Çok müttakî, çok salih bir insan olabiliriz. Halis, muhlis, mükemmel bir mü’min de olabiliriz. Veya çok gayretli, azimli ve ciddi bir ehl-i hizmet olduğumuzu da farzedelim...
Böylece imkânâtı vukuatlar yerine koyarak, öyle farzederek, örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Husûsî bazı faziletlerimizin yanında farzedin ki çok iyi bir hatip ve hatırı sayılır bir yazarız. Yani kocaman salonlarda saatlerce yaptığımız konuşmaları binlerce kişi usanmadan, zevkle dinliyor. Yine bu meyanda yazdığımız makaleleri, vücuda getirdiğimiz kitapları, binlerce okuyucu keyifle okuyup istifade ediyor. Olur ya böyle istidatları, böyle kabiliyetleri bulunan bir insan olduğumuzu farzedelim.
Birer nimet-i İlâhiye olması hasebiyle böyle güzel hasletlerin, böyle gıpta edilecek kabiliyetlerin bir insanda bulunması bir lütf-u İlâhî olduğundan şükredilmesi gereken bir hal olsa gerek.
Bir ihsan-ı İlâhî olan bu nevî istidat ve kabiliyetlerimizin devamı için bu güzel hasletleri bize bahşeden Yaratıcımızı unutmadan, O’nun rızası dahilinde onları istimal etmek olmalıdır. Bizi bu imrenilecek kabiliyetlerle donatan Cenab-ı Hak, hemen hiç bir medhalimiz bulunmayan bu nimetleri sırf Kendisinin yolunda sarf etmeyi bekler elbette.
Böyle yapmayıp, bize verilen bu hasletleri, bu kabiliyetleri kendi öz malımız bilip, onları temellük ederek, kendimizde bir şeyler vehmederek yolumuza devam edersek hem küfran-ı nimete sapar, hem de bu yoldaki çaba ve emeklerimiz boşa çıkmış olur.
Küfran-ı nimete girmemek, istidat ve kabiliyetlerimizi rıza-ı İlâhî yolunda sarfetmenin en sağlam, en doğru şekli onları sair insanlarla paylaşmak olmalı. Hiç bir havaya girmeden, hiç bir karşılık beklemeden bize verilen bu nimetleri başkalarının istifadesine sunmak olmalı.
Çevremizdeki insanlara karşı bir üstünlük, bir farklılık imasında bulunmadan, hiç bir tevveccüh, hiç bir takdir veya iltifat beklentisine girmeden, onlardan birisi gibi davranmalı, onlarla hemhâl olarak hizmetlerimize devam etmeli.
Şirket-i mâneviyenin bir ferdi olduğumuzu unutmadan, oradan hissemize düşecek olan uhrevî hasenâta kanaat etmeli ve bu kalıcı sevabı kaybetmemenin gayretinde olmalı.
Özelliklerimizi, kabiliyetlerimizi hiç bir zaman medar-ı fahr ve gurur vesilesi yapmadan, dâvâ arkadaşlarımızın bazan en âmisinden dahi bir farkımızın bulunmadığına nefsimizi inandırmanın gayretinde olmalı. Mensubu bulunduğumuz camianın belki de en hatalı, en kusurlu bir ferdi olduğumuzu hatırdan çıkarmamalı.
Böyle yaparsak istidat ve kabiliyetlerimizin bir kıymet-i harbiyesi olur, bu güzel hasletlerimiz kıymet kazanır, değerli olur.
Bu meyanda akılda tutmanız gerekli olan önemli bir husus da günümüzde kişilerin değil; cemaatlerin, camiaların daha güçlü, daha tesirli olduğu hususudur. Fertler, dahi de olsa, camialar ve grupların ifa edecekleri hizmeti yapamazlar. Kişiler istenilen kabiliyet ve istidatlarla mücehhez de olsalar şahs-ı manevîye dayanan cemaatlerin gücüne, kuvvetine erişemezler. Çünkü fertlerin akılları da, istidatları da sınırlı olduğundan ancak sınırlı bir hizmette bulunabilirler. Farklı istidat ve kabiliyetlerden müteşekkil fertlerden meydana gelen cemaat ve camiaların tesir alanı ve hizmet verimliliği ve kalıcılığı çok daha fazladır.
Bu hususları göz ardı edip, şahsî kabiliyetlerimize, aklımıza, zekâmıza güvenip, tek başımıza hizmet etmeyi tercih ederek, bir şeyler yapmaya kalkışırsak, yapacağımız hizmetler sınırlı olur, tesirli ve kalıcılığı da şüpheli olur. Ve aynı zamanda tek başımıza yapacağımız faaliyet ve hizmetlerin bid’a rüzgârlarına ve şer kuvvetlerinin toplu haldeki hücumlarına karşı dayanabilme şansı da yok gibidir.
O halde en doğru ve en sağlam çare; bir camiaya, bir gruba dahil olup, şahsî kabiliyetlerimizi ve istidatlarımızı burada istimal ederek, küllî bir güç ve kuvvetin meydana gelmesine yardımcı olmaktır.
18.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|