Bir önceki yazımızda, konu hakkında bilgisizliği, cehaleti ve ardniyeti sebebiyle Said Nursî'yi eleştiren kimi aydınlardan söz etmiştik.
Şüphesiz, eleştirinin de bir sınırı, bir hadd–i vasatı var. Bu sınır aşıldığında, yapılan şey artık normal eleştiri olmaktan çıkar, yıkıcı, tahrip edici bir saldırı mahiyetini alır.
Ne yazık ki, günümüzde bu saldırıların en dehşetlisinin de yine Said Nursî'ye karşı yapıldığına şahit olmaktayız.
* * *
Üstad Bediüzzaman, vefat edeli 46 sene oldu.
Hayatta iken, din düşmanları onu hiç rahat bırakmadı.
Mahkemeler, sürgünler, hapisler, zindanlar onun meskeni oldu.
Mahkemeden mahkemeye sürüklendi, durdu.
Esefler olsun ki, kabrinde dahi rahat bırakılmadı. Mezarı bir meçhûle gönderildi.
O zat, dünya nâmına hiçbir şey istemediği halde, dünyalılar ona daima bir düşman gözüyle baktı.
Öyle zaman oldu ki, o zâttan geriye kalan hatıralarına dahi tahammül edilmedi. Bu sebeple, üzerine çıkıp tefekkür ettiği ağaçlar bile gizlice kesilerek yok edilmek istendi.
* * *
Üstad Bediüzzaman'ın vefatı üzerinden kırk küsûr sene geçtikten sonra, ne gariptir ki, ona, eserlerine ve talebelerine karşı bir başka düşman tipi türedi: Dindar görünümlü saldırganlar...
Bu tipler, öyle nâmertçe saldırılarda bulunuyor ki, görünce insan hayretten donakalıyor.
Evet, bunlar cidden nâmert saldırganlardır.
Acaba, 46 yıl evvel vefat etmiş bir muhterem zâta karşı, sırf dünyalılara yaranmak için takındıkları saldırganca tavır, nâmertçe değil de nedir?
Saldırgan dünyalılar, bu dünyada dahi rezalet elbisesi giyerek ve şiddetli azap çekerek gittiler.
Nevzuhur nâmert saldırganları da, yine benzer bir âkıbet bekliyor.
Allah rızasından başka bir gayesi olmayana saldırmanın, elbette dünyada da bir karşılığı olsa gerektir.
Bir de tersinden okuyalım
Geçen hafta içinde bazı gazete manşetlerinde resimli ve iri puntolarla yer verilen dikkat çekici bir haber vardı: Kocasından dayak yediğini söyleyen bir kadının tuhaf kaçan şikâyetiyle ilgili haber...
Gûyâ bu kadın diyormuş ki: "Profesör kocam beni 35 yıldır dövüyor."
Bu habere inananlar olduğu gibi, inanmayanlar da oldu.
Haberin doğruluğuna inanmayanlar, özetle şunu diyordu: "Hayret doğrusu... Bir kadın, nasıl olur da 35 yıl süreyle dayak yemeye tahammül gösterebilir?"
Bu ortak bakış açısına göre, haber yalandır, ya da işin içinde mutlaka bir yanlışlık var.
İsterseniz, haberi tersinden okuyarak bir soru da biz soralım ve meselenin açıklık kazanmasına bir nebzecik olsun katkıda bulunalım.
Sorumuz şudur: "Hayret... Bir kadın nasıl olur da kendini 35 sene müddetle kocasına dövdürebilir?"
Günün Tarihi
İznik Konsiliyle başlayan yeni süreç
19 Haziran 325: İznik Konsili toplandı. Yaklaşık 300 kadar papaz, İncilleri dörde indirmek ve Tevhidi teslise çevirmek için İznik’te biraraya geldi.
Bizans imparatoru Constantinus’un teşebbüsüyle İznik’te toplanan kiliseler birliği yüksek konseyi, neticede istenildiği gibi İncilleri dörde indirdi; tek Allah inancını "kutsal üçlü"ye çıkardı; ayrıca, her yıl kutlanacak olan Paskalya Bayramını da yine aynı toplantıda kararlaştırdı.
Bu tarihî toplantı, aslında dinî olmaktan ziyade siyasî maksatlı idi. Nitekim, alınan kararların hemen tamamı Bizans imparatorunun emir ve direktifleri istikametinde şekillendi. Zaten, o günkü şartlarda bunun başka türlü olması da beklenmiyordu.
Ne var ki, Hıristiyan dünyasının tamamı İznik Konsilinin kararlarına tabi olmadı. Bir kısmı "Hıristiyan muvahhid" ünvânına lâyık olarak dinî inancını devam ettirdi.
Dünyanın muhtelif yerlerinde muhtemelen bugün bile varlığını sürdüren bu kesimden bazı İsevilerin, dinî ve siyasî baskılar sebebiyle kendilerini rahatça ifade edemedikleri ve serbestçe ortaya çıkamadıkları söylenebilir.
Eski Ahit, Yeni Ahit
Hıristiyanlığın ilk yayılışı, hiç şüphesiz ki "Tevhid inancı" şeklindeydi. Tek Allah'a, O'nun vekilsiz ve şeriksiz olduğuna, Hz. İsa'nın da Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna inanılırdı.
Esasında buna Hıristiyanlık yerine "İsevilik" demek, belki de hakikate daha uygun düşer.
İsevilik dini, diğer semâvî dinler gibi hak olup İslâmın doğuşuna kadar da geçerliliğini muhafaza etmiştir.
Ancak, özellikle Miladî 4. asırdan itibaren dejenere edilmeye başlanmış ve hâkim siyasî otoritenin menfaatine uygun hale sokulmaya çalışılmıştır.
Nitekim, 325 yılındaki İznik Konsili de böyle bir tesir altında toplanmış ve kabul ettiği kararları da hâkim yönetimin hoşuna gidecek bir şekle sokmuştur.
Böylelikle, Hıristiyanlık dini ciddî anlamda tahrif edilmiş ve bu dinin hükümleri mukaddes değerlerden çok, siyasî ve dünyevî maksatlar için kullanılmaya başlanmıştır.
Hele hele, İslâmın doğuşu ve yayılışına paralel olarak "Haçlı zihniyeti" şekline bürünen Hıristiyanlık dini, özellikle Avrupa devletleri için, kendi halkını sindirmek ve başka halkların topraklarını gasp etmek için, saldırı yöntemiyle de kullanılabilir bir "taassub âleti" haline getirildi.
Bütün bunlardan çıkarılabilecek özet netice şudur:
1) Tevhid ehli olan İseviler, bugünkü dünyada azınlık teşkil etmesine rağmen, bunlar "Eski Ahit" inancına daha yakın ve yatkın durumdalar. Tarih seyri içinde ekseriyeti Müslüman olmuşlar. Tıpkı Bogamil Boşnaklar gibi. Geri kalanların da İslâma sarılması ve "Müslüman İsevîler" nâmıyla ortaya çıkması pekâla mümkün.
2) Birçok devletle birlikte dünyanın gidişatını asırlarca etkileyen "Haçlı cereyanı" nâmı altındaki Hıristiyanlık dini, özünden, esasından büsbütün koparılmış, siyasî ve dünyevî menfaatlerin âleti ve oyuncağı haline getirilmiştir.
Bu ikilemin şiddetli doğum sancıları ise, 325 yılındaki İznik Konsilinde hissedilmeye başladı.
Bir süre sonra ise, sakat doğumları andıran çeşit çeşit mezhepler ortaya çıktı.
Avrupa, bu mezhebî ayrılıklar sebebiyle asırlarca sürüp giden kanlı iç boğuşmalara sahne oldu.
Dileriz ki, Hıristiyanlık âlemi, bilumum hurafeden sıyrılarak dinin asliyetine rucû etsin ve Hz. İsa ile müjdelenen nurlu yeni bir süreci yaşamaya hazırlansın.
19.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|