İnsan kimi zaman; “Korkudan ödü patlar, kaçacak delik arar!” “Heyecandan kalbi yerinden fırlayacak gibi olur!” “Bazen dünyaya küser, içine kapanır ve yaşamaktan vazgeçer!”
Kalp, hayat malzemesini düşünürken, büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal dayanacak bir güç kaynağı; emellerini, arzularını gerçekleştirmek için çareler ararken derhal bir yardım noktası aramaya başlar.1 Korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar:
Bir lütuf beklediğimiz zaman, birden bire, düşmanlar gibi, hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeye başlar. Bir medet ve yardım için merhamet dileyerek tabiata ve unsurlara baktığında, kalb katılığı ve merhametsizikle karşılaşır. Uzaydaki kütlelerden yardım istemek üzere başını havaya kaldırır. Onlar atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle görünür. Hemen gözünü yumar; başını eğer; düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî ihtiyaçları bağırıp çağırırlar. Bütün bütün yalnızlığa düşerek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder. Bakar ki, vicdanı, binler emeller, ümitler, gayeler, maksatlarla dolu; gürültülerinden cinnet getirecek hale gelir. Korku, heybet, acz, titreme, vahşet/yalnızlık, gönül darlığı, yetimlik ve üzüntü halindeyken gücüne bakar; son derece âciz, yetersiz. İhtiyaçlarına bakar; def edilecek gibi değil. Çağırıp yardım istese, gelen yok. Her şeyi düşman ve garip görür; dünyaya geldiğine bin pişman olur; lânet okur.
İşte, hiçbir yönden hiçbir tesellî bulamayan o zavallının kalbini, yüce Yaratıcıya inanmaya yönelten unsurlar devreye girer. Ki, kalb imân bölgesi olduğundan, yâni imâna göre programlandığından insan önce Sanii, yâni Yaratıcısını arar, Onu ister. Çünkü, Onun vücudunu belgeleriyle ilân eden kalb ile vicdandır. Kalb, imân ışığı sayesinde İlâhî gerçeklerin yansımalarına mazhar olmakla mükemmelliğin hayatı ve ışık kaynağı olur.2 Zaten kalbin Yaratıcısı onun sonsuz potansiyelde geliştirilmesini, akıl gibi işletilmesini istemiş ve ona göre dizayn etmiştir. Kalbî amellerin güneşi ise, imândır.3 Eğer kalb, gerçeklerden daha çok ekmeği düşünüp hayata, yaşamaya, yardıma koşarsa, gerçek vazifesi olan imâna hizmeti ikinci derecede bırakır;4 asıl fonksiyonunu icra edemez. Fakat o şahsın, sırat-ı müstakîm denen, aşırılıklardan arınmış Kur’ân yoluna girmekle kalbi ve rûhu imân nuruyla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nûrânî bir hâle dönüşür. Şöyle ki:
Hücum eden belâları, musîbetleri gördüğü zaman, her şeyin dizgini elinde olan yüce Yaratana dayanır, müsterih olur. Yine o şahıs, sonsuza kadar uzanıp giden emellerini, potansiyel yeteneklerini düşündüğü zaman, sonsuz mutluluğu tasavvur eder. O ebedî mutluluğun hayat suyundan bir yudum içer, kalbindeki emellerini, arzu ve beklentilerini, ümitlerini teskin eder. Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar, her şeyle yakınlık bağlantıları bulur. Yine o şahıs, uzaydaki cirimlere bakar; hareketlerinden dehşet değil, dostluk ve emniyet peyda eder ve onların o hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder; ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu hislendirdikçe o mutluluklar da çoğalır ve ona mânevî cennetlerin kapıları açılır.5 Çünkü, kalbin yaratılışının en büyük gayesi, birinci derecedeki görevi; Samed olan yüce Yaratıcıya ayna olmasıdır.6 Yani, kalbin organik görevi bedenin her tarafına kan pompalamak; mânevî cephesi ise Yaratıcıya imân ile mârifettir. Yani, onu tüm isim ve sıfatlarıyla tanımak; sevmek,7 ve şu büyük âleme yansıyan bütün isim ve sıfatlarının eserlerine, izlerine mazhar olmak, onları yansıtmak; ebedî hayata âşık olup8 sonsuz sevgi üretmektir.
Ve sonsuz şefkat sahibi Rahîm’in, sayısız ni’metleri veren Kerim’in kapısını niyaz ile çalmak9 ve Kur’ân nurlarıyla10 aydınlanmaktır. Diğer bir tabirle, marifetullah (Allah’ı kâinat kitabında yansıyan isim ve sıfatlarıyla bilmek) ve birliğinin sırlarını ifade eden Lâ ilâhe illâllah kudsî kelimesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.11
İşte o zaman kalbi tam olarak imân nuruyla aydınlanmış bir kulu, ihtimaldir ki, dünya bomba olup patlasa korkutmaz.12 Çünkü, bu kâinatın sonsuz kudretin elinde olduğunu, rastgele ve tesadüfen işler dönmediğini biliyor.
Dipnotlar: 1. İşârâtü’l-İ’câz, s. 71, 78, 34.; 2. Kastamonu Lâhikası, s. 149.; 3. İşârâtü’l-İ’câz, s. 45.; 4. Sözler, s. 33.; 5. Sözler, s. 25.; 6. Mektûbat, s. 428-429, 431.; 7. Mektûbât, s. 218.; 8. Sözler, s. 266.; 9. Sözler, s. 244. 21.; 10. Mektûbât, s. 188.; 11. Lem’alar, s. 141.; 12. Şualar, s. 158.
06.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|