Konuşmak ve yazmak...
Sadece insana has hâl ve hasletlerdir bunlar.
Her insan, fıtraten konuşmaya ve yazmaya müheyyadır.
İnsanın, varlığını idrak etmeye başladığında hislerini, duygularını, düşüncelerini ifade edip arzularını, isteklerini, ihtiyaçlarını dile getirme şeklinde tezahür eden bu hâl, zamanla hayatî bir haslet hâlini alır ve ömür boyu kullanılır.
Bilhassa konuşup yazmanın, gelişmeye müsait güzel birer meziyet olduğunu hissettikten sonra söylediklerini de yazdıklarını da tür ve san’at cihetiyle zenginleştirip tezyin etme çabası içine girer.
Bu maksatla yapılan ilk hamle de varılan son merhale de konuşmadır.
Çünkü her insan biraz şair doğar, hatip ölür.
Bazıları arada yazmaya çalışır.
Kalıcı olan da onlardır.
***
Hatip ve muharrir...
Konuşma ve yazma sayesinde alınır bu sıfatlar.
Her insan konuşur, yazar. Ama her konuşan hatip, her yazan muharrir değildir. İnsanın bu muteber sıfatları taşıyabilmesi için söylediklerine ve yazdıklarına mânâ derinliği, ruh inceliği katıp san’at seviyesi kazandırması gerekir.
Bunu başarmanın yolu, konuşma ve yazma melekelerini iyi beslemekten geçer. Vücudun maddî uzuvları gibi ruhun mânevî hasselerini besleyip büyütmenin de usûlleri vardır. Onların başında da okumak gelir.
“Okumak doldurur, konuşmak hazırlar, yazmak olgunlaştırır” der Bacon.
Bunlar hayatın tekâmül hamleleridir. İçlerinde en kolayı okumak gibi görünse de aslında en zoru odur. Çünkü okumak fikrî tekâmülün temelidir ve diğer bütün hamleler ancak ondan sonra yapılabilir.
Bu hususta sağlam bir temel atmak isteyen insan, okumayı zaman zaman yapılan basit bir heves olarak görmemeli, hayatî bir ideal hâline getirmeli ve neyi, niçin, nasıl, ne zaman okuması gerektiğini bilmelidir.
Yani bu sahada bir hayli mürekkep yalayıp kitap tozu yutmalıdır.
Çoğu zaman o da yetmez. Muhtevası itibariyle ekmek ve su kadar hayatî ehemmiyeti haiz olan eserleri başucundan eksik etmemesi, mesleğine müteallik kitaplara da zaman ayırması ve okumayı bu şekilde artan bir hızla ömür boyu devam ettirmeyi göze alması icabeder.
İnsan, ancak ondan sonra kendini diğer hamleleri yapmaya yani konuşmaya ve yazmaya hazır hissedebilir. Kendini, bunlardan herhangi birini yapacak güçte gördüğü zaman da kimi söze meyleder, kimi yazıya.
Yazmayı hedef olarak seçenler de zaman zaman fikirlerini, düşüncelerini eşleriyle, dostlarıyla konuşarak olgunlaştırma ihtiyacı hissettiklerinden, insanlar hitabeti kendilerine daha yakın bulurlar.
Fakat hatip konuşurken muhataplarla aynı mekânda olduğu, bazıları ile yüz yüze geldiği, bazıları ile de her an göz göze gelebileceği ve sözlerinin tesirini an be an takip edeceği için hitabet diğer türlerden biraz daha zordur.
Bu zorluk bazı insanların gözüne pek görünmezken bazılarının kâbusudur.
Meselâ, ilk konuşmasını hususî bir sohbet meclisinde mütecanis muhataplara yapanlar doğuştan hatip oldukları zehabına kapılırken böyle müsait bir zemin bulamayanlar heyecandan düşüp bayılacaklarını sanırlar.
Ne var ki, iki grup insan da konuşmak maksadıyla yabancı bir topluluğun karşısına çıktıklarında yanıldıklarını anlarlar. Çünkü ne kendisini doğuştan hatip sananlar herkesi hayran bırakan harika bir konuşma yapar, ne de diğerleri birkaç kelâm etmeden düşüp bayılır.
Böyle bir zaruretle karşı karşıya kalan insan genellikle kürsüye çıkar, kendisine verilen konu ile ilgili bazı şeyler söyler, dinleyenler de nezaketen veya hakikaten heyecanlandıkları için alkışlarlar ve maksat hasıl olur.
Şurası muhakkak ki, hitabın tesiri hatibin hazırlığı nisbetindedir.
Burada sözü edilen hazırlık; hatibin, konuşma yapacağı gününe az bir zaman kala gecesini gündüzüne katarak hummalı bir şekilde çalışması değil kendince makul ölçülerde hazırlanmasıdır.
Yani Fernand Corcos’un ‘Hazırlanmadan en iyi konuşabilenler, bütün hayatları boyunca buna hazırlanmış olanlardır’ şeklinde de ifade ettiği gibi hazırlanma telâşı yaşamadan kendini hazır hissetmesidir.
Bunun için kılığa kıyafete itina gösterip konuşulacak konuya âşinâ olmak yeter.
Bu anlayış, her vesile ile yaşanarak güzel bir alışkanlık hâline getirildiği ve huyu, mizacı, karakteri şekillendirdiği takdirde, insan yalnız konuşma esnasında rahatlamakla kalmaz, her zaman her konuda konuşabilme güveni de kazanır.
Çünkü dinleyicinin gözünde hatibin konusuna hakimiyeti ve hitaptaki samimiyeti kendisine saygının neticesi; kılığına, kıyafetine, hâline, hareketlerine itina göstermesi de dinleyenlere hürmetin tezahürüdür.
Bu itibarla hatibin muhatapları üzerinde müessir olabilmesi için—bürokrasi ve politika resmiyetini tedai ettirmeyecek—düzgün bir kıyafetle kürsüye çıkması ve bu hâline mütenasip hareket etmesi yeter.
Hayatın, her zaman yaşanan tabiî işleyişi gibi görünen böyle bir hazırlık; sade, samîmî bir dille ve sakin bir ses tonu ile de takviye edildiği takdirde hitabın tesirli olması için gereken her şey yapılmış demektir.
Gerisi hatibin aktörlük kabiliyetine bağlıdır.
Zîra ‘Her hatip biraz da aktördür.’
Veya öyle olması gerekir.
***
Buna mukabil muharrir, yalnızların cengine hazırlanmak zorundadır.
Yalnızların cengine, yani okuyucu ile yazar arasındaki mahfî mücadeleye.
Okumanın da yazmanın da genellikle yalnız yapılması faydalıdır. Bir eser yazmanın veya yazılmış bir kitabı okuyup istifade etmenin yolu büyük ölçüde sükûnetten geçer. Sükûnet de ancak yalnız kalmakla sağlanır.
Kendisine, serbestçe hareket edebileceği sakin bir yer bulabilen yazar veya okuyucu için muhatabın kılığı, kıyafeti, şekli, şemâili pek önemli değildir. Çünkü muharrir eserini yazarken hayalinde bir okuyucu tipi canlandırır ve hep ona hitap eder.
Okuyucu da herhangi bir kitabı okumaya başlamadan önce eseri eline alıp iyice inceler, muhtevasını tetkik eder, yazarı hakkında bilgi toplar, ona zihninde kendince bir şekil verir ve onu muhatap alarak okur.
Böylece muhayyilelerde mahfî muharebe başlar.
Yazarın maksadı, değişik fikir hareketleri, üslûp hamleleri ve zekâ oyunları ile okuyucuyu şaşırtıp kendine hayran bırakarak onun his ve hayal dünyasına hakim olduktan sonra istediği mecraya çekmektir.
Okuyucu da bunu bildiği veya hissettiği için eserde empoze edilmek istenen fikirlere karşı fikir geliştirme, üslûp, ifade ve mantık hataları bularak yazarın anaforu karşısında direnip fikrî kimliğini koruma çabası içine girer.
Bu gizli mücadelede okuyucunun dayandığı güç kaynağı hayatın içinde olması hasebiyle gelişmeleri yakından takip etmesi ve bol bol okuyarak hadiselere değişik açılardan bakabilmesidir.
Yazarın silâhı ise muhayyilesinin genişliği, fikrinin hareketliliği ve zihninin işlekliğidir. Fakat bu imkânlar, ancak hayatın işleyişinden ve cemiyetin gidişatından beslendiği zaman isabetli fikirler serdetmeye vesile olur.
Onun için yazdığı eserlerle cemiyete, içinde istikrarla akabileceği fikrî mecralar açma iddiasında olan bir yazarın fildişi kulesine çekilerek âfâki meseleler ortaya atmak yerine, halkın arasına karışarak hayatın işleyişine âşinâ olması ve eserlerinde mazinin mehasinleri ile halin meziyetlerini mezcetmesi gerekir.
Yazar bunları yaparken okuyucu da kuşandığı hissî zırhları çıkarıp peşin hükümlerden sıyrılarak hafızasını; muteber fikirleri, düşünceleri kendine maledebileceği münbit bir zemin hâline getirmelidir.
Okuyucular da yazarlar da ancak o zaman makul bir noktada buluşurlar ve birbirinin varlığını kendileri için kazanç sayarak girdikleri mücadeleden muzaffer çıkarlar. Bu zafer aynı zamanda cemiyetin de zaferi olacağından gelecek nesiller elde edilen ganimetleri tekâmül sermayesi yaparlar.
Bu bir vicdanî mükellefiyettir.
Yalnız hatibin, dinleyicinin, yazarın, okuyucunun değil, bütün milletin mükellefiyeti.
***
Her hatip konuşmasının pür dikkat dinlenmesini ister.
Her yazar da eserlerinin didik didik okunmasını arzu eder.
Dinleyiciler, karşılarındaki hatibi dikkatle dinlemek ve istifade etmek istedikleri için oraya gelirler. Okuyucular da zaman harcayarak gidip para verdikleri kitabı satır satır okumak maksadıyla alırlar.
Ne var ki bu arzu ve istekler çoğu zaman gerçekleşmez.
Bazen hatip kürsüye çıktığında salon dolu, insanlar dikkatlidir. Fakat daha o konuya girizgâh yaparken dinleyiciler arasında çözülmeler ve gevşemeler başlar. Kimi elindeki bir şeyle meşgul olur, kimi tesbih çeker, anahtar sallar.
Bazıları şekerlemeye meylederken bazıları kaşla göz arasında dışarı çıkarlar.
Zaman bu minval üzere bir süre akar.
Konuşmanın bitimine az bir zaman kala rehavet dağılır, gözler canlanır. Şekerleme yapanlar uyanırken dışarıya çıkanlar içeri girer ve konuşma başladığı şartları aratmayan bir ilgiyle biter.
Sorulduğu zaman hatip takdir edilir ama anlattıkları fazla hatırlanmaz.
Muharririn muhatap olduğu tavırlar da hatibinkinden pek farklı değildir.
Okuyucular, genellikle meraklarını yatıştırmak için eve gitmeyi bekleyemezler ve ilk fırsatta karıştırmaya başlarlar aldıkları kitabı. Tanıtım bilgilerine göz atarlar, girişinden birkaç paragraf okurlar.
Niyetleri kitabı okumaya başlamak olmadığı hâlde hızlarını alamazlar sayfaları çevirerek ortalara şöyle bir göz atarlar. El alışkanlığıyla sonunu açıp üç beş cümle de oradan okurlar ve kapatırlar.
Maksatları, eve geldikten sonra kitabı ilk fırsatta önemli yerlerin altını çizerek, gerekirse sayfaların kenarına notlar alarak didik didik okumaktır. Lâkin merakları gittiği, araya da daha önemli meşguliyetler girdiği için kitabı geçici olarak bir kenara koyarlar.
Kitap uzun süre orada öylece durur.
Bir ara rafa kaldırılır ve unutulur.
Üstelik bunun pek istisnası da yoktur.
18.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|