiz ve şeriksiz olduğuna, Hz. İsa'nın da Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna inanılırdı.
Esasında buna Hıristiyanlık yerine "İsevilik" demek, belki de hakikate daha uygun düşer.
İsevilik dini, diğer semâvî dinler gibi hak olup İslâmın doğuşuna kadar da geçerliliğini muhafaza etmiştir.
Ancak, özellikle Miladî 4. asırdan itibaren dejenere edilmeye başlanmış ve hâkim siyasî otoritenin menfaatine uygun hale sokulmaya çalışılmıştır.
Nitekim, 325 yılındaki İznik Konsili de böyle bir tesir altında toplanmış ve kabul ettiği kararları da hâkim yönetimin hoşuna gidecek bir şekle sokmuştur.
Böylelikle, Hıristiyanlık dini ciddî anlamda tahrif edilmiş ve bu dinin hükümleri mukaddes değerlerden çok, siyasî ve dünyevî maksatlar için kullanılmaya başlanmıştır.
Hele hele, İslâmın doğuşu ve yayılışına paralel olarak "Haçlı zihniyeti" şekline bürünen Hıristiyanlık dini, özellikle Avrupa devletleri için, kendi halkını sindirmek ve başka halkların topraklarını gasp etmek için, saldırı yöntemiyle de kullanılabilir bir "taassub âleti" haline getirildi.
Bütün bunlardan çıkarılabilecek özet netice şudur:
1) Tevhid ehli olan İseviler, bugünkü dünyada azınlık teşkil etmesine rağmen, bunlar "Eski Ahit" inancına daha yakın ve yatkın durumdalar. Tarih seyri içinde ekseriyeti Müslüman olmuşlar. Tıpkı Bogamil Boşnaklar gibi. Geri kalanların da İslâma sarılması ve "Müslüman İsevîler" nâmıyla ortaya çıkması pekâla mümkün.
2) Birçok devletle birlikte dünyanın gidişatını asırlarca etkileyen "Haçlı cereyanı" nâmı altındaki Hıristiyanlık dini, özünden, esasından büsbütün koparılmış, siyasî ve dünyevî menfaatlerin âleti ve oyuncağı haline getirilmiştir.
Bu ikilemin şiddetli doğum sancıları ise, 325 yılındaki İznik Konsilinde hissedilmeye başladı.
Bir süre sonra ise, sakat doğumları andıran çeşit çeşit mezhepler ortaya çıktı.
Avrupa, bu mezhebî ayrılıklar sebebiyle asırlarca sürüp giden kanlı iç boğuşmalara sahne oldu.
Dileriz ki, Hıristiyanlık âlemi, bilumum hurafeden sıyrılarak dinin asliyetine rucû etsin ve Hz. İsa ile müjdelenen nurlu yeni bir süreci yaşamaya hazırlansın.
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Gündemimize sahip çıkalım... |
|
Dünya durmuyor, gidiyor. İnsanlar ise dünyanın yerinde durduğunu ve hiçbir yerlere gidemeyeceğini düşünüyor. Böyle düşündüğü için dünyanın kayda değmez değerlerine dört elle sarılıyor. Zannediyor ki yarınlar gelmeyecek, dünyanın hayatı hep toz pembe olacaktır. İnsanlar o kadar dünyaya dalıyor ki, başka bir şeyler düşünmeye zaman bulamıyor.
İnsanların çoğunluğu sarhoşlar gibi dünyanın geçici değerleri peşinde koşmakta, ayılıp da dünyadaki gerçeklerin daha önemli mekânlara işaret ettiğini düşünme fırsatını bulamamaktadır. Halbuki o kadar çok ikaz ediciler vardır ki, normalde insanların hemen gaflet hâletlerinden sıyrılmaları gerekiyor.
Bir zamanlar çocuk olan insan gençlik yıllarını yaşamakta, bir zamanlar genç olanlar ise ihtiyarlık mevsiminin hazin hallerini yaşamak zorunda kalmaktadır. Günler, aylar, yıllar birbirini takip ediyor ve her geçen gün insandan bir şeyler alıp gidiyor. Geri dönüşün olmadığı bir gidişat bütün insanlara musallat olmuştur.
Bütün insanlar yakînen birilerinin aralarından ayrıldığını ve bir daha hiç geri gelmediğini görmektedirler. Ölüm meleği her saat, her gün aramızda dolaşmakta ve zamanı gelenlerin hayatına nokta konulması faaliyetini icra etmektedir. Buna rağmen insanlar ölüm yokmuş gibi hareket etmektedirler.
“Ölenle ölünmez” tabiri adeta ölümden geçici olarak da olsa kaçmak isteyenlerin sığınağı haline gelmiştir. Ölenle ölünmez diyerek ölmeyecekmişiz gibi davranmakta, bir daha gelinmeyeceği için, bu dünya hayatını doyasıya yaşamak gerektiğine kendini inandırarak hareket etmektedir insanlarımız.
Aklı başında olan insanlarsa hiç gaflet içinde hayatlarını sürdürenlerin tuzaklarına düşmemektedirler. Onlar nefsin insanlığı mahva götüren dolmuşuna binmiyorlar. Çünkü akıl ve kalb gibi iki yol feneri önlerini aydınlatmaktadır. Akıllarıyla bu dünyanın kimseye kalmayacağına karar vermektedirler. Kalb ise ne yapacağını, nereye gideceğini bilmeyen akıla yol göstermektedir.
Akıl ve kalbin birlikte hareket etmesi neticesinde bazı insanlar, etrafta geçici heveslere çağıran dailere kulak vermemektedir. Gözleri bir kere iman nurunu görünce bir daha karanlık vadilerden gitmemeye gayret etmektedirler. Böylece ebedî âlemin saadetli hayatının ilk adımları dünyada başlamaktadır.
Artık gündemi belirlenmiştir, önünü gören insanların. Onların değişmez gündemi, Yaratıcılarının rızası dairesinde yaşamak ve çalışmaktır. Onlar için hiçbir hadise Rabb-i Rahîmin huzurunda el pençe durmaya mani olmamalıdır. Kâinat Sultanını hatırlatan her şey onların vazgeçilmez gündemidir. Aksi olaylar ise onlar için su üzerinde yazılan yazılar gibidir.
Kâinat bomba olup patlasa bile, iman gündemini değiştirmeyen insanlardan bahsediyorum. Bir dakikalık zevke ram olan ve nefsin çirkin hevesleri peşinde diyar diyar dolaşıp kendini mahlûkata rezil edenlerden söz etmiyorum. Gerçeklere gözleri kapalı olan ve fanilere bağlanan cahil insanlar da mevzumuzun dışında.
Hakikî insanlardan bahsetmek, hakikî insanların oluşturduğu manzaralara bakmak gözleri dinlendiriyor, rahatsız etmeyen aydınlık veriyor. Zahiren yükseklerde, mânen ise en derin çukurlarda olanlar gürültü edip görüş alanımızın içine girseler bile göz enerjimizi onlar için harcamamamız gerekmektedir. İnsanların insanlıktan çıktığı bu zamanda hayvanları büyük bir arzu ile aradığımız zamanlar olmaktadır.
Hayvanların insan sûretindekilere göre çok masum kaldığı zamanımızda olabildiğince az insan görmeye çalışan o kadar çok insan var ki, tarif edilemez. Bizler zannediyorduk ki, insanlıktan düştükten sonra hayvan olunuyormuş. Meğer yanılmışız. Çünkü hayvanlar insanlıktan düşenlere göre çok daha masum, sevimli ve zararsız. Hayvanları seyrederken Hâlık-ı Kerimin san'at eserlerini görüyoruz. Oysa insanlık kisvesini üstünden atan insanlar bizlere isyanı, küfrü, karanlığı hatırlatmaktadır.
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Okuma zamanı |
|
Okulların tatili ile başlayan süreç, son yıllarda okuma-yazma faaliyetlerine ara verilen bir dönem olarak sunuluyor. Mutlu bir azınlık tarafından sahiplenilen bu anlayış, toplumun geniş kesimlerine de yaygınlaştırılmak isteniyor. Bu yanlış kanaat, sıcakların bastırması ile pekişmekte, tatil boşa geçirilmesi gereken bir zaman dilimi olarak algılanmaktadır. Özellikle dünyevileşmenin hakim olduğu son yıllarda tatil, bir kısım ehl-i din tarafından da bu yönüyle “moda”laştırılmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursî Emirdağ Lâhikası’nda yer alan “Bir suale mecburî cevabın tetimmesidir” başlıklı bölümde tenbellik veya meşguliyetle ortaya çıkan bu ‘rehavet tehlikesi’ne şöyle dikkat çeker:
“Aziz sıddık kardeşlerim,
“Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maîşet meşgalesi hengâmı ve şuhûr-u selâsenin çok sevaplı ibâdet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuvvetli bir metânet ve vazife-i nûriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risâle-i Nûr’un hizmeti zararına bir atâlet, bir fütur ve tevakkuf başlar.
“Aziz kardeşlerim, siz katî biliniz ki, Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merakâver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın. (s.41)”
Bize göre tatil; sıla-i rahim yapma, dinlenme, farklı kültürel aktivitelere yönelme, tarihî yerleri gezme, bol bol okuma ve kâinatta bir resmigeçit halinde boy gösteren varlıkları tefekkür zamanı olarak değer kazanmalıdır. Yaz mevsimi de bu faaliyetler için güzel bir fırsat sunar.
Öyleyse, bu hakikatleri yaşamak ve yaz mevsimini okuma mevsimi yapmak isteyenleri, her yaştan okuyucumuza farklı alternatifler sunan okuma programlarına davet ediyoruz. Bu imkânı bulamayanlara da kâinat kitabı ile birlikte kâinatı okuyan Kur’ân-ı Kerim ve onun bu asra bakan tefsiri olan Risâle-i Nur eserlerini okumalarını tavsiye ederiz. Yeni Asya verdiği kültür hizmeti ile Yeni Asya Neşriyat ise satışa sunduğu eserlerle size bu konuda zengin bir tercih imkânı sağlamaktadır.
***
Çocuklara yaz seti
Yaz tatilinin çocuklar için de farklı bir okuma mevsimi olmasını isteyen Can Kardeş Yayınları, onlara bir yaz okuma seti hazırladı. Tatil Kitabı, Bahçe Oyunları, Eğlenelim Öğrenelim, Bul Boya ve Doya Doya Boya adlı kitaplardan oluşan bu beşli set, çocukların eğlenirken öğrenmelerini temin edecek. Tatil Kitabı zengin muhtevası ile çocuklarımıza tatilde okul heyecanı yaşatırken, Bahçe Oyunları onlara arkadaşlığın ve paylaşmanın kapılarını açacak. Öğrenmeyi eğlence tadında sunan meraklı bilgiler ve bilmecelerle bezeli Eğlenelim Öğrenelim’i, çocukların fıtrî kabiliyetlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olan boyama kitapları Bul-Boya ve Doya Doya Boya tamamlayacak.
Toplam fiyatı 24.5 YTL olan bu set kampanya süresince 15 YTL’den satışa sunulacak. Büro ve temsilcilerimizin taleplerini bekliyoruz.
***
Duâ seti çığır açsın
Ankara’dan yazan Ahmet Özdemir, bu kampanya dönemimizin hediyelerini çok beğenmiş ve duygularını bizlerle paylaşmış: “Yeni Asya gazetemizin okuyucularına vereceği namaz ve duâ setini inceledim. Çok güzel hazırlanmış. Emeği geçenlerin ellerine ve yüreklerine sağlık. Bu vcd’ler bize 1980’li yılları hatırlattı. O yıllarda hazırlanan video kasetler ve ilim-teknik serileri birer çığır açmıştı. Şimdiki çalışmaların da öyle olmasını arzu ediyorum. Bu konuda gayreti olanları tebrik ederken başarılarının devamını temenni ediyorum.”
Son kampanyamızın hediyeleri olan üçlü vcd setinin beğenildiğini daha önce ifade etmiştik. Vcd’lerle ilgili tek şikâyet ise kampanya süresinin uzun tutulması oldu. Maliyet hesaplarına bağlı olarak belirlenen bu sürenin, talepler de göz önüne alınarak sonraki dönemlerde kısaltılması çalışmalarının yapıldığını da duyuralım.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Namaz kampanyası |
|
Namazın da kampanyası olur mu demeyin. Kampanya veya reklam, bir mal ve hizmete talebi artırmak için yapılan özendirici çalışmalardır. Namaz da bir ibadet hizmeti olduğundan, ibadete teşvik etmek için kampanyalar düzenlenmesi, özendirici ve ödüllendirici çalışmalar yapılması yadırganamaz.
Özellikle gençleri ve çocukları camiye alıştırmak için bir takım teşvik edici, şevk artırıcı çalışmalar yapılması güzel bir şeydir. Bu bağlamda, bazı imamların camilerde internet hizmeti verdiklerini biliyoruz. Bazı imamlar da küçük hediyelerle çocukları ödüllendirmek sûretiyle özendirme yoluna gitmektedirler. Böylece çocuk dışarda geçireceği boş vaktini camide geçiriyor ve namaz vakti geldiğinde de cemaatle namazını kılıyor. Zaten namaz şuuru çocuğun zihnine yerleştikten sonra, ibadeti eğlenceye tercih edecek ve kendiliğinden ibadetine devam edecektir.
Bazı Arap ülkelerinde televizyon reklâmları ile çocukları namaza teşvik ediyorlarmış. Merak edip internetten ben de indirip seyrettim. (http:// www.blogcu.com) 50 saniyelik kısa filimde iki genç var. Birisi elinde kumanda ile bilgisayar oyunu oynuyor, öteki de arkadaşını seyrederken patlamış mısır yiyor. Oyun tüm heyecanı ile devam ederken ezan okunuyor. O anda zaman duruyor, mısır kabı ve oyun kumandası havada donup kalıyor. Gençler de oradan kalkıp camiye gidiyorlar. Namazlarını kıldıktan sonra tekrar eve dönüyorlar. Koltuklarına oturunca oyun ile ilgili zaman tekrar çalışmaya başlıyor ve birisi kumandayı, öteki de mısır kabını havada yakalayıp oyunlarına devam ediyorlar. Burada gençlere “Namaz oyundan önce gelir” mesajı veriliyor. “Uykudan hayırlı” olan namaz, elbette oyundan da öncelikli ve hayırlıdır. Bu reklâmla namazın önemi vurgulanıyor.
Bazı gazeteler bunu “Namazın da reklâmını yaptılar” şeklinde vererek sanki çok yanlış bir iş yapılmış gibi haber yaptılar. “Namaz reklamı tartışma başlattı” şeklinde başlıklar attılar. Halbuki kimse böyle bir tartışma falan başlatmadı. Her zaman olduğu gibi namaza taraftar olanlar böyle bir çalışmayı takdirle karşılarken, namazla ilgisi olmayanlar bundan rahatsız oldular. Neredeyse bunu da cumhuriyet ve laiklik karşıtı bir davranış olarak kabul edip suç duyurusunda bulunacaklar.
Bazıları rahatsız olsa da, toplumun rahatı ve huzuru için namaz büyük bir önem taşımaktadır. Zira namaz insanı kötülükten koruduğu gibi, insanın kötülük yapmasına da engel olur. Çocukları haylazlıktan, gençleri taşkınlıklardan korur. İnsanın Rabbi ile olan irtibatını canlı tutar. Her an Allah’ın gözetimi ve denetimi altında olduğunu idrak eden insan, suçtan ve günahtan uzak durur. Sevgi, barış ve kardeşlik duygularını güçlendirir.
Böylece toplumda huzur ve güven ortamı sağlanmış olur. Onun için özellikle çocukların ve gençlerin namaza özendirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Okulların yaz tatiline girdiği şu günlerde böyle bir kampanyanın başlatılmasının çok faydalı olacağına inanıyoruz, “HAYDİ ÇOCUKLAR CAMİYE” diyoruz.
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Kıymet bilmek |
|
Kıymetini bildiğimiz şeyler o kadar az ki, hem de kıymetini bilmediklerimiz arasından sıyrılamayacak kadar. Her nerede yaşıyor olursak olalım, düşünüyoruz ki başka yerde, ötekinin sahip olduğu dünyada, elimizde olmayanda ve hatta olması namümkün olanda bir albenilik var. “Bizim değil ya..”Her ne şekilde özümsüyorsak hayatı ve nefesleniyorsak, her adımında aynı şikâyet “keşke” olmasaydı ya da olsaydı.
Ufacık bir sıkıntı daha henüz yeni doğmuşken, üstü örtülünce silinecekken, biz topak yapınca bir dağ gibi görünen karabasan halini alıyor.
Elimizdekilerin yetmeyişi bize “daha”ların peşinde acınılası bir hayat yaşatıyor.
Hep anlatılan bir gül hikâyesi vardır belki bilirsiniz. Bir gün bahçıvana bir kadın gelir ve en güzel gülü istiyorum der, bunun üzerine bahçıvan da kocaman bahçesini göstererek “İstediğinizi seçebilirsiniz, fakat bahçe kapısından sonuna kadar gidecek, geriye hiç dönmeden seçim yapacaksınız” der. O kadın da her seçtiği gülden daha güzeli vardır diye düşünerek bahçenin sonuna kadar gider, sonunda gördüğü gül solmuş, yaprakları dökülmüş bir gül olur.
Hayatın ta kendisi olan bu hikâyeciğin içinden gelelim bu misafirhane-i dünyanın sebepsizce sahiplenilişine; Kim misafirliğe gittiği komşusunun evindeki koltuk takımının yerlerini değiştirir? Ya da kim bir arkadaşının evini fütursuzca talan eder?
“Eyvah aldandık şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik ve o zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik, işte şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi gelip geçti, şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.”(Sözler, 193.) düsturunca atılması gereken adımlar, sanki “Hep bana” kavramının kurbanı olmuşlar.
Amerika’nın içinde bulunduğu durum diğer dünya devletlerinin 21. yüzyıla girerkenki durumundan çok da farklı değil ne yazık ki. Sürekli tüketip yalnızca kendini düşüneceksin, “ben” düşüncesiyle hareket edeceksin, kullanıp atacaksın, yenisini alıp harcayacaksın, bunun sonuna kadar gidildiğinde yolsuz kalacaksın. Ama yılmayacaksın. Doğu toplumlarındaki kolektif hayatı hor görecek, kendine ait olanı kimseyle paylaşmayacaksın.
Bir Türk’ün Amerikalı biriyle girdiği diyalog bu kişiselliği fazlasıyla ön plana çıkartıyor. Birlikte lokantada yemek yiyen bu arkadaşlardan Türk olan “Ağabey ben parayı ödemek istiyorum izin verirsen “dediğinde Amerikalı’nın cevabı: “Niye sen ödüyorsun, enayi misin? Herkes kendi ödeyecek!” olur. Paylaşımı enayilik olarak değerlendiren bu zihniyetin ergenlik çağından sonra çocuklarına özgürlüğü bağışlamaları da bundan dolayı olsa gerek. Fakat aynı özgürlükçülerin yaşlılıklarında, en fazla bakıma muhtaç oldukları anlarda yanlarında kimselerin olmayışı “ben” kalmayı ne kadar besleyecek? Burunlarında serum hortumlarıyla alış veriş yapmaya gelen bu yaşlılara kim merhamet duygusuyla bakacak?
Türkiye’ye tatilimi geçirmek için geldiğim şu kısa dönemde öyle çok şeyin kıymetini bildim ki! “Abla be Amerika’da hayat var di mi?” diye soran satıcıya “Evet, ama ruh yok” diyecek kadar, Amerika’daki arkadaşımın “Zeynep şimdi Türkiye’de olmak vardı, o kadar canım istedi ki kıymetini bil” dediğinde şaşkınlıktan yutkunacak kadar!
Şimdi ben neyin kıymetini bileyim, Amerika’da yaşamamın mı, Türkiye’de bulunmamın mı? Bulanık mantık bunun ayırdına varabilirse eğer, ben nerede neyin kıymetini bilmem gerektiğini anlayabilirim.
“Şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir, onların Rabbi Kerim-i onları Darüsselâma dâvet eder.”(Sözler, 10. Söz) Böyle büyük bir dâvetin şeref konukları arasında olmak için mekânı içine katmadan yaşamak en güzeli olsa gerek.
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Gökçe OK |
Papa’nın, Tanrı’sına şekva; Bediüzzamanın, Allah’ına iltica |
|
Önceki hafta önce ajanslara aşağıda özetini aktaracağım haber düştü, ardından internetteki posta kutuma dostumuz Ömer Peker’in imzasını taşıyan bir mektup ve uzun süredir çözümlemeye çalıştığım Müslüman-Hıristiyan diyaloğu ve İslâm-İsevî ittifakının ayrışma noktalarının nasıl kotarılacağı ile ilgili yeni zihnî açılımlar yakaladım. Türkiye’de her şey tartışılıyor ve son on yılda bu müthiş hızlandı. Bilişimin ve iletişimin meyvelerinden insanımız bol bol nemalanıyor. Ama haramı-helâli ayırt eden de yok, ağzı olan konuşuyor. Gerek yazılı ve görsel gerekse sanal medya da öyle yorumlar yapılıyor ki akla zarar. Papa’nın zihnî karışıklığını fırsat bilen din karşıtları mal bulmuş mağribi gibi bu olaya yüklenerek Tanrı-Allah kavramlarının varlığını sorgularken, sözde din taraftarları da, ‘dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan’ hakikatini teyid edercesine ‘bre kâfir’ çığlıkları atıyorlar. Bütün bunlar yaşanırken bu toz duman arasında bir kez daha Risâle-i Nur gibi bir temel referansa sahip olduğumuzun haklı sevincini yaşadık, zihnimiz berraklaştı.
Peki, bu berraklaşmaya hizmet eden Nurlu satırlarda ne diyor? Öncelikle bahsi geçen haberi hatırlayalım:
“Papa 16. Benediktus, 2. Dünya Savaşı sırasında yüz binlerce Yahudi’nin öldürüldüğü Polonya’daki Nazi kampı Auschwitz’i ziyaret etti. Yahudilerin gaz odalarına gönderilmek ve yakılmak için trenlere bindirildiği yerin yakınındaki Birkenau’da konuşan Papa, özellikle bir Alman olarak bu dehşet yerinde konuşmanın çok zor olduğunu ifade etti. 4 günlük Polonya ziyaretinin sonunda gezdiği ve Alman halkının bir evlâdı olarak geldiğini belirten Papa 16. Benediktus, ‘Böyle bir yerde kelimeler yetersiz kalıyor. Sonunda sadece korkunç bir sessizlik olabilir. Tanrıya yürekten bir çığlık atan sessizlik: Neden Tanrım sessiz kaldın? Bütün bunlara nasıl müsamaha gösterdin? Sessizliğimiz bağışlama ve barışma için yalvarışa dönüyor. Tanrıya bunun bir daha olmasına izin vermemesi için bir yalvarış’ diye konuştu.”
Bu haberle ilgili beyin jimnastiği yapan Sayın Peker ise mesajında şu fikirleri paylaşıyordu dostlarıyla: “Burada Papanın, Alman Nazi Kampında 1,5 milyon insanın öldürülmesine Allah’ın nasıl müsaade ettiği noktasında fikrî bir karmaşa yaşadığı anlaşılıyor. Malûmunuz Bediüzzaman 2. Dünya Savaşı sırasında içlerinde masumların da bulunduğu milyonlarca insanın öldürülmesi karşısında duyduğu ıztırap karşısında Kur’ân ve Sünnet ışığında olayı değerlendirdiği Kastamonu Lâhikasına konan bir mektubu ve eserlerin değişik yerlerinde vefatlarla ilgili bilgiler var. İşte bu meseleyi bu bilgiler ışığında değerlendirerek, hiçbir şeyin Allah’ın ilmi, iradesi, kudreti dışında cereyan edemeyeceği, beşerin zulmüne karşı Allah’ın rahmet ve adaletinin her şeyi kapladığı hususlarını da nazara vermek gerekir. Hatta bu haber karşısında Bediüzzaman Hazretlerinin bu güzel yorumlarından derlenen bilgiler Papaya güzel bir üslûpla kaleme alınan bir mektupla gönderilebilir bilvesile selâmlar.”
Önce biraz Papa’nın şekvasının psikolojik alt yapısını eşelemek gerekiyor bence; malûm şu an ki Hıristiyanlık akidesi teslis dediğimiz bir üçlemenin üzerine kurulu ve Hz. İsa Efendimizin, kendi ifadeleriyle Tanrı’nın oğlu olduğunu önceliyorlar. Bütün inanç-iman ve akideleri bu fenomen üzerine kurgulanmış bir büyük Hıristiyanlık dünyasını hele hele Papalık gibi ruhbanlık atfedilen bir makamı kendi iç dinamikleri içinde tutarlı görmek gerekiyor. Dile kolay, yanlış da olsa iki bin yıllık bir öncelemeden, bilgi birikiminden, yazılı-sözlü-görsel ve etkileşimli kültürden, genetik alt yapıdan ve psikolojiden bahsediyoruz. Üçe bölüştürülmüş bir Rab inancına sahip bir duruştan her şeyin taht-ı tasarrufunda olana sığınmayı, iltica etmeyi beklemek herhalde en açık anlatımıyla safdillik olur. Bence, Müslüman-Hıristiyan diyaloğu ve İslâm-İsevî ittifakının ayrışma noktası işte bu teolojik tutarsızlıkta başlıyor. Teslis ve tevhid kavramlarının ortak platformlarda sabırla ve cüretkâr bir biçimde tartışılması gerekir diye düşünüyorum. Bu gereklilikle ilgili güzel bir çalışma olarak Köprü dergisinin, ‘İsevîlik: Hz. İsa İslâmı’ konulu Kış/2006 sayısını incelemenizi tavsiye ederim.
Yine ana konumuza dönecek olursak; ehil olanlar bu iki dinin temel kavramları üzerinde çalışırken bizim onlara tavsiye edebileceğimiz kaynak, en önemli bir referans ve asra bakan Kur’ânî yorum olarak Risâle-i Nur Külliyatı’dır. Eserlerin birçok yerinde ehemmiyetle vurgulanan, bu asrın dinsizlik cereyanına, Deccal ve Süfyan fitnesine ve zındıka komitelerine karşı durabilmek için ehl-i kitap semavî dinlerin ittifak yapması gereğidir. Bununla birlikte çok defalar tekrarlanan ahirzaman olaylarına, ahirzamana dair hadislere, Hz. İsa’nın nüzûlüne ve İslâm akidesi ile amel etmesine, Hıristiyanların dindar ruhanilerine, imanı takviye etmenin ve inançsızlıkla mücadele etmenin önemine dair yorumları okuruz. Hele bir de sayın Peker’in mektubunda da bahsettiği gibi Kastamonu Lâhikası isimli eserde görülür ki, hemen ilk sayfalardan itibaren Hz. İsâ’nın (as) temsil ettiği özel bir misyondan ve bunun bu zamandaki, bu medeniyetteki iman-küfür mücadelesine etkilerinden bahsedilir. Beşerin zulmüne mukabil kaderin adaleti örgülenir ve müjdeli haberler verilir.
Papa’nın ve akl-ı selimin kalbini dağlayan dehşetli zulümlerle ilgili; “Ve madem ahirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlûmları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevî şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenâb-ı Erhamürrâhîmin’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum” isabetli ve katışıksız yorumları bulmak mümkündür.
Netice itibariyle, Papa’nın teslis inancının tezahürü olan Tanrı’sına şekvâsını, Kur’ân gözlüğüyle bakabilince Bediüzzaman’ın Allah’ına bir ilticaya dönüştürmek mümkündür. Gelecek günlerin ittifak ve diyaloğu için ve dehşetli dinsizlik cereyanlarına karşı çözüm ortaklığı yapabilmek için teslis ve tevhid akideleri üzerinde kafa yormaya değer diye düşünüyorum. Papa’ya bir mektup yazılacaksa bunun ön sözü Üstad’ın şu çağrısı da olabilir: “Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risâle-i Nur’un mizanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğuna kırk bin şahit vardır.”
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Çankaya kriterleri |
|
Özal cumhurbaşkanlığına aday olduğunda slogan, “Sivil cumhurbaşkanı”ydı. 27 Mayıs’la birlikte sivil cumhurbaşkanlığı dönemi kapanmış, askerî cumhurbaşkanlığı geleneği kökleşerek sürmüştü.
Celal Bayar Türkiye’nin ilk sivil cumhurbaşkanıydı. Özal’a kadar Evren dahil 7 cumhurbaşkanı gelmiş, ancak Bayar haricinde hepsi asker kökenli kişilerden olmuştu.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan sonra Genelkurmay Başkanlığı nasıl bir gelenek haline geldiyse, Genelkurmay Başkanlığı’ndan sonra da Cumhurbaşkanlığı en üst görev olarak algılanır olmuştu.
Özal’ın cumhurbaşkanlığını destekleyenler, “Bayar’dan sonra Özal” diyordu. Çankaya’da asker cumhurbaşkanı devrinin kapanmasını ve artık sivil cumhurbaşkanı döneminin açılmasını savunuyorlardı. Özal ise 1989 yerel seçimlerinde ağır bir darbe yemiş, oy oranı yüzde 21.75’e gerilemişti. Çankaya onun için kurtuluş demekti. Demirel cumhurbaşkanı olmadan önce, ”Sivil ve alnı secdeye değen cumhurbaşkanı” kriterleri hakimdi.
O dönem BBP milletvekili olarak parlamentoda bulunan Ökkeş Şendiller yıllar sonra,
“Cumhurbaşkanı kriterlerimizi belirledik, kararımızı aldık. Başbakan Demirel’le görüşmek üzere makamına gittik. Cumhurbaşkanlığı konusundaki kriterlerimizi, ”sivil olmalı alnı secdeye değmeli” diye sıraladık. Sözlerimiz bittiğinde Demirel, ‘Beni tarif ediyorsunuz’ dedi. Sonra kendini ve Çankaya konusunun önemini anlattı. Çıkarken hepimizin oyları Demirel’in cebindeydi” diye anlatmıştı.
Demirel ise DYP Grubunda kürsüye çıkmış, “14 Mayıs’ta Demokrat Parti iktidar oldu. Ancak bu yetmezdi. Misyonun bayrağının Çankaya’ya dikilmesi gerekiyordu. Hareketin lideri Celal Bayar Cumhurbaşkanı olmalı, bayrak Çankaya’ya dikilmeliydi” demişti. Celal Bayar yani Süleyman Demirel Çankaya’ya çıkmalıydı. Çıktı da...
Ahmet Necdet Sezer ise 28 Şubat sürecinde en çok eksikliği hissedilen hukukun üstünlüğüne, insan haklarına vurgu yapan bir Anayasa Mahkemesi olduğu için Çankaya’ya çıkarıldı.
Şimdi önümüzde bir cumhurbaşkanlığı süreci daha var. Bu kez de Başbakan Erdoğan Çankaya kriterlerini açıkladı. Çankaya’ya çıkacak şahıs, “Lider olmalı” dedi.
Peki Erdoğan’ın belirlediği kriterler elbisesini kimlere giydirebiliriz. Önce giyemeyecek olanlar belli oldu. Meclis içinden olacak... Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Yargıtay Başkanı Osman Arslan gibi isimler oyun dışına itildiler.
Meclis dışında bir isme geçit yok. Zaten bu durum Parlamentoya bir hakaret olurdu. İkincisi ise Anayasa değişikliğine gidip cumhurbaşkanını halkın seçmesi konusu da şu aşamada düşünülmüyor. Erdoğan oyuna çıkarken kural değiştirmek istemiyor. Çünkü başına neler geleceğini bilmiyor.
Peki bu tarifler kime uyuyor? Cumhuriyet tarihinde Ecevit haricinde hiçbir lider yok ki, Çankaya’yı arzulamasın. Lise mezunu olduğu için Ecevit’in de tahsil sorunu vardı.
‘Çankaya, kimsenin elinin tersiyle iteceği bir makam değildir’ sözü boşuna darbı mesel olmadı.
Bu tarifler tek bir ismi işaret ediyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı tarifleri sadece kendisine uyuyor. Sadece adı Recep Tayyip, soyadı Erdoğan olsun demediği kaldı. Çok çalkantı yaşayacağımız kesin ama millî iradenin bunu başarması gerekiyor. Eğer Anayasa değiştirecek çoğunluğa rağmen liderlerini Çankaya’ya çıkaramazlarsa, çok büyük fırtınalar ve kasırgalar bekliyor demektir AKP iktidarını.
Tabi böbrek taşı gibi rejimin ikide bir sancılar çekmesine yol açan Çankaya sendromunu aşmanın tek yolu var. O da Cumhurbaşkanını halkın seçmesi. Ancak şu anda düdük çaldı, oyun başladı. Oyun içinde kural değiştirmek, eski kurtların Erdoğan’ı ham yapma planından başka bir şey değil.
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|