Asıl görevimiz olduğuna göre acaba Kâinatın Sahibini nasıl tanıyoruz, ne kadar tanıyoruz veya nasıl tanımalıyız? Kur’ân-ı Kerim’in tarif ettiği, Resûlullah’ın (asm) tanıttığı şekilde mi; yoksa zihnimizde oluşan değişik kültürlerin imajlarıyla mı? Allah kimdir; nasıl bir varlıktır? Hangi isim ve sıfatlar sahibidir? Sıfatlarının mahiyeti nedir? Allah Kendisini bize nasıl tanıtmakta, hangi isimlerle onu çağırmamızı emretmektedir? Allah’a Tanrı denir mi?
Bu soruların cevaplarına geçmeden önce, bilmeyi ve tanımayı kısaca tahlile tâbî tutmalıyız. Elbette bilmekten bilmeye farklılıklar vardır. İlkokulda iken matematik biliriz, ortaokulda da biliriz, lisede de biliriz. Üniversitede, matematik fakültesinde okuyan da bilir, orada asistan olan da, doçent de, profesör de bilir. Ve Einstein veya matematik dahileri de bilir. İşte, bunlar bilmenin dereceleridir. Yine, bir ilim adamını, bir mobilya ustasını, bir idâreciyi çeşitli cepheleriyle tanırız. Bir de onlar hakkında uzmanlaşmış olanların tanımaları vardır. Bir müzeyi veya kitap fuarını gezen okuma yazma bilmeyen birisinin aldığı lezzet ile, bir ilköğretim öğrencisi, lise-üniversite talebesi veya ilim-fikir adamının aldığı lezzet, duyduğu sevinç, hissettiği duygular, farklı farklı ve her birisinin derecesine göredir.
**
Ömründe fil görmemiş Hintliler merakla ahıra koşup tanımak istemişler. Ne var ki, ahır pek karanlıkmış. Kimse bir şey göremediğinden, el yordamıyla onu tanımaya çalışmışlar. Herkes dokunduğu yere göre onu tanımlıyormuş:
Hortumunu tutan “Fil bir boru gibidir”, kulağına dokunan “Fil bir yelpaze gibidir”, ayağını yoklayan “Fil bir sütun gibidir”, sırtını sıvazlayan “Fil taht gibidir” diyordu.
Herkes, dokunduğu yere göre onu tarif etti. Elbette, bunların hiçbirisi değildi. Fil bambaşka bir mahlûktu ve o ancak, aydınlıkta görülebilirdi.
Dıştan görünüş de onu aslında tam olarak tanıtmaz. Onu tanıyan birisi tanımlamalıdır.
**
Yaratıcı asla yarattıklarına benzemez. Verilen örnekler, sadece zihnimize yaklaştırmak ve meseleyi daha iyi kavramak içindir. Yoksa, sonsuz kudret sahibi Yaratıcı ile, aciz, zayıf, belki bir toz kadar bile olmayan yaratılmış insan arasında “yaratılmış olmanın” dışında hiçbir münasebet yoktur.
Bu dünyadaki akıl, zihin ve idrak gibi algı boyutlarıyla Kadir-i Mutlak’ın Zâtını asla bilemeyiz. Çünkü, sonsuz azamet ve uluhiyet sahibi olduğundan ihata edemeyiz. Ancak, şu kâinat müzesinde ve insan kitabında tecellî eden, yansıyan, görünen binbir isim ve sıfatlarıyla bilgimiz, araştırmamız, incelememiz nispetinde tanırız. Ve bilgimiz derecesinde de azâmeti zihnimize yerleşir ve ona göre sever, sayar, ibâdet eder, emirlerini dinler, nehiylerinden sakınırız.
Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlar sahibidir. Bir âlemde, içinde bulunduğumuz bu âlemde, 18 bin, başka âlemde 100 bin ismi, trilyonlarca yıldız âlemleri ve kümelerinde trilyonlarca ve sonsuz ismi tecellî eder! Çünkü O, Ezelî ve Ebedî olan Rabbü’l-Âlemîn’dir. Esmâsı da öyle olması gerekir.
Her fiilin arkasında bir fail, her ilmin arkasında bir âlim, her terbiyenin arkasında bir mürebbî, her kitabın arkasında bir kâtip, her san'atın arkasında bir san'atçının bulunması aklın zarûriyatındandır. Meselâ, güzel, mânâlı, ilmî bir kitap veya mimarinin bütün incelikleriyle yapılmış bir ev, açıkça, yazmak ve yapmak fiillerini gösterir. Yazmak ve yapmak fiilleri; yazarlık ve dülgerlik san'at isimlerini; bu ünvanlar ise kitâbet ve dülgerlik sıfatlarını; bu san'at ve sıfatlar da bir zâtı gösterir. Zira, failsiz bir fiil, müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat ve san'atkârsız bir san'at mümkün değildir.1
İşte kâinat bütün bu fiiller, faaliyetler, güzellikler, nakışlar, san'atlar, sıfatlar, Esmâ-i Hüsnâ sahibi birisini göstermektedir. Kur’ân da bu hususta şöyle ferman eder:
“En güzel isimler (Esmâü’l-Hüsnâ) Allah’ındır. O halde Ona o güzel isimlerle duâ edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.”2
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 133.; 2- A’raf Sûresi: 180.
29.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|