Hayatın rengini güzelleştiren nurlu hakikatler, gaflet zamanında uyanık kalanların dünyasına doğar.
Başkasının şevkini uyandıracak, moralini yükseltecek olan hamiyetli fedakârlar, sıkıntılı zamanlarda, rehavetli ortamlarda yılmak, gevşemek bir yana, bilâkis daha bir hareket ve cevvaliyet içinde hayata sarılır ve makbul hizmette bulunurlar.
Böyle olabilmek için de, mutlaka, ama mutlaka bol bol okumak, okunan hakikatleri dinlemek ve bu meyanda derinlemesine düşünmek, tefekkürde bulunmak icap eder.
Zira, yerinde durmakla, rehavete kapılmakla, yahut genel gidişata tembelcesine ayak uydurmakla, kişinin kendisine bile hayrı dokunmaz. Nerede kaldı başkasına faydalı olmak, olabilmek...
Kişinin kendisinde bitmez, tükenmez bir enerji bulunmaz.
Bu sebeple daimî, kudsî, feyizli bir mânevî barajdan beslenmek gerekir.
O tükenmez barajın suyu ise, "Oku!" diye başlayan İlâhî kaynaktan geliyor. Ona yönelmeli, ona dayanmalı ve ondan beslenmeli...
* * *
Yaygın olmakla beraber, yanlış bir kanaat ve algılamaya göre, yaz ayları tatil, atalet, rehavet, tenbellik, gevşeklik, hatta kimine göre düzensizlik ve boş vermişlikle "kendini dağıtma" aylarıdır.
İşte bu telâkki ile hareket edenler, ne yazık ki, kendi elleriyle kıymetli vakitlerini zayi etmenin ötesinde, yüzde yüz zararlı şekilde ömürlerini de heder ediyorlar.
Vakit öldürmeye, ömür tüketmeye âmade olmak ve kendini bu yönde programlamakla ne kazanılır ve ne elde edilir ki?
Giden ömür dakikaları bir daha geri gelmiyor.
Hayat filmini nasıl doldurduysan, aynen öyle kayda geçiyor.
Kırıp döktüğünü bir derece tamir edebilirsin belki; ama, hayat filmini bir daha asla geri döndüremezsin.
O halde, bu filmi en iyi, en güzel, en verimli, en faydalı şekilde doldurmak gerekmez mi?
Akıl, mantık, insaf, vicdan böyle yapmayı gerektirmez mi?
Öyle ama; ya serde gaflet varsa? Ya gaflet perdesi ağırlaşmış, kalınlaşmışsa?
O takdirde, doğru olanı, faydalı olanı nasıl bilecek, nasıl bulacaksın. Zıtları birbirinden nasıl ayıracaksın.
İşte, bütün bu karanlıklar içinde projektör vazifesi görecek olan unsur kitap olduğu gibi, projektörün ışığını ziyadeleştirecek olan da düşünerek okumaktır.
Madem ki öyle, o halde haydi kitap başına, haydi okuma seferberliğine...
* * *
Evet, "okuma seferberliği" diyoruz... Bu, mevsim itibariyle belki de en zor işlerden biridir.
Ama, zaten önemli olan zoru başarmak değil midir? Yeter ki, yapılan işin hayırlı, faydalı olduğuna inanılsın.
Zor zamanda kitap okumanın faydasına ziyadesiyle inandığımız için, biz de hemen her sene birkaç yazıyla da olsa, aynı hakikatin çiçekli yollarında gezintiye çıkıyoruz.
Ayrıca, fırsat buldukça, okuma seferberliğinin tatbik ve icra edildiği dost ve kardeş meclislerine de gidiyor, onlarla hemhal olmaya çalışıyoruz.
Böyle yapmakla, ziyadesiyle feyizyâb olup, ruhen ve beden de rahatladığımızı hissediyoruz.
Acizâne, böylesi bir feyzin harikulâde bereketini ilk kez bundan tâ otuz yıl kadar evvel gördük ve yaşadık ki, bunun izahını kelimelere dökmek, âdeta imkânsız gibi bir şey...
İyisi mi, o feyiz ve bereketin kaynağına yönelmek; eline kitapları alıp doyasıya okumak; okumanın zevkine, erdemine vâsıl olmak...
NOT: Fırsattan istifade, iki gün müddetle—bervech–i târif—okuma seferberliğine inşallah iştirak ediyoruz. Ruhen ve bedenen, az da olsa dinlenmiş olarak Çarşamba günü görüşmek dileğiyle... M.L.S.
Günün Tarihi
Musul'un elden gidişi
5 Haziran 1926: Dönem dönem Türkiye ile bağlantısı gündeme gelen Musul, işte bu tarihte kaybedilmiş oldu.
Tarihî kayıtlarda "Musul meselesi" şeklinde yer alan bu dâvâ, esasında genç Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında masa başında kaybedilmiş bir dâvâdır.
Çünkü, Musul Birinci Dünya Savaşında kaybedilmedi. Tâ Mondros Mütarekesinin imzalandığı 30 Ekim 1918 yılına kadar bile, Musul ve çevresi Osmanlı topraklarına dahildi. Üstelik, asgarî vatan sınırları olan "misâk–ı millî" hudutları içindeydi.
Ne var ki, kısa bir süre sonra İstanbul'u işgal eden İngilizler, aynı tarz hareketle Musul'u da işgal ettiler.
* * *
İstiklâl harbinden sonra, Musul meselesi yine gündemdeydi. Türkiye buradan vazgeçmiş değildi.
Konu, Lozan görüşmelerinde de ele alındı. Türk delegasyonu içinde yer alan Dr. Rıza Nur, Hatırat'ında, heyet başkanı olan İsmet Paşa tarafından Musul'un gerektiği şekilde savunulmadığı ve adeta İngiltere'nin dümen suyuna gidildiğini yazıyor.
Lozan Konferansında kesin çözüme bağlanamayan Musul meselesinin halli, Türkiye–İngiltere ikili görüşmelerine bırakıldı.
19 Mayıs 1924'de, bu maksatla İstanbul'da toplanan Haliç Konferasında da, Türkiye lehinde kayda değer bir ilerleme sağlanamadı.
Meselenin Birleşmiş Milletlere (Cemiyet–i Akvam) intikal ettirilmesine karar verildi.
Oysa, Türkiye henüz bu cemiyetin üyesi bile değildi. İngiltere ise, cemiyette en çok ağırlığı olan bir ülke konumundaydı.
Netice itibariyle, Musul'un Türkiye'den ayrılıp Irak'a bağlanması ve Irak'ın da 25 yıl müddetle İngiltere'nin hegemonyasına terk edilmesine karar verildi.
Bu arada, Türkiye'ye de—adeta sus payı kabilinden—25 yıl boyunca Musul petrollerinden % 10 pay verilmesi kararlaştırıldı.
Ne var ki, anlaşmaya konulan en bir madde ile, "Türkiye, 500 bin İngiliz lirası karşılığında petrol üzerindeki hakkından feragat" ettirilmiştir.
Böylelikle, üzerinde yemin edilen "misâk–ı millî" sınırları, diğer bazı hususlarda olduğu gibi, Musul meselesinde de açıkça ihlâl edilmiş oldu.
05.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|